Eleştirel Psikoloji Giriş Söyleşisi (Can Derdiyok- Ulaş Başar Gezgin)
1) Genellikle psikolojinin yalnızca bireysel meselelerle
ilgili olduğu düşünülse de toplumsal süreçlerin bireylerin psikolojileri
üzerine etkileri hakkında neler söylersiniz?
Psikolojinin küresel Batı’daki kuruluş biçimi bizi
yanıltıyor. Sovyet psikologların dikkat çektiği gibi, eğer anaakım Batılı
psikoloji toplumsal konulara odaklanıyor olsaydı, ‘sosyal psikoloji’ diye ayrı
bir dala gereksinim duyulmazdı. ‘Sosyal psikoloji’, anaakım Batılı psikolojide
eksik olanı tamamlamak için oluşturulmuştu.
Basmakalıp bir söz gibi gelebilir ama toplumla birey arasında
diyalektik bir ilişki var. Toplumsal konular, bireyi anlamadan eksik; ama birey
de, toplumsal konuları anlamadan eksik. Milgram’ın ünlü elektroşok deneyini ya
da Stanford Hapishane Deneyi’ni anımsayalım. Bu ikilide bireysel farklar
gördük. Kimileri otoriteye direnirken, diğerleri itaat ediyor. Bireysel
düzlemde otoriteryen kişilik diye bir değişkenimiz var. Kişilik, toplumsal
ortama, toplumsal ortamsa kişiliğe etki ediyor.
2) Dünyada
depresyon, intihar ve kaygı bozukluklarında artış yaşandığı görülmekte.
Örneğin, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), depresyonu "Çağımızın Hastalığı"
olarak tanımladı. Nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kapitalizm koşullarında, kaygı duyacağımız öyle çok sorun var
ki, andığınız salgına insan şaşıramıyor. Çoğunluk, varlıklı değil. Kapitalizm,
asla herkesi varlıklı yapmaz. İnsanların üzerinde sürekli olarak “kiramı bu ay
ödeyebilir miyim?” baskısı var. Milyonlarca öğrenci sınavlara giriyor. Gelecek
kaygısı var. Üniversiteyi kazandık diyelim, bu kez de “mezun olunca iş
bulabilir miyim” kaygısı var. Diyelim ki evlendik, çocuklarımız oldu.
“Çocuklarıma iyi bir eğitim sağlayabilecek miyim?” kaygısı başlar. Oysa sosyalist
bir ülkede, herkesin barınma hakkı vardır; merkezi planlama sayesinde işlerle
mezunlar eşleştirilir; eğitim de nitelikli, bilimsel ve ücretsizdir. Özetle,
kapitalizmin kendisi kaygı yaratıyor.
Depresyon ve intihar içinse, aklımıza marksçı ve varoluşçu
açıklamaların bir karışımı gelebilir. Sınıfsal bir sorgulama, değişime olan
inançla birleşirse ortaya devrimci kişilikler çıkar; yok eğer, sorgulamanın
sonucunda “hiç umut yok”, “çıkış yolu yok” algısı güçlenirse, yaşamak için
neden kalmıyor. Neden ben sürünürken, falancanın çocuğu lüks içinde yaşıyor? Bu
sorunun (olumlu, olumsuz) iki türlü sonucu olabilir.
Dünyada bu kadar adaletsizlik varken, öğrenilmiş umut, bireyi
devrimciliğe; öğrenilmiş çaresizlik, depresyona götürür. “Ne yapsam boş,
elimden bir şey gelmez” hissi, depresyonu tetikleyebilir.
3) Otoriter rejimlerin yükselişi gözlemlenirken aynı zamanda göçmen, kadın ve
LGBTİ+ karşıtlığı artışa geçmiş görünüyor. İnsanları bu karşıtlıklara iten
şeyler neler olabilir? Eleştirel psikolojik açıdan yorumlamasını nasıl
yapabiliriz?
Otoriter rejimlerin temeli, bir günah keçisi arayışıdır.
Günahkeçileştirme yoluyla, kendi kötülüklerini başkalarına yansıtır,
kendilerinin ‘iyi’ bir resmini çizerler. Farklı olanlar her zaman, günah keçisi
olmaya daha yatkındır. Bu açıklamalardan, insanın, doğasında otoriterliğe
yatkın olduğu görüşünü çıkarmak doğru değil. Ama şu var: Toplumda otoriterler
daha kolay örgütleniyor. Biz itaatsizler, daha hızlı ve kolay bir biçimde iç
çatışmalara girip bölünüyoruz. Otoriterlerde itaat kültürü olduğu için onların
iktidarı alma olanakları daha yüksek oluyor.
4) Tüm bu meselelere psikoloji bilimi dünyada nasıl yaklaşıyor? Ana akım
çerçeve bu meseleleri nasıl açıklıyor?
Anaakım psikoloji, toplumu ve kendisini eleştirmeyen bir
psikoloji inşa ediyor. Vicdanı eksik bir etkinlik bu. Psikolojinin kötüye
kullanımlarına, eleştirel psikologlar olmasa, dikkat çekecek pek kimse
kalmayacak. Anaakım psikoloji, toplumu değişmez olarak görürken, eleştirel
psikoloji değişimin olanaklı olduğunu ileri sürüyor. Toplum değişmezse, tek
değişim, bireyde görülmelidir. “Bakış açını değiştir” der, işin içinden
çıkarız. Öte yandan, en basit yolla olsa bile toplumu değiştirmek, bireysel
değişimleri de anlamlı kılıyor. Örneğin, intiharları engellemek için ücretsiz
bir telefon hattı açmak gibi basit bir toplumsal değişim bile, etki
gösterebiliyor. Ünlü sözdür: “Devrim, bireyde başlar.” Tam da doğru değil.
Devrim, aynı anda bireyde ve toplumda başlar. Birey dönüştükçe toplum, toplum
dönüştükçe birey değişir.
5) Son olarak, yukarıda tanımlanan ana akım çerçeveye karşı hem bilimsel açıdan
hem de toplumsal anlamda eleştirel anlamda nasıl bir mücadele yolu izlenmeli?
Neler söylersiniz?
Bizim gibi itaatsizlerin örgütlenmesi daha zor, çabuk
küsüyoruz, ayrışıyoruz, bölünüyoruz. İtaatsizlerin kendi içlerinde birbirlerine
daha anlayışlı ve kapsayıcı davranması büyük fark yaratacak. Değişik mücadele
biçimlerinin birleşmesi gerekiyor. Bizim sorunumuz eşgüdüm. Örneğin, Maarif
Modeli’ne karşı çığ gibi tepki var, ama birleşik bir tepki olmadığı için, bu
tepkiler tekil olarak cılız görünüyor. Daha fazla bir araya gelmeli, yan yana
durmalıyız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder