Kaynak Göstermek İçin:
Gezgin, U. B. (2017). Eleştirel Bilim: İnsan ve Toplum Bilimlerine Yönelik Eleştirel Yazılar [Critical Science: Critical Essays for Humanities and Social Sciences]. s.50-58.
Prof.Dr. Ulaş Başar Gezgin
Gezgin, U. B. (2017). Eleştirel Bilim: İnsan ve Toplum Bilimlerine Yönelik Eleştirel Yazılar [Critical Science: Critical Essays for Humanities and Social Sciences]. s.50-58.
Hayvanlardan Tanrılara Sapiens Kitabı
Prof.Dr. Ulaş Başar Gezgin
Yuval Noah
Harari’nin ‘Hayvanlardan Tanrılara
Sapiens: İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi’ adlı kitabı beş bölümden oluşuyor: Bilişsel Devrim, Tarım Devrimi, İnsanoğlunun
Birleşmesi, Bilimsel Devrim ve Sonsöz: Tanrılaşan Hayvan. Kitabın bilişsel
devrimle yani insansoyunun azçok bilinç kazanıp kültürler oluşturmaya başladığı
dönemle başlaması hem bir kısıtlama sayılabilir hem de izleksel bütünlüğü
koruma çabası. Kitapta bölüm başlıklarından da anlaşılabileceği gibi üç dönüm
noktası var: 70 bin yıl öncesindeki bilişsel devrim, 12 bin yıl öncesindeki
tarım devrimi ve 500 yıl öncesindeki bilimsel devrim.
İnsan yavrusu,
diğer memeli yavrularının tersine gelişmemiş bir biçimde doğuyor; bu da
yıllarca bakım gerektirecek bebek(ler) dolayısıyla toplu yaşamaya ve kültürel
çeşitliliğe zemin hazırlıyor (s.23). Yazar, birçok doğal sorunu, insansoyunun
diğer memelilere göre çok daha hızlı gelişmesine (örneğin avlanandan avlayana
dönüşüm) bağlıyor (s.25). Ateşin bulunmasıyla besinler pişirilmeye başlanıyor;
böylece mikroplardan korunuluyor ve beslenmek için harcanan emek ve zaman da
azalmış oluyor; bu da beynin büyümesi için zemin hazırlamış oluyor (s.25-26).
Ateş, insanın avlanmada da diğer hayvanların çok ilerisine geçmesini sağlıyor.
Yalnızca aslan
tehlikesi gibi varolanlar üstüne değil varolmayanlar üstüne de konuşmamızı
sağlayan dil, insansoyunun hızlı ilerleyişindeki bir diğer etmen -ki bu da
yalnızca insana özgü. Bu özellik, dinlerin, mitlerin vb.’nin çıkışıyla çakışıyor
(s.37). Böylece, diğer hayvanların tersine, binlerce ve sonrasında milyonlarca
insan birbirlerini tanımasalar da ortak bir amaç çevresinde bir araya
gelebiliyorlar (s.40). Ayrıca, kültürel özellikler ve mitler çok çabuk
değişebiliyor (s.46-47). Ticaret de, insansoyunun değişik malzemelere erişimi
gibi önemli bir işlev görüyor (s.47-48).
Bilişsel Devrim
Yazara göre, “Bilişsel Devrim tarihin biyolojiden
bağımsızlığını ilan ettiği andır” (s.49). Yine de biyolojiden etkilenmeye
devam ederiz; ancak hayal gücü ve mitler gibi olgular bizi biyolojik
altyapımızın üstüne çıkartarak imparatorluklar, cumhuriyetler vb. kurdurtur
(s.49-50). Dahası, yukarıda belirtildiği gibi, binlerce, milyonlarca birbirini
tanımazın ortak bir amaç uğruna hareket etmesini sağlar.
‘Adem ve Havva’nın Bir Günü’ başlıklı
altbölümde yazar yavaş yavaş ve isabetli bir biçimde evrimsel psikoloji
konularına girmeye başlıyor. Bu alan, gelişmekte olan ve henüz temel düzeydeki
tartışmalardan kurtulamamış bir alan. Özellikle kadın-erkek rolleri üstüne
yapılan çeşitli çözümlemeler, sonuçta “anatomi yazgıdır” savına bağlanabildiği
ve böylece geleneksel rolleri gerekçelendirdiği için eleştiri topluyor (bkz.
Gezgin, 2012). Yine de, çağdaş toplumda yanıtsız kalan birçok soruyu da (yeme
alışkanlıkları, saldırganlık, yere bağlılık vb.) yanıtlayabilecek nitelikte.
Yazarsa kitapta kadın-erkek rollerine ve cinselliğe bu geleneksel açıdan değil
eleştirel bir açıdan yaklaşıyor (s. 150-159). Toplumsal cinsiyetin tarih
boyunca değişimine ilişkin örnekler veriyor (s.155-159). Ataerkilliğin neden
norm olduğuna dair kas gücü, saldırganlık ve genler gibi gerekçelendirmeleri
çürütmeye çalışıyor (s.160-165).
Avcı-toplayıcı
dönemde, insansoyunun konargöçer bile değil göçer olması, eşyasız olması,
eşyalarını taşıyacak tekerlekli araçlarının bile olmaması dikkat çekici (s.55).
Bu durum, bu dönemle ilgili araştırmaları zorlaştırıyor. Öte yandan, yazar,
avcı toplayıcı insanın doğal düzen konusunda çok bilgili ve çevik olduğunu
belirtiyor; o zamanın insanlarının zamanımızın insanlarına göre daha çok şey
bildiklerini ve var kalmak için çok daha az çalışmak zorunda olduklarını ileri
sürüyor (s.61-62). Bu dönemde daha az açlık çekiliyordu, yemekler daha
çeşitliydi ve daha sağlıklı bir yaşam vardı (s.63). Fakat elbette bu dönemde
çocuk ölümleri çoktu ve sudan nedenlerle ölüm de yaygındı (s.64). Dinsel ve
toplumsal gelenekleri de vahşice olabiliyordu (s.64-65). Öte yandan, avcı
toplayıcı insanın da tarım toplumu insanının da birçok canlının neslinin
tükenmesinden sorumlu olan, tarihte gelmiş geçmiş en tehlikeli tür olduğunu da
belirtelim (s.74-85).
Tarım Toplumu
Yazara göre,
zihnimiz avcı toplayıcı zihni; mutfağımızsa eski çiftçilerin mutfağı; çünkü
tarım toplumuna geçişle (MÖ 9500-3500) evcilleştirilen hayvan ve bitkileri
yemeye aynen devam ediyoruz (s.89-90). Tarım toplumunun ortaya çıktığı yerler,
evcilleştirilmeye uygun hayvan ve bitkilerin var olduğu yerler, çünkü hayvan ve
bitkilerin çok azı evcilleştirilebilir nitelikte (s.90). Yazara göre aslında
insan, hayvan ve bitkileri evcilleştirmedi; hayvan ve bitkiler insanı
evcilleştirdi. Böylece örneğin, dünyanın çok az bir bölgesinde ekilen buğdayın
ekilmediği bölge neredeyse hiç kalmadı. Aynısı, başta tavuk, inek, domuz ve
koyun olmak üzere evcil hayvanlar için de geçerli. Tarım toplumuyla birlikte insanlar
daha kötü beslenmeye başladılar; hayvanlardan ve bitkilerden yayılan salgın
hastalıklar nedeniyle daha sağlıksız bir yaşam sürdüler ve üretilen artı-değer
ekseninde daha eşitliksiz toplumlara doğru yol aldılar (s.91-93). İnsanın
tarımla birlikte yerleşik yaşama geçmesi, onun avcı toplayıcı yaşamda alışık
olduğu “ya savaş ya kaç” ilkesini de alaşağı ediyordu; çünkü kaçtığı zaman
kaybettikleri (tarla, ev, mal, mülk) çok fazla oluyordu. Kaçmalar azaldığından,
tarım toplumlarında insan ölümleri de arttı (s.93-94). Öte yandan kötü de olsa
beslenebilir nüfus arttı; böylece büyük ölçekli toplumlar ortaya çıktı (s.95).
Yazara göre, tarım toplumuna geçiş, insansoyu için bir tuzaktı (s.99). Bu bağlamda şu alıntı dikkate değer:
“Lüksler zamanla ihtiyaç haline
gelir ve yeni zorunluluklar ortaya çıkarır. İnsanlar belli bir lükse
alıştıklarında bir süre sonra onu kanıksarlar. Onu yaşamlarında hep
bulundururlar ve bir süre sonra onsuz yaşayamaz hâle gelirler. Kendi çağımızdan
başka bir örneği ele alalım. Son birkaç on yılda hayatı daha rahatlatacağını
varsaydığımız sayısız şey icat ettik: Çamaşır makineleri, elektrikli
süpürgeler, bulaşık makineleri, telefonlar, cep telefonları, bilgisayarlar,
e-posta vs. (…)” (s.99)
Tarımla birlikte
hayvancılık da gelişti ve insanlar kendi işlerinin bazılarını hayvanlara
yaptırmaya başladılar. Hayvanlar köleleşip insanların çıkarları uğruna birçok
kötü muameleye maruz kaldılar ve kalıyorlar (s.105-106). Yazar, daha sonra
tarihte hızla ilerleyerek gelir adaletsizliğinin doğal karşılanması (s.142-143)
ve ABD’de ırkçılığın tarihi (s.146-150) gibi çeşitli konulara giriyor.
İnsanoğlunun Birleşmesi
Harari’nin
parayla ilgili yazdıkları (s.178-191) dikkate değer ama Marksist yaklaşımdan
yararlanmaması, bu dört başı mamur görünen açıklamalarını eksik kılıyor.
Paranın yaygınlığını güven ve inanç gibi idealist kavramlarla açıklaması bir
diğer eksisi. Benzer bir biçimde, imparatorlukları konuyla ilgili sosyalist
görüş ve araştırmaları hiç ele almadan değerlendirmesi (s.191-210), kitabı sığlaştırıyor.
Sözgelimi, yayılmacılıkla (emperyalizm) sömürgeciliği (kolonyalizm) aynı
kavramlarmış gibi kullanıyor. Kitabın ilk iki bölümdeki (Bilişsel Devrim ve
Tarım Devrimi bölümleri) başarılı performansı, sonraki sayfalarda düşüşe
geçiyor. Yazar sonraki sayfalarda kendi görüşlerini bilimselmiş gibi sunmaya
başlıyor. Örneğin, yazara göre, imparatorluklar kötü değiller (s.195); bunların
sömürü makinesi vb. olduğu iddiası hayli ‘sorunlu’ (s.195). Ayrıca yazarın
ilerleyen sayfalarda söyledikleriyle ilk iki bölümde söylediklerinin açıkça
çeliştiği görülüyor. Aslında yazar, ilgili bölümde imparatorlukların neden kötü
olmadığını temellendirebilmiş değil ve hatta böyle bir çabaya bile girmemiş
gibi görünüyor. Roma, İslam ve Avrupa emperyalizmi arasında yaptığı
karşılaştırma ise yer yer şematik bir nitelikte (s.206). Yazara göre bugün
birçok kültürel pratik, imparatorluk geçmişlerinin mirası (s.207-208), tarihte
milletlerin öz kültürü diye birşey yok, herşey karışım; bunlar, doğru; ancak,
imparatorlukları iyi göstermek için yeterli birer gerekçe olmaktan uzak. Tac
Mahal’in güzelliği ya da İngiliz dönemi Hint tren istasyonlarının şıklığı,
imparatorlukların iyilik hanesine yazılabilecek güzellikler değil. Bunlar
halklara bir yararı olsun diye yapılmış yapılar değil, saraylar da öyle(bkz.
Gezgin, 2011).[1]
Ama yazar bu temel noktaları bile teğet geçiyor. İlerleyen bölümlerde şu
açıklamayı yapıyor, ancak bu da ikna edici değil:
“Bilimle yakın işbirliği yapmaları
sayesinde, bu imparatorluklar o kadar büyük güç toplamış ve dünyayı o kadar
büyük ölçüde değiştirmiştir ki, basitçe iyi veya kötü olarak adlandırılamazlar.
Bugün içinde yaşadığımız dünyayı, o imparatorlukları yargılamak için
yararlandığımız ideolojiler de dahil, bu imparatorluklar yaratmıştır”
(s.298).
Bu tür
yorumların mantıksal sonucu, imparatorlukların sürmesini temenni etmektir ki
yazar şaşırtıcı bir biçimde bunu yapmıyor. Tüm bu nedenlerle, yazarın günümüzün
‘küresel imparatorluğu’nu çözümlemekte zayıf kaldığını görüyoruz. Örneğin, bu
imparatorluk üzerinde devletlerin etkisini yok sayıyor; beyaz yakalıların bu
imparatorluğa biat etmekle kendi milletlerine sadık kalmak arasında kaldığını
söylüyor (s.210), ancak bunların çoğu için ikisini birden yapmak olanaklı.
İmparatorluk tanımı eksik. İçinde ne derinlikli kültür çözümlemesi var ne de
NATO gibi askeri aygıtları ele alıyor. Kısacası, yazarın imparatorluk,
sömürgecilik ve yayılmacılık gibi konulardaki görüşleri savruk ve yüzeysel.
Harari’nin din
tarihi yorumlarında dikkate değer pek bir nokta yok, daha çok ansiklopedik bir
dil egemen (s.209-230); komünizm başta olmak üzere ideolojileri de din sayması
dışında (s.228-229). Daha önce çeşitli düşünürlerce de denenmiş bu yol ikna
edici değil. Farklılıklar benzerliklerden çok daha fazla. Belki tam tersi
söylenebilir, yani dinlerin ideoloji olduğu… Nazileri ‘evrimsel hümanistler’ olarak
adlandırması da bir diğer hata (s.232). Bunu yapabilmek için, ‘hümanizm’i iyice
eğip bükmek gerekiyor. Yazar bu örnekte
de görüldüğü gibi, kimi zaman kavramları yanlış kullanıyor; bu yüzden aslında
savunmadığı görüşleri savunuyormuş gibi bir izlenim doğuyor. Örneğin şu cümle
ya hiç bir anlam ifade etmiyor ya da yazarın Marksizm’i çok yanlış kaynaklardan
okuduğunu gösteriyor: “Bu yaklaşıma göre
kültürler (Marksistlerin genellikle düşündüğünün aksine) birtakım kötü
niyetliler tarafından insanları istismar için üretilmiş komplolar değildir (…)”
(s.242). Kitabın ilk iki bölümünün tersine, yazar, ilerleyen sayfalarda daha az
kaynağa başvuruyor; bu da bilimsel bulgulardan çok kendi kişisel görüşlerine
doğru kayışına koşut gidiyor. Aslında, ilk iki bölümle kitabın gerisi,
birbirinden bağımsız yazılmış havası da veriyor. İlerleyen sayfalarda, ilk iki
bölümde avcı toplayıcılar ve tarım toplumu ile ilgili çıkarılan sonuçların
günümüzle ilişkilendirileceğini umuyoruz ama bu, nadir olarak gerçekleşiyor.
Bilimsel Devrim
Bilimsel Devrim
bölümünde, yazar, şöyle bir hatalı varsayımda bulunuyor: İnsanları bir araya
getirenin kesin bilgiye dayanması zorunluluğu (s.253). Bu, zorunlu değil;
insanlar kesin olarak bilmedikleri birçok amaç doğrultusunda biraraya gelebiliyorlar.
Bunun dışında bu bölüm görece daha ölçülü, görece daha eleştirel bir bilim
tarihi ve bilim toplumbilimi sunumu gerçekleştiriyor; Avrupa’da bilimin
ilerlemesiyle emperyalizmin (aslında kolonyalizm) birarada gerçekleştiğini
James Cook örneği üzerinden açıklıyor (s.274-279). “Bilginin fethiyle toprağın
fethi” (s.283) içiçe geçiyor. Öte yandan, Avrupa’daki bilimsel gelişmeyi fetih
düşüncesiyle ilişkilendirmesi (s.288-289) daha fazla temellendirme gerektiriyor
çünkü aynısı Müslüman dünyası için de geçerli olabilirdi.
Sonraki
altbölümde yazar, dünyanın Avrupalılarca sömürgeleştirilme sürecinde paralı
askerlerden ordu kuran şirketlerin, borsaların ve finans kapitalin tarihini ele
alıyor (s.302-328). Bölümün sonunda sunduğu kapitalizmin eleştirisine yönelik
eleştiriler oldukça tartışmalı (s.328). Sonraki altbölüm, sanayi toplumuna ve
tüketim toplumuna ayrılıyor (s.329-344); ancak, daha önce belirtildiği gibi,
bunların kitabın ilk iki bölümünden kopuk bir biçimde sunulması önemli bir
eksiklik. ‘Kalıcı Bir Devrim’ adlı sonraki altbölümde (s.345-367), dünya
barışıyla ilgili gerçekçi olmayan iyimser bir hava görülüyor. Yazarın
deyişiyle; “11. Bölüm’de değindiğimiz
gibi, küresel bir imparatorluğun doğuşuna tanık oluyoruz. Daha önceki
imparatorluklar gibi bu da sınırları içinde barışı tesis ediyor. Sınırları tüm
dünya olunca da Dünya İmparatorluğu fiilen dünya barışını da tesis etmiş oluyor”
(s.367).
Mutluluğu
tartışan ‘Ve Sonsuza Dek Mutlu Yaşadılar’
(s.368-387) adlı altbölüm, kitabın ana çerçevesine bağlanmıyor. Bu yönüyle,
kitaptan çıkarılsa bir kayıp olmazdı. Mutlulukla ilgili daha iyi kaynaklar var
(bkz. Gezgin, 2010). Bu bölümdeki “mutluluk=biyoloji’ savı da tartışmaya açık. Ayrıca, yazarın hayatın anlamıyla ilgili
evrimci hiççi (nihilist) bakışını da daha fazla açması gerekirdi (s.382). Son
altbölüm ise, genetik mühendisliğinin, klonlamanın, biyonik deneylerin ve yapay
zeka araştırmalarının geleceğine ayrılıyor (s.388-406).
Sonuç
Kitap, uluslararası
basında olumlu eleştiriler aldı; birçok yazara ek olarak Facebook’un kurucusu
tarafından da önerildi. Ancak bunları yüzeysel okumaya bağlayabiliriz.
‘Sapiens’, eskilerin deyişiyle malumatfüruş bir kitap olsa da sağlam tezler
ileri sürmüyor. Kitabın kendi içinde bütünlüğü bulunmuyor; altbaşlığında
belirtildiği biçimiyle ‘insan türünün’ derli toplu ‘kısa bir tarihi’ olmaktan
uzak; kitapta yazılanların çoğu zaten bilinen ve başka kaynaklarda dile
getirilmiş düşünceler. Yazarının kendisine teşekkür ettiği Jared Diamond’un[2]
tarzına benzer bir yazım tarzıyla kaleme alınan kitap, onunkiler kadar
bütünlüklü ve ilgi çekici olmaktan uzak olsa da yine de okunmaya değer bir
yapıt olarak raflarımızda yerini alıyor.
Kaynakça
Gezgin, U.B. (2012). Kadınların Psikolojisi,
Erkeklerin Nesi Olur? Birgün Gazetesi, 4 Mart 2012.
Gezgin,
U. B. (2011). Asya-Pasifik’te Bu Hafta (158): Hindistan izlenimleri.
(4 bölüm olarak) Evrensel Gazetesi, 12 Mart 2011;
19 Mart 2011; 26 Mart 2011; 3 Nisan 2011.
Gezgin,
U. B. (2010). Çağımızın mutlu insanlarını tanıyalım. İzinsiz
Gösteri Dergisi, sayı 229 (Aralık 2010). http://www.izinsizgosteri.net/new/?issue=62&page=1&content=523
Harari, Y.N. (2016). Hayvanlardan Tanrılara Sapiens:
İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi. 16. baskı. (çev. Ertuğrul Genç). İstanbul:
Kolektif.
‘Homo Deus: Yarının Kısa Bir Tarihi’: Marx’sız Maddecilik
Prof.Dr. Ulaş Başar Gezgin
‘Hayvanlardan Tanrılara: Sapiens’
adlı kitabıyla geniş okur kitlelerine ulaşan Yuval Noah Harari’nin ondan
sonraki kitabı olan ‘Homo Deus: Yarının
Kısa Bir Tarihi’, 3 bölümden oluşuyor: ‘Homo
Sapiens Dünyayı Fethediyor’, ‘Homo
Sapiens Dünyayı Anlamlandırıyor’ ve ‘Homo
Sapiens Kontrolü Kaybediyor’. ‘Sapiens’ ile ilgili bir önceki bölümde, yazarın
kitabın ilk yarısındaki başarılı performansını ikinci yarıda göstermediğini,
yüzeysel ve yetersiz kaldığını belirtmiştik. ‘Homo Deus’un ‘Sapiens’e
göre daha zayıf bir kitap olduğunu söyleyebiliriz.
Kitap, insanlık tarihinde 3 gündem maddesinin hiç değişmediğini ileri
sürerek açılıyor: Açlık, hastalık ve şiddet (diğer bir deyişle, kıtlık, salgın,
savaşlar) (s.13). Gündem aynı; ancak artık göksel varlıklara yakarmıyoruz;
bunları dünyasal nedenlere bağlayıp önlemeye çalışıyoruz.[3]
Kitabın ilerleyen sayfalarını yazar bu 3 gündem maddesiyle ilgili ansiklopedik
bilgilerle dolduruyor. Şöyle diyor yazar: “[t]arihte ilk defa hükümetler, şirketler ve bireyler yakın
geleceklerini planlarken savaşı olası bir durum olarak değerlendirmiyor” (s.27).[4]
Oysa dünyanın büyük güçleri savaş tatbikatlarını sürdürüyor. ABD ile Çin’in
karşılıklı olarak nükleer savaşa hazırlandığına ilişkin sağlam kaynaklar
bulunuyor (bkz. Pilger, 2016).
Yazar, hatalı olduğu yıllardır tartışılan ‘bilgi ekonomisi’ kavramını işe
koşuyor: “Bununla beraber hammaddeye
dayalı küresel ekonomi modeli de bilgi ekonomisine dönüşüyor. Önceden altın
madenleri, buğday tarlaları ve petrol kuyuları gibi maddi malvarlıkları temel
zenginlik kaynaklarıyken, bugün en büyük zenginlik kaynağı bilgi haline geldi”
(s.27). Oysa hammadde pazarları bugün eskisinden daha önemli. Yakında dünyanın
en büyük ekonomisi olması beklenen Çin’in dış ticareti, büyük oranda altyapısı
için hammadde ihtiyacına dayanıyor. Yazar durmuyor, hatalı varsayımlardan
hatalı çıkarımlara ulaşmayı sürdürüyor: “Bilgi
en önemli iktisadi kaynak haline geldikçe savaşların karlılığı da azaldı; ve
savaşlar, hala eski usul hammadde ekonomileriyle yürüyen Ortadoğu ve Orta
Afrika gibi belirli bölgelerle sınırlanmaya başladı” (s.27). Oysa hammadde
savaşı dünyanın dört bir yanında görülebiliyor. Sözgelimi, Doğu
Timor-Avustralya karasuları anlaşmazlığı, Doğu Vietnam (Güney Çin) Denizi’ndeki
ada anlaşmazlığı; Rusya, Japonya, Güney Kore ve Çin arasındaki ada
anlaşmazlıkları vb. Çin’le ilgili ‘Silikon Vadisi’ni ele geçirmiyorlar’ türü
yorumları ise, yine hatalı (s.27). Çin, Silikon Vadisi’ni savaşla değil ama
başka yollarla (‘deniz kaplumbağası’ olarak adlandırılan, ABD’de çalışıp ya da
okuyup Çin’e dönen öğrenciler, şirket satın almaları, casusluk, bilgisayar
korsanlığı vb.) ele geçirmeye çalışıyor. Bunlar sıcak çatışma gibi olmasa da
ileri düzeyde saldırganlık içeriyor.
Yazara göre, eskiden yeni silahlar geliştirildiğinde bunlar savaşlarda
denenirdi. Şimdi ise böyle değil. Bu, yanlış. ABD’nin Obama ve sonrasında Trump
yönetiminde bombaladığı 7 ülke var; bu ülkeler üzerinde nükleer silahlar
dışındaki son silahlarını denediği biliniyor. Dolayısıyla, yazarın dediği, kimi
yeni silahlar için geçerli, kimi için değil. Şu satırlar, yazarın şiirden ne
anladığına dair bir fikir veriyor: “[i]yi de kıtlık, salgın ve savaş ihtimallerini geride bıraktığımız zaman ne
yapacağız? Biliminsanları, yatırımcılar, bankacılar ve siyasetçiler neyle
oyalanacaklar? Oturup şiir mi yazacaklar?” (s.32) Şiirin bankacıların mesai doldurmak için karaladıkları olmadığını
biri yazara anlatmalı. Kitapta kırılan
potlar bununla sınırlı değil: Yazar, mutluluğu bedensel hazlara indirgiyor
(s.47-48). Üstelik bizi ikna etmek için futbol maçı gibi bir örnek vermeye
kalkıyor (s.48).
Yazara göre insanlığın üç yeni gündemi, ölümsüzlük, sonsuz mutluluk ve
Tanrı mertebesine yükselmek (ilahi kudret). Üçüncü noktayı şöyle
özetleyebiliriz:
“Tarih boyunca
tanrıların her şeye muktedir olmaktan çok, canlı varlıklar tasarlamak ve
yaratmak, kendi bedenlerini değiştirmek, çevreyi ve havayı kontrol etmek,
uzaktan iletişime geçebilmek ve zihin okumak, yüksek hızlarda seyahat etmek ve
tabii ki ölümden kaçarak sonsuza kadar yaşamak gibi belirli süpergüçlere sahip
olduğuna inanılırdı. İnsanlar da tüm bu kabiliyetlere, hatta daha fazlasına
sahip olmanın peşindeler” (s.59).
Bu üç gündem içinde sınıf savaşımının ve devletler arası büyük ölçekli
savaşların anılmaması belki de yine yazarın iyimserliğinden kaynaklanıyor.
İlerleyen sayfalarda yazar, insancıllığa (hümanizm) odaklanıyor, ancak ‘Sapiens’teki aynı sorunu görüyoruz. Bu
kavrama verdiği anlam, farklı: Onun kastettiği türcülük ve dünya-merkezcilikle
daha iyi açıklanabilir: “Homo sapiens
nasıl oldu da evrenin insan türünün etrafında döndüğünü ve insanların tüın
anlam ve gücün odağı olduğunu iddia eden hümanist öğretiye inandı?” (s.79)
Fakat ‘Sapiens’teki aynı sorun, ‘Homo Deus’un da temelini dinamitliyor:
Yazar, liberalizm, komünizm ve Nazizm’i ‘humanist
dinler’ olarak adlandırıyor (s.109, s.192). Bu açıdan, ‘Sapiens’ için yaptığımız tüm eleştiriler
‘Homo Deus’ için de geçerli (bkz.
önceki bölüm).
Kitabın birinci bölümü, ‘Sapiens’le
benzer konuları (örneğin, animist dönemde evren algısı ve tarım toplumuna
geçişle insanların hayvanlara yaklaşımındaki değişim) işliyor. Yazara göre,
marksçılığın 20. yüzyıldaki yengilerinin yenilgilerle sonuçlanması,
kapitalistlerin de marksçı kuramı inceleyip kullanmasından ileri geldi. Onu
yenmek için onu çok iyi öğrendiler. Şili ve Vietnam örneğinde, aynı Marks gibi,
sınıfsal çözümlemeler yapıp politikalarını buna göre şekillendirdiler
(s.69-70).
Kitabın tümüyle bilimsel ve nesnel olduğunu söylemek zor. Yazar Hiroşima
ile Nagasaki’yi ağzına almazken şu sözleri söyleyebiliyor: “Otuz yıl önce nasıl oldu da insanlar
komünist bir cennete inandıkları için nükleer bir katliamı göze alabildiler?”
(s.159) Hangi katliamdan bahsettiğinin ötesinde, kitap, komünistleri hep
kötülüklerle özdeşleştiriyor, kapitalizmi ise nadiren eleştiriyor. Hatta yer
yer kapitalizm övgüsüne yöneliyor:
“Kıtlık ve salgınların önüne
geçilmesinde, büyümeye inanan gayretli kapitalistlerin rolü büyüktür.
İnsanların arasındaki şiddetin azalması, anlayış ve işbirliğinin artması
konusunda da kapitalizm övgüyü hak eder. Bir sonraki bölümde açıklanacağı gibi
bu gelişmelerin gerçekleşmesinde başka önemli etmenler de vardır elbette, ancak
kapitalizm insanların ekonomiye bakışını değiştirerek küresel barışa inanılmaz
katkılar sağlamıştır” (s.221).
“Kapitalizmi eleştirirken faydalarını
ve marifetlerini de görmezden gelemeyiz” (s.231).
Böyle bir kapitalizm övgüsünden sonra kapitalizmin krizini açıklamakta
yetersiz kaldığını söylememiz herhalde kimseyi şaşırtmayacaktır. Yoksulluk için
tek çözüm ise, yazara göre, ekonomik büyüme: “Kapitalist bir dünyada yoksulların hayatı sadece ekonomi büyüdükçe
iyileşebilir” (s.229). Yazar, aynı biçimde, liberalizmi eleştiriyor ama
onun bir alternatifi yok (s.280, s.289). Kitap, 20. yüzyılda sosyalizmin
yenilgisinin yeni teknolojilere ayak uyduramamasından kaynaklandığını ileri
sürüyor (s.287). Öte yandan, kitabın sonlarına doğru, bir piyasa eleştirisi yer
alıyor. Kitapta yazarın tutarsızlığını görüyoruz, sanki kitabı birden fazla
yazar yazmış gibi:
“Geleceğimizi piyasa güçlerine emanet
etmek tehlikelidir çünkü bu güçler insanlığın ortak çıkarları yerine piyasanın
çıkarlarını savunacaknr. Piyasanın eli, görünmez olduğu kadar kördür, eğer
denetimden muaf olursa küresel ısınma tehdidi ya da yapay zekanın tehlike
potansiyeli karşısında başarısız olur” (s.393).
Bu yoruma dayanarak belki de yazar kendini Keynesgil olarak
tarifleyecektir; ancak Keynes kitapta hiç anılmıyor.
Komünizmi bir din olarak görmesi, yazarı şaşırtıcı olmayacak bir biçimde
şematikleştiriyor: “Modern komünizm de
varlıklı insanları sevmez ama onları ölümden sonra alevler içinde yakmakla
değil sınıf çatışmasıyla tehdit eder” (s.194). Bu şematikliği, İsa ile
Buda’yı karşılaştırdığında da görüyoruz (s.198). Yazar yüzeysel olarak ilgili
olan, ancak özünde ilgili olmayan (batıni-zahiri/nümen-fenomen ayrımı)
kavramsal öğeleri aynı torbaya koymaktan hoşlanıyor. Öte yandan, Tevrat ve
Yahudilikle ilgili yorumları, İsrailli olan yazarın tutucu Musacılarca topa
tutulmasına yol açacak nitelikte.
Yazarın kimi yorumları ya art niyetli ya da safça. Örneğin “Allah'tan korkan Suriye, seküler
Hollanda'dan çok daha şiddet dolu” (s.233) diyor. Yazar Suriye’nin emperyalist
güçler tarafından özellikle bu hale getirildiğini gerçekten görmüyor mu yoksa
görmezlikten mi geliyor?
Yazarın öngörüsü, makineleşmenin ve yapay zekanın istihdam edilemez bir
işsiz sınıfı yaratacağı (s.339). Bu, ne yeni bir görüş ne de ilginç. Yazar,
marksçı olmadığından, çalışma sürelerinin kısaltılmasıyla daha fazla yurttaşın
istihdamı gibi olasılıklar aklına gelmiyor. Daha az çalışılarak toplumsal
ihtiyaçların karşılandığı bir dünya, bir sosyalist ütopyaya daha da yaklaşacak
ve Marx’ın damadı Lafargue’ın tembellik hakkı kavramı daha da anlamlı olacak.
Yazarın işsizlerin ‘istihdam edilemez’ olacağına ilişkin kanıtlara sahip
olmadığını da burada belirtelim. Ayrıca, yine marksçı bir açıdan, yapay
zekaları (daha doğrusu algoritmaları) yeni üretim araçları olarak
değerlendirmemiz gerekiyor. Bu, kitabın yazarının ufkunun ötesine geçmek
anlamına geliyor.
Yazarın beklenen işsizlikle ilgili yorumu zayıf. Aklına yukarıdaki çözümle
birlikte daha az çalışan insanların kişiliklerini geliştirmek için daha çok
vakitleri olacağı; sanata, kültüre, spora ve hobilere daha çok zaman
ayırabilecekleri; bunun insanlık adına büyük bir ilerleme olacağı gelmiyor:
“Bu beklenmedik teknolojik bolluk
içinde hiç çaba göstermeseler bile işe yaramayan kitleleri beslemek ve desteklemek
mümkün olacaktır. Peki hepsini nasıl meşgul edip memnun edeceğiz? İnsanlar bir
şey yapmazlarsa delirirler. Tüm gün ne yapacaklar? Sunulan çözümlerden biri
uyuşturucu ve bilgisayar oyunları olabilir” (s.340).
Yazar kitabın sonlarına doğru komünizm kapitalizm karşılaştırması yapıyor,
fakat komünizmle merkeziyetçiliği eşdeğer sayıyor (s.387-390). Daha önce
kitabın başlarında halk hareketlerinin örgütsüz olmasını bir dezavantaj olarak
nitelendirmişti ama burada örgütlü olmayı olumsuz bir şeymiş gibi gösteriyor.
Komünizmle ilgili değerlendirmeleri klasik serbest piyasacı ekonomistlerin
kalibresinde. Dahası, kapitalizm gerçekte serbest piyasa anlamına gelmiyor.
Çünkü kapitalizmde planlayıcı olarak devletin yerini çoğunlukla şirketler
alıyor. Üstelik birçok kapitalist ülkenin açıkça faşist bir biçimde
yönetildiğini (ilk akla gelen örnekler Pinochet ve Franco) biliyoruz. Bir nokta
daha var: Demokratik görünümlü birçok kapitalist ülkede şehir plancılığı
üstünden toplum mühendisliği yapılması sıradan bir durum. Kapitalist şehirlerin
silüetlerini halk değil şirketler ve onların güdümündeki yerel yönetimler
planlıyor. Yine aynı soru(n): Yazar bunları bilmiyor mu bilmezlikten mi
geliyor?
Yazar gelecekteki savaşlar konusunda iyimser olsa da toplumsal eşitsizlikler
noktasında karamsar bir tablo çiziyor. Ona göre yoksullarla zenginler
arasındaki farklar biyolojik bir nitelik kazanacak: Artık tıp yalnızca
hastaları tedavi etmek için kullanılmıyor, aynı zamanda sağlıklı insanların
birtakım biyolojik özelliklerinin yükseltilmesi için de kullanılıyor. Böylece
sözgelimi daha yavaş yaşlanan, daha az hastalanan, genetik mühendisliğiyle daha
zeki, güzel, yetenekli vb. yapılmış olanlarla ortalama halk arasında oluşacak
büyük bir biyolojik uçuruma işaret ediyor. Bu, şu an bize bilim-kurgu gibi
gelse de, 50 yıl sonra gerçek olabilir.
Yazarın karamsar olduğu bir nokta da şu: Yazar bu biyolojik uçuruma dayalı
yeni düzenin kitlelerin genetik ve biyolojik olarak gelişmeden bırakılmasıyla
daha alt düzey, özgüveni düşük, itaatkar uyruklar yaratacağını ileri sürüyor.
Yani egemenler, egemenliklerine biyolojik boyutu da katarken, halk onların
gerisinde olacağı için ‘alıklaştırılacak’. Fakat bu yeni bir durum değil. Zaten
egemenlerin iktidarı bu alıklaştırmaya dayalı. Öte yandan, yazarın bu karanlık
gelecek düşlemlerinde eksik olan, isyan! O, savaşların azalacağını öngörüyor;
ama savaş denince aklına sınıf savaşları gelmiyor. Kaldı ki, kapitalizmin
ilerleyen yıllarındaki bunalımlarını yeni bir dünya savaşıyla çözmeye
çalışmayacağının da garantisi yok.
Kitap, bilişsel bilimlerin birçok önemli kavramını ustalıkla ele alıyor
ancak aynı başarıyı siyasal konularda gösteremiyor. Siyasal konularda o kadar
çok hata yapıyor ki bu durum, kitabı önermemizi olanaksızlaştırıyor. Aslında bu
kitap değil ama bu kitap türü güzel olan: İnsan bilimle bilişsel bilimleri
harmanlayıp bir bütünlük içinde sunan her türlü kitaba ihtiyacımız var. Keşke
yazar, hakim olmadığı konularda yazmayıp bize daha ince bir kitap sunsaydı ve
kitapta yalnızca en iyi bildiklerini ele
alsaydı...
Kitapta gördüğümüz, Marks’sız bir maddecilik inşası çabası. Bu da, yazar
farkında olmasa da, onu, felsefel olarak Marks’tan önceki maddecilerin düzeyine
düşürüyor. Siyasal konular dışında söyledikleri çoğunlukla doğru, ancak
bütüncül bakışı yeterince eleştirel olmadığı için eksik. Daha iyi kitaplar
yazılabilir, yazılacak da...
Kaynakça
Eagleton, T. (2017). İyimser Olmayan Umut (çeviren: Emine Ayhan). İstanbul:
Ayrıntı.
Harari, Y.N. (2016). Homo Deus: Yarının Kısa Bir Tarihi. (çev. Poyzan Nur Taneli). İstanbul: Kolektif.[5]
ELEŞTİREL
BİLİM: İNSAN VE TOPLUM BİLİMLERİNE YÖNELİK ELEŞTİREL YAZILAR
Prof.Dr. Ulaş
Başar Gezgin
Eleştirel
İnsanbilim ve Eleştirel Bilişsel Bilim
1. “Neden
Kalkınamadık?”: Yeni Gine’den Bir Yanıt ve Düşündürdükleri (‘Tüfek, Mikrop ve
Çelik’ Üzerine).
2. Darwin,
Toplumsal Darvincilik ve Wallace Kesiği
3. Aklın
Tarihöncesi.
4. Yanlış
Yönde Kuantum Sıçramalar: Gerçek Bilim Nerede Biter ve Sözdebilim Nerede
Başlar?
5. Haritalarla
Nasıl Yalan Söylenir?
6. Sosyolojik
Düşünme ve Çözümleme 1
7. İnsan
Çeşitliliği.
8.
Hayvanlardan Tanrılara Sapiens Kitabı.
9. Homo Deus:
Yarının Kısa Bir Tarihi: Marx’sız Maddecilik.
10. Yapay
Maymun.
11. Evrimsel Psikolojinin
Mitleri: Eleştirel Olmayan Bir Evrimciliğin Sefaleti
Dilbilim
ve Türkçe
12. Dilin
Kökeni ve Evrimi: Bickerton’un Açıklaması ve Bickerton’a Yanıt.
13. İnsan
Dilleri Arasındaki Benzerlikler ve Farklılıklar.
14. Alfabe,
Kültür ve Zihin: Alfabenin Kültüre ve Zihne Etkileri.
15. Türkçe: 13
Alfabeli Dil.
Felsefe
ve Matematik
16. Tavuk mu
Yumurtadan Çıkar Yumurta mı Tavuktan?: Asıl Kısır Olan, Tartışma Değil
Tartışanlar.
17. Bir Sovyet
Dahi Bilimci: Leonid Kantoroviç.
18.
Etnomatematik: Matematik Dünyasına Çokkültürlü Bir Bakış.
19. Penrose Ne
diyor? Bir Tür Yeni-olguculuk mu?
Eleştirel
Eğitim
20. Harvard
Rektörü’nün Gözüyle Üniversitelerin Ticarileşmesi.
21.
Üniversitelerin Ticarileşmesine Bakışlar.
22. “Herşeyin
Başı, Eğitim” Değil…
23. Hepimizi
Otistik Yapan Eğitim.
24. Eğitimin
Okulların Dışına Çıkması: İyi mi Kötü mü?
25. Eğitimde
Fırsat Eşitliği Üzerine
26. “Şu
Mektepler Olmasaydı (Maarifi Ne Güzel İdare Ederdim)”
27. Bir F-tipi
Fabrika Olarak Üniversiteler.
28.Gezi ve
Demokrasi: Sokağın Şenlikli Muhalefeti ve Gezi Üniversitesi.
Kapitalizm
Eleştirisi
29. Kapitalizm
Hakkında Size Söylemedikleri 23 Şey.
30.
Sorunlarını Asla Çözmeyen Kapitalizmi Daha Yakından Tanımak İçin...
31.
Kapitalizm, Halklar ve Haklar.
32. Küresel
İşverenler: Ya Asker Ol Ya İşçi Öl.
33. Ücretsiz
Kölelik mi Ücretli Kölelik mi?
34. ‘Vahşi
Kapitalizm’: Akıl Hastalıklarının Yaratıcısı
Geleceğe
Bakış ve Bilgi Çağı Tartışmaları
35.
Gelecekbilim Üzerine ya da Geleceğin Bilimi Olur mu?
36. Bilgi Çağı
Nedir Ne Değildir...
37. ‘Bilgi
Çağı’ Diye Ayrı Bir Çağ Var Mı Gerçekten?
38.
Yabancılaşma Ama Kimin Neye Yabancılaşması?
39. Uzay
Araştırmaları ve Türkiye: Yanlış Model, Eğri Yörünge.
|
Brezilya’da bir
katedrale bakınca/ Hayran oluyor turistler, gözleri fırlamış./ Bense dev bir
kavanoz görüyorum orada/ Yerlilerin kanıyla, gözyaşıyla doldurulmuş. /// Köle
emeğiyle yapılmış kaleleri, kuleleri,/ Sırtında sopa, nice işkencelerin
izleri./ Bu kaleleri, kuleleri muhteşem sayan zihniyeti/ Hepsini, hepsini
yıkmak gerekir ve yetmez yine de. /// Wagner dinleyen Naziler gibi bunların
mimarları./ Kullanırken çağlarının en ileri sanatını/ En barbar vahşiliklere
reva gördüler yerlileri./ Katedraller, kuleler, saraylar, hepsi; faşist sanat
örneği. /// Yitirdiği atalarını görüyor yerli, onların kanını ve terini,/
Anımsayınca o dev binaları, Avrupa’nın kazandığının kanıtı olan simgeleri./
Onların yerinde yerlilerin sarayları vardı eskiden, tapınakları vardı./
Yerlerinde yeller esiyor şimdi, ama hiç bir şey bitmedi. /// Brezilya’da bir
katedrale bakınca,/ Umutlanıyorum çoğu zaman aslında./ Ataların kanlarıyla
sıvanmış binaların tüm cepheleri,/ Yerlilerin özgürleşmesine tanık oluyor
şimdi. /// Ulaş Başar Gezgin, Curitiba
Otobüs Terminali, Brezilya, 31
Mayıs 2012
[3] Bu
üçleme, Buda’nın yaşam öyküsünde ondan saklanan üç kötülükle neredeyse
örtüşüyor: Yaşlılık, hastalık ve ölüm.
[4] Yazar, bu ve benzeri görüşlerinde gerçekçi olmayan bir iyimserlik
taşıyor. Bu, ‘Sapiens’te de görülüyordu. Bu iyimserliğin çözümlenmesi için,
Terry Eagleton’ın ‘İyimser Olmayan Umut’ kitabı önerilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder