Ulaş Başar Gezgin, Medya Günlüğü sitesinin yazarı

17 Aralık 2017 Pazar

Güldüm ve Güldüm ve Güldüm... (öykü)

Güldüm ve Güldüm ve Güldüm...

Ulaş Başar Gezgin


3 aylık ömrüm kaldığını öğrendiğimde üzüldüm mü, emin değilim. Çünkü zaten er ya da geç, herkes gibi ben de ölüp gidecektim. Gençliğimden bu yana ölümle ilgili neler değişmedi ki... Eskiden mezartaşları, adı üstünde ‘taş’tı. O zamanlar bilim-kurgu öykülerinde, ölüyle ilgili herşeyin kaydedilebileceği, isteyenin sayısal anı defterine yazı yazabileceği, uzaktan kumandalı, görüntülü mezartaşlarından tek tük sözedilirdi. Bugünse, büyük alışveriş merkezlerinde boy boy e-mezartaşı satılıyor. Eskiden kefen parası biriktirirdi ya insanlar, şimdi e-mezartaşı için birikiyor aynı paralar. Öldüğü sanılıp mezara diri diri gömülmekten korkanların, mezarda dirilen varsa, alarm çaldıran özel güvenlikli mezartaşlarına gösterdiği ilgi de benim gençliğimde yeni yeni artıyordu; oysa bugün bu güvenlik düzeneği, bütün e-mezartaşlarının vazgeçilmez bir parçası. Gerçi bu düzenekle diri diri gömülmekten kurtulana hiç rastlanmadı ama olsun; önemli olan, insanın içinin rahat olması.

Burada kalsa iyi; psikologumdan bunun daha da ötesini öğrendim. Psikologumla son oturumumdan sonra, bir barda içmeye karar verdik. Sarhoş oldukça, görüşmelerimizdeki kalın kabuğunu kırarak içini dökmeye başladı. Meğer doluymuş da, açılacak birini arıyormuş. Ona 3 ay sonra öleceğimi söylememiştim (zaten kimseye söylemedim); ama o, birdenbire, sözü, ölüme ve ölümsüzlüğe getirdi:
“Koca koca profesörler, yazarlar öldü; onlarca kitapları vardı, herkes onları tanırdı; hatta kimisi, resmi törenle gömüldü. Peki sonra ne oldu? Öldükten sonra, törenlerini göremediler; ne kadar sevilip sevilmediklerini bilemediler. O koca kitapları kimisi, dünyayı değiştirmek için yazdı; kimisi, sözü dinlenen bir insan olma güdüsüyle. Birçoğu içinse, her ikisi birden. Sonra da ölüp gittiler; bir hafta anımsandılar; ondan sonra bitti. Şanslı olanları, bireycilikleri, sosyetiklikleri, orduculukları unutulup badem gözlü yapılırlar. Ölüler, yaşayanlardan herzaman değerlidir, çünkü ölüleri kimse kıskanmaz. Düşümde kerelerce kendi ölüm törenimi gördüm. İnsan kendi ölüm törenini nasıl görebilir diye kafaya taktım. Ölüm törenimi izleyip öyle ölmek istiyorum; ne kadar sevildiğimi ya da sevilmediğimi bilip öyle ölmek... Bunun için üniversiteden arkadaşlarımla görüştüm, ben ölmeye yakınken bedenimden bir eşbeden yapacaklar; beni öldü gösterecekler. Ben de gizlice ölüm törenine katılacak, insanların hakkımda ne düşündüklerini öğreneceğim. Ondan sonra da karşılarına çıkıp “ölmedim” demek istemem, zaten gereğinden fazla yaşadım.”

Evet, bu, tam da aradığım bilgiydi. Ayık kafayla, ölümün önemli olmadığını, önemli olanın, insanların zihninde yaşamak olduğunu söyleyen psikologum, bana, sarhoşken, en önemli bilgiyi vermişti. Beni ölü gibi gösterecek doktor arkadaşlarının bulunağını aldım; zamanım dar olduğundan, hemen ertesi gün arkadaşlarıyla görüştüm. Meğer bu kendini ölü gösterme olayı çok yaygınlaşmış. Hatta aileler artık kimi ölümlere inanmaz olmuşlar. Ancak, hassas bir konu olduğundan basına yansımıyormuş. Ama zaten kuşkulanacak yakınım olamazdı ki... Dağcı olan kardeşim, bir yolculukta ölmüştü. Babamı, küçükken; annemi, kardeşimin ölümünden sonra kaybetmiştim. Hanımsa, bana kızıp basıp gittiği bir gün, arabanın altında kaldı. “Çocuğum, bu rezil dünyada doğumundan başlayarak çile çekmesin” diye baba olmamıştım. Belki de, kanbağıyla yakın olduğum kimsem kalmadığı için ölümümün eli kulağında oluşu üzmemişti beni. Yoksa onlar üzülecek diye ben de üzülürdüm. Beni yaşatan, yazılarımın okunması ve okurlarımdan, tek tük de olsa yorum almaktı. İnsanların büyük bir çoğunluğu, hayatın anlam(sızlığ)ı boşluğunu, çocuk yaparak, dinle ve/ ya da top oyunlarıyla doldururken, ben, okunmakla doldurmuştum işte. Merak ettiğim, okurlarımın ne yapacağıydı.

Evet, herşey hazırdı; 25 Mayıs, doğum ve ölüm günüm oldu; doktorların hazırladığı (sahte) ölü bedenime herkes inanmıştı. Gazetedeki köşeme, 40 yıl önce ölümle ilgili yazdığım bir yazım konmuştu. Hatta yazının 40 yıl önce yine 25 Mayıs’ta yazılması, geleceği görebildiğime kanıt sayıldı. Oysa ölmemiştim. Ölüm günümden sonraki günlerde, gizlendiğim otelde sürekli e-postalarıma baktım; günlerce ülkede çıkan tüm gazeteleri aldım; kitaplarımın satışının artıp artmadığını soruşturdum. Gazetemdeki küçük bir haber dışında hiç bir gazeteye yansımadı ölümüm. Okur mektupları bıçak gibi kesildi; kitap satışlarım, milim artmadı. Cenazeme ise kaç kişinin katıldığını ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Çok üzülmüştüm. Sonra parlak bir fikir geldi aklıma: Mezarcıyı paraya boğacak, mezardaki sahte bedenimi oradan aldırıp yaktıracak ve mezarımı da darmadağın edecektim. Ondan sonra da hiçbirşey olmamış gibi gazeteye gidip ölümden sonraki yaşamla ilgili öyküler uyduracaktım. Yaptım da! Konuşmalarım büyük olay oldu; ülkede bir sonraki gün, ana sayfada büyük harflerle yer almadığım bir tane bile gazete yoktu. Üstelik, bu işi ayarlayan mezarcı, büyük bir raslantı sonucu, ertesi gece kalp krizinden öldü. Mezardan dirilmediğimi ileri sürecek bir babayiğit bile kalmamıştı. (Doktorları saymıyorum çünkü parayı alınca çenelerini kapamayı bilir onlar.) Televizyonda hergün, Cennet’i ve Cehennem’i anlatıyordum. Yoksulların Cennet’te sefa sürdüğünü, varsılların Cehennem’de heba olduğunu anlattıkça, bu dinci solculuğa milyonlarca insan hayran oluyordu. En büyük sömürüyü yaşayan ama hep tutucu partileri destekleyen milyonlarca emekçi, mutluluktan uçuyordu. Ölüm törenime katılmasını beklediğim ama katılmayan tanıdıklar da akın akın evime geliyorlardı. Sabahlara kadar Cennet-Cehennem öyküsü anlatmaktan yorgun düşüyordum. Bir de bu tanıdıklara, ölüm törenime gelmediklerini bildiğimi söylediğimde, “özür dileriz; ölümün bizi öyle üzdü ki, üzüntüden yataklara düştük” diyorlardı. Ben de inandım...  

Daha sonra işi ilerlettim, ustalaştım. Bana Cennet’i ve Cehennem’i soranlarla ayrı ayrı görüşmeye başladım. Böylece nabza göre şerbet verebiliyor, herkesin kendince mutlu olabileceği bir Cennet resmi çiziyordum. Bizim Ayyaş Selim’e yanaşıp, “üstümde baskı olduğu için gerçekleri söyleyemiyorum. Aslında, Cennet, musluklarından şarap akan bir meyhane” diyordum örneğin. Bir ulusalcıya “Cennet’te ezan Türkçe okunuyor. Cennet’in köylerinde de Köy Enstitüleri var” dediğimde sevincini görmeliydiniz. İsacılar’la görüşmelerimde ise, alttan alarak, “evet, Cennet’te ezan okunuyor ama Ermenice, Süryanice ve Rumca olarak” diyordum. Sonunda anladım ki, Cennet, insanları mutlu etmedikçe hiç bir işe yaramaz. Ama insanların mutlulukları, başkalarının mutsuzluğunu getirir. Bu nedenle herkesin ayrı cenneti olmalı.

Her neyse... Herkesin tanıdığı, hergün, resmi, gazeteleri boy boy kaplayan bir insan olarak yaşarken, hastalığımı unutmuştum. Ama bu arada, kendini ölmüş gibi gösteren başka adamlar da ortaya çıkmaya başladı. Dirildiklerine yemin billah ediyorlardı. Üstelik, Cennet öyküleri, benimkilere hiç benzemiyordu. Bu da benim Cennet öyküsü tekelimi sarstı, saygınlığımı yerle bir etti. Bu kez, gazetelerin ilk sayfalarını, onlarla Cennet-Cehennem atışmalarımız dolduruyordu. Hah, bir de lanet olası doktorlar, benim gibi şan-şöhret peşinde koşmaya karar verip de gerçekleri açıklamasın mı?! İşte orada film koptu. Korkarım yakında evimi taşlamaya başlarlar. İyisi mi, ölümümü geciktiren şu hapları bırakayım. Ölür kurtulurum. Ama o da ne? O Cennet’i anlattığım insanlar neden ellerinde çiçeklerle evime doğru geliyorlar? Pencereden görebildiğim kadarıyla bir hayli kalabalıklar. Ayyaş Selim mi bu, kapıdaki? Ne diyor bana?

- Hocam sağol! Sen bir üçkağıtçısın, bizi kandırdın, dirildiğin falan yok. Önce sana kızdık, evini taşlamak için yola çıkıyorduk. Sonra düşündük, Yorgo, “ama bak hoca hep bizim mutlu olabileceğimiz biçimde çizmiş Cennet’i ve bizi mutlu etmek için Cennet’i birer birer bireysel olarak çizerken, bizden asla bir karşılık beklemedi” dedi. Biz de biraz daha düşündük ve ikna olduk. Hoca, yakında öleceğini duyduk; seni son günlerinde mutlu edeceğiz; öldükten sonra hiçbirşey anımsamayacaksın ama ölene dek seninleyiz.

- Ben de, öldüğümde bu kez inanmazsınız diye düşünmüştüm. Hem ben, sandığınız gibi iyi değilim. Bu Cennet öykülerini karşılık beklemeden anlattığım doğru değil; şan-şöhret için yaptım.

- Evet ama, sonuçta yakında öleceksin. Ölümü yenemezsin ama ölüme gülerek gidebilirsin. Yaşarken ne kadar çok insanı mutlu edersen, ölüme o kadar çok gülerek gidebilirsin.



Bunun üzerine, güldüm ve güldüm ve güldüm...(*)






(*) Bu bitiriş, aşağıdaki şiir çevirisinden esinlendi:
Okara, G. (2002). Güldün ve güldün ve güldün (çev. U.B. Gezgin).

Gezgin, U.B. (2017). Dünyayı Şiirle Dolaşmak: 2000’den 2017’ye Dünya Şiiri Çevirileri


Kaynak: Gezgin, U. B. (2009). Barbar Türkler, İMF’ye Karşı (gülmece öyküleri) [Barbarian  Turks against  IMF- Short Stories]. Ho Çi Min Kenti, Vietnam, 2009.


BARBAR TÜRKLER İMF’YE KARŞI (GÜLMECE ÖYKÜLERİ)

Ulaş Başar Gezgin

İçindekiler

Eyids, Ölüm, Yaşam...

Satılık Yüz, Kiralık Yüz

Cennet’e Cehennem’e Döşenen Yol...

Gerçek Gülüşlüler...

Devre-yaşam

Birinci Ay Savaşı. 

İnsanları Ayakkabılarından Tanıyan Adam.

İstanbul’da 1 Milyon Bangkoklu; Bangkok’ta 1 Milyon İstanbullu...

Bümbüyüklerle Kümküçükler...

Çocuk, Çocuk, Lanet Olası Çocuk. 

Dünya: Kapkaranlık Bir Gezegen.

Yaşamın Anlamı.

Beşizistan’ın Öyküsü. 

Doktor’un Ölümü.

Yanardağlar Patladığında.

Güldüm ve Güldüm ve Güldüm...

Aşçı Kral. 

Tanrı Yaratmak (ya da Toplamak).

Bali’de Bitimsiz Bir Gece.

Uzaylıların Gizli Oyunları…

Düşünürler Maçının Uzatmaları...

“Barbar Türkler, İMF’ye Karşı!”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Featured Post

Yapay Zekanın Ayrımcılığına Karşı Yapay Zeka Adaleti ve Yurttaş Yapay Zekası

  Yapay Zekanın Ayrımcılığına Karşı Yapay Zeka Adaleti ve Yurttaş Yapay Zekası   Prof.Dr. Ulaş Başar Gezgin, ulasbasar@gmail.com Twitt...