Mimarlık Psikolojisi Kitabı Tanıtımı
Ulaş Başar Gezgin, ulasbasar@gmail.com
Vietnamlı iç mimar Dr. Nguyen Thi Bich Van ile kaleme aldığımız mimarlık
psikolojisi kitabında en fazla kaynaktan yararlanılan bölüm biyofilik mimari
bölümü oldu. Biyofilik mimari, biyofilya denencesine (hipotez) dayanıyor. Bunu
ilk ortaya atan Erich Fromm’a göre, insanda doğal olana dair doğal bir
yatkınlık var. Bunu nerede görüyoruz? Değerli antropolog Dr. Tayfun
Yeşilşerit’in bir seminerde belirttiği üzere, bitkisel ürünleri yeğleme
eğilimimiz var; çünkü doğal olanın bize zarar vermeyeceğini var sayıyoruz.
Biyofilya denencesi, daha sonra mimarlığa uygulanıyor. Böylelikle, orta yerinde
yapay değil yaşayan ağaçlara yer veren AVM tasarımlarıyla karşılaşıyoruz.
Doğanın dinlendirici bir yanı var. Birçokları için, evi ev yapan özelliklerin
arasında, yeşil alanlara yakınlık ya da deniz manzarası olması var. Bu konuda
kitap için yüzlerce kaynak taradık. Bu kaynaklarda, akla ne gelirse her
işlevdeki yapılaşma için biyofilik tasarım örnekleri sergilendiğini gördük.
Elbette bu tasarım çözümleri, coğrafyadan coğrafyaya fark edebiliyor. Örneğin,
kutup-altı bölgeler ile dönencesel (tropikal) bölgelerin doğal öğeleri,
dolayısıyla biyofilik tasarımları farklı olacaktır. Soğuk ülkelerde, gün ışığı
arzulanır iken, böylelikle geniş pencerelere yer verilirken, sıcak ülkelerde,
gün ışığının yakıcılığını engellemek hedeflenecektir. Örneğin, gölge edecek
ağaçlara odaklanılacaktır. Ayrıca, kültürel farklar da bulunmaktadır. Bunların
dışında, bu biyofilik mimarlık ortaya çıkmadan önce de bu ilkeleri uygulayan
mimari yapılar var. Bunların başında şifahaneler geliyor. Kimi dinsel yapılar
için de aynısı söylenebiliyor.
Bir diğer konu, mimarlık ve sağlık ilişkisi. Kimi yapılar, insanları
psikolojik ve fiziksel olarak hasta edebiliyor. Penceresiz, ışık görmeyen,
rutubetli yapılar bunlara örnek verilebilir. Önceki odak noktası, sağlıksız
yapılarken, bugün yaygın çalışma konusu, insanları sağlıklı yapacak binalar
inşa etmeye kaydı. “Yapılar, insanları stresten nasıl arındırabilir?” sorusu
öne çıktı. Burada yine biyofilya yardımımıza koşuyor. Bunun dışında, salgın,
mimarlık ve sağlık ilişkisini yeniden düşünmemizi sağladı. Evde yapmamız
beklenmeyen birçok etkinliği evde yapmak zorunda kaldık. Bu sürece en iyi
dayananların evde bitki yetiştirenler ve balkon gibi açık alanları olanlar
olduğu ortaya çıktı.
Türkçe’de bu ayrımı vermek zor: ‘Home’ ile ‘house’, bilindiği gibi farklı.
Bir yapıyı ‘benim evim’ kılan şey, ona yüklediğim anlam. Ev, rahat ettiğimiz,
pijamalı dolaştığımız, istediğimiz zaman uyuduğumuz, özel yaşamımıza ait olan
özel bir uzamdır. Ancak, kitapta, marksçı kuramdan esinlenerek geliştirdiğimiz
bir kavram var. O da, mimari yabancılaşma. Nüfusun çoğunluğuna, oturacakları
evlerin özellikleri, yapı inşa edilirken sorulmuyor. Konutlarda başkalarının
tercihleriyle yaşıyoruz. Orta sınıf ve üstünün bina sipariş etme olanakları
var. Onlar, kendileri için tasarlanmış evlerde kalabiliyorlar. Ama çoğunluk
için bu, söz konusu değil. Kullanıcı-merkezli ve katılımcı mimarlık
yaklaşımları, bu mimari yabancılaşmanın panzehiri. Fakat bunun için, iyi
kalpli, yurttaşının mutluluğunu önemseyen bir devlet anlayışına ihtiyacımız
var.
Bir diğer konu, okul mimarisi. Okul mimarisinin psikolojik ve özellikle
eğitsel etkileri olduğu biliniyor. Montessori ve Waldorf gibi alternatif eğitim
yaklaşımlarının kendi mimarlık anlayışları var. Yine mimari yabancılaşma söz
konusu. Öğrenciler başta olmak üzere, eğitim bileşenlerine tasarım öncesi
gerekli sorular sorulmuyor. Kutu gibi okullarda eğitim görüyoruz; ancak bu
okullarda değil de, eğitsel ihtiyaçlara karşılık gelen mimari tasarımlar
içerisinde okuyor olsaydık, hangi noktada olurduk; yanıt sizin olsun. Bir de,
tasarımın kendisinin bir pedagojik araca, bir tür öğretmene dönüşmesi durumu
söz konusu: Biyofilik ya da çevre dostu tasarımlı okullarda okuyan öğrencilerin
daha çevre dostu tutumlar ve davranışlar sergiledikleri ortaya çıkmış. Yeşil
bir okul, öğrencilerin ekolojik bilinçleri için de bir kılavuz işlevi görüyor.
Örneğin, okul yıllarında çeşitli hayvanlara bakmış, bahçecilikle uğraşmış
öğrenciler, elbette doğaya daha yatkın olacaktır. Bu tür etkinliklere izin
veren bir okul tasarımı gerekli.
Hastane mimarisi bir diğer konu. Aslında belki de başta söylemeliydik:
Mimarlık psikolojisi alanının başlaması, hastane mimarisinin psikolojik
etkilerine duyulan merakla başlıyor. Mimarlar, psikologlara soruyor:
Hastaneleri (özellikle de akıl hastanelerini) nasıl tasarlayalım ki, hastalar
daha çabuk iyileşsin? Alanın klasik çalışmalarından birinde, iki gruptan
ameliyat bekleyen hasta karşılaştırılıyor: Pencereli bir odada bekleyenler ve
penceresiz bir odada bekleyenler. Pencereli grup, penceresiz gruba göre daha
hızlı iyileşiyor. İlk dönem, katı belirlenimcilik var: Yapıların bireyleri
belirlediği ileri sürülüyor. Ancak biz, cezaevi mimarisinin psikolojisi
bölümünde anlattığımız üzere, biliyoruz ki, her mahkum, cezaevi mimarisinden
aynı biçimde etkilenmiyor. Kimileri kötü etkileniyor, kimileri hiç
etkilenmiyor. Kimi etkiler geçici, kimi etkiler daha uzun süreli oluyor.
Buradan şu sonuç çıkıyor: Evet, yapılar, bireyleri belirleme potansiyeline
sahip, ancak bu konuda bireysel farklılıklar var. Böylelikle, yumuşak
belirlenimcilik akımı ortaya çıkıyor. Daha sonra bu iki yaklaşım da
eleştiriliyor, çünkü ilişkinin okunu tek yönlü kurguluyorlar. Diğer bir
deyişle, yapılar bireyleri etkiliyor ama bireylerin yapılar üstünde etkisi yok.
Oysa, insanlar, uygun görmedikleri tasarımları dolayımlıyorlar; kendilerine
uyduruyorlar. Sıcak bir ülkede, geniş pencereler yapıyorsunuz; sakinler, beyaz
çarşaf gererek sizin tasarımınıza meydan okuyor, müdahale ediyorlar. Ya da
rutubetli bir evi, posterler asarak güzelleştirmeye çalışıyorlar. Dolayısıyla,
artık, bireyleri yapılar karşısında edilgen, etkisiz varlıklar olarak
kodlamıyoruz.
Ofis mimarisi de ilginç bir konu. Şirketler ısrarla açık ofis tasarımı
uyguluyorlar. Çalışanlar da ısrarla bunun verimsizliğe yol açtığını kanıtlamaya
çalışıyorlar. Birçok iş kolunda, özellikle de eğitim-öğretim gibi bilişsel
karmaşıklık düzeyi yüksek işlerde açık ofis tasarımı, gürültü nedeniyle
odaklanamama sorununu getiriyor. Her çalışanın odasının olması verimi
arttırıyor. Ancak, şirketler açık ofiste ısrarcı. Neden peki? Çünkü bu tasarım
ucuza geliyor. Aklı başında bir kapitalist yine de, konuyu kâr-zarar tartısına
çıkardığında, açık ofis tasarımını savunamaz duruma gelecektir; çünkü açık ofis
tasarımı daha ucuzken, verimlilikten götürdükleri de oldukça fazla olduğundan;
o ucuzluğun getirdiği kârın ötesinde zarar elde edilmiş oluyor. Açık ofisi
savunanlar, bir de, bunun etkileşime izin vermesinden dem vuruyor. Ama yine
kâr, zarardan yüksek değil. Çözüm: Herkesin ayrı odası olsun ama bir de
toplantı odası olsun, dizüstü bilgisayarlarımız ve tabletlerimiz nasılsa
taşınabilir nitelikte…
Ele aldığımız bir başka konu da, cezaevi mimarisi. Bu, tümüyle felsefeye
dayanan bir durum. Amaç, cezalandırmaksa; cezaevlerini çirkin, sağlıksız,
boyasız, beton, gri yapılar olarak kurgularsınız. Ama amaç, suçluların bir daha
suç işleyip cezaevine dönmelerini engellemekse, onları topluma kazandırmaksa,
diğer bir deyişle, amaç, rehabilitasyonsa, tasarım da o derece insancıl, renkli
ve doğayla bütünleşik olacaktır. Bir diğer konu da, mahremiyetin dengelenmesi
sorunu. Belli tip cezaevlerinde olduğu gibi bireyselleştirme ve yalnızlaştırma
siyasaları, cezalandırmanın ötesine geçip mahkumların psikolojik sağlığını
bozuyor. Psikoloji etiğinin bu tür uygulamalara kesinlikle karşı olması
gerekir. Öte yandan, koğuş sistemi de, bir baskı aracına dönüşebiliyor.
İkisinin bir dengesinin bulunması gerekiyor – ki bu durumun bir benzerini, ofis
tasarımında gördük. Biraz mahremiyet, biraz da sosyal etkileşim gerekli.
Bir diğer konu ise, nöro-mimari adlı yeni akım. Artık sinirbilimciler de
mimarlık araştırmaları yapıyor. En çok kullanılan yöntem, EEG. Sonra FMRI
geliyor. Bu yöntemleri sanal gerçeklikle birleştirerek, katılımcılara çeşitli
mimari tasarımlar gösterip hangi beyin ağlarının etkinleştiğini inceliyorlar.
Bu çalışmalara iki tür eleştiri geliyor. Birincisi, EEG için katılımcıların
sabit durması gerekiyor; bu, araştırmaların gerçekçiliğine ket vuruyor. Ancak
bu eleştiri aşıldı, çünkü mobil EEG’ler çıktı. Artık bu araştırmalar, açık
alanda, gerçek yaşamın içinde gerçekleştiriliyor. İkinci eleştiri ise, bu
çalışmaların çoğunlukla betimleme niteliğinde olması, beyin ağlarını saptamanın
ötesine geçmemesiydi. Bu eleştiri de geçersizleşiyor; çünkü deneysel çalışmalar
artıyor.
Kitapta başka konular da var. Ancak bunları öne çıkarmak istedik. Umarız
yararlı olmuştur…(*)
(*) Kitapla ilgili daha fazla bilgi için, kitabı tanıtan iki seminere
bakılabilir:
Mimarlık Psikolojisi - Kitap Tanıtımı - Ulaş Başar Gezgin
https://www.youtube.com/watch?v=ZCZODepC7xk
Kütüphane Konferansları 6: Mimarlık Psikolojisi
https://www.youtube.com/watch?v=-sAiAYsLhT4