Dünya: Kapkaranlık Bir Gezegen
Ulaş Başar Gezgin
Dünya, artık, kapkaranlık bir gezegen. Karanlık
bir dünyaya ‘gezegen’ denilebilirse, işte o kadar. Herşey, uzun yaşam
arayışıyla başladı. Dünyayı elinde tutan bir avuç zengin, “biz özeliz,
zenginiz; o zaman ömrümüz kısa olmamalı” diyerek tüm araştırmacılara yüklü
paralar ödediler. Ölümsüzlük arayışı, o da olmazsa uzun ömür arayışı hep vardı.
Ancak bunun için bu kadar büyük paralar ödenmemişti şimdiye dek. Çözüm, tıptan
değil, beklenmedik bir alandan çıktı: Uzay fiziği. Hani şu evrenin nasıl
oluştuğunu açıklayabilen ama neden oluştuğunu ve yokluktan varlığın nasıl
çıktığını anlatamayan bilim. Bu bilim, varlığın oluşumu yerine varlığın nasıl
bugünkü duruma geldiğini anlatmakta başarılıdır; bu nedenle kimseciklere
yaranamaz. Ama bu uzun ömür arayışında (insanlar, gerçekleşemeyeceğini
anladıklarından, ölümsüzlükten çoktan vazgeçmişlerdi), uzay fiziği en önemli
bilim oldu. Neden? Çünkü uzay fizikçileri şuna dikkat çektiler: Güneşte yaşayan
bir insan, daha uzun yaşar; çünkü güneşin kendi yörüngesinde dönüş süresi, daha
uzundur. Güneşte 1 gün, 27 ile 35 gün arasına karşılık gelir. Dolayısıyla
Dünya’da 60 yıllık bir yaşam, Güneş’te 1620 ile 2100 yıl arası bir yaşama
karşılık gelir. Bunu duyan varsıllar, tüm paralarını Güneş’e yolculuk ve
Güneş’te yerleşim için harcadılar.
Zenginler, uzun yaşam için Güneş’e
yerleşirlerken, yanlarında tüm bilimcileri de götürdüler. Bilimciler, bundan
büyük haz duydular; çünkü Güneş’te yerleşim, insanlık için büyük bir adımdı ve
onlar, bu büyük adımın öncüsü olmak istiyorlardı. Böylece, varsıllar ve
bilimciler gidince, herşey, biz yoksullara kaldı. Dinciler ve sanatçılar öne
çıktılar. Bilimciler gidince meydan onlara kalmıştı. Daha önce din devletleri
çıkmıştı ama sanat devletleri hiç çıkmamıştı. Bu sanat devleti yapısında,
sanatçı olmayanlar, yönetici olamıyordu. İktidar hevesindeki insanlar, yönetici
olabilmek için sanata yöneliyorlardı. Bu yönetim, popçuları ve mankenleri
sanatçıdan saymıyor (ne kadar ayıp değil mi, yaptıkları), onları sınırdışı
ediyordu. Popçular ve mankenler, ülke dışında, Sürgünde En Sevilen Sanatçılar
Meclisi’ni kurmuşlardı ve dincilerden destek alıyorlardı. Eskiden dinle bilim
savaşırken, bugün dinle sanat çarpışıyor; popçular ve mankenler, sanatçılara
karşı, bir bir kapanıyor ya da hacı sakalı bırakıyordu. Ülke, bu hariçten gazel
okuyanlara karşın, gücünü arttırdı ve öyle bir noktaya geldi ki, ülkenin
sanatçı oranı, okuma-yazma oranından yüksek duruma geldi. İşte bu noktada,
Sanatistan, başka ülkelere sanat devrimi ihraç etme kararı aldı ve nice
sanatçıyı diğer ülkelere gönderdi.
Şimdi, bu anlatımımdan, dünyanın din devletleri
ve sanat devletleri olarak ikiye ayrıldığını sanabilirsiniz. Böylesi, yorgun
insan zihninin de kolayına gidenidir. Oysa, dünyada çeşit çeşit devlet çıktı:
Marangozistan’da yalnızca marangozlar yönetici olabiliyordu; çünkü
–söylendiğine göre- ülke yönetmek, tahtayı yontup biçim vermeye benzerdi. Bunu
da en iyi, marangozlar bilirdi. Marangozlara temel karşı çıkışı, yonutçular ya
da eskilerin deyişiyle heykeltraşlar oluşturuyordu. Onlara göre, ülke yönetmek,
zor bir işti; taş yontmak, tahta yontmaktan daha zor olduğu için, bu işi,
yonutçular, marangozlardan daha iyi yapardı. Terzistan’da terziler, ülke
yönetmeyi elbise biçmeye benzetirken; Kasabistan’daki temel savsöz, “ülke için
et kesen de eti kesilen de şereflidir; bu nedenle, ülkeyi en iyi, kasaplar
yönetir” biçimindeydi. Böyle say say gider. Yani anlayacağınız, ne kadar meslek
varsa o kadar devlet biçimi vardı. Ancak herbirinde de en büyük güç, dinciler
ve sanatçılardı. Çünkü bu ikisi, din ve sanat uğruna, marangoz da olabiliyordu
kasap da ve daha neler neler…
Biz Dünya’da böyle birbirimizi yiyeduralım,
Güneş’te yavaş yavaş çatışmalar başlamış. Bilimciler, Güneş’i, köpek gibi
çalıştırıldıkları Dünya’nın tam tersine olarak bir bilim cenneti olarak
görmüşler; ancak, varsılların baskısıyla karşılaşmışlar yine. Güneş’e ilk
gidenler, en varsıllar, Güneş’in kutuplarına yerleşmiş. Bunu anlamakta
zorlandım ama nedenini şöyle açıklıyorlar: Dünya’nın tersine, Güneş, katı
durumda değil; gaz biçiminde. Bu nedenle, değişik bölgelerinin kendi çevresinde
dönüş hızı farklı. Dünya’nın her yanı, aşağı yukarı 24 saatte kendi çevresinde
döner; dönüş hızı, her yerde aşağı yukarı aynıdır. Ancak, Güneş bir gaz küresi
olduğundan, kutuplar bölgesi, kendi çevresinde 35 günde dönerken, 0 enleminde
yani orta noktada 27 günde dönüyor. Dolayısıyla, Güneş’in kutuplarında yaşayan
bir insan, orta noktasında yaşamış bir insandan daha uzun yaşamış oluyor; çünkü
bir güneş günü, kutuplarda en uzunu. İşte bu nedenle, ilk gelenler, kutuplara
gitmiş. Bilimciler,
varsılların baskısıyla karşılaşınca, onlarla yaşamak istememişler; kutuplardan
orta noktalara kaçmışlar. Aradan yıllar geçmiş; bilimciler Güneş’in ortasında
mutlu mesut yaşarlarken, içlerine bir sıkıntı saplanmış; “varsılları buraya
taşıyan, biziz ama onlar bizden daha uzun yaşıyorlar kutuplarda” diyerek öfkelenmişler
ve kutuplara akınlar düzenlemişler. Aralarındaki savaşlar nedeniyle Güneş’in
kara lekeleri yavaş yavaş büyümüş; sonra da tüm Güneş’i kaplamış.
Anlayacağınız, Güneş bile dar gelmiş onlara. Bu kara lekeler artınca, Güneş’in
her yerinde kendi çevresinde dönüş hızı aynı olmuş. Böylece, bilimcilerle
varsılların kavga etmesi için bir neden kalmamış. Yorgan gitmiş, kavga bitmiş.
Ancak, işte bakın, olan, bize oldu: Dünya artık, kapkaranlık bir gezegen.
Karanlık bir dünyaya ‘gezegen’ denilebilirse işte o kadar. Dinciler, yüzlerce
dinsizi toplayıp tanrıya ve tanrılara kurban ettiler. Bunlar içinde,
Güneş-Tanrı Ra’ya tapan Mısır dincileri ile ülkeleri Japonya’yı ‘güneş ülkesi’
ve imparatorlarını güneş-tanrının oğlu olarak gören Şintocular’ın törenleri
görülmeye değerdi. Düşünün bir; Güneş sönmüş, tanrıları ölmüştü. Onlarınki,
sönmüş bir tanrı için son çırpınışlardı. Ancak ne yapsalar ne etseler, Güneş
yine de canlanmadı. Hala karanlıktayız. Sanatçılar ise, Güneş için nice resim
çizdiler; nice oratoryo bestelediler. Eski, yanık Güneş’e özlemleri her
yerinden fışkırıyordu bu yapıtların. Çare yoktu yine de. Güneş, sönmüştü artık.
Ben mi? Ben ner’de miyim? Ne mi yapıyorum? Ben Yazaristan’da yaşıyorum.
Yalnızca yazarlar yönetici olabildiği için, tüm bu iktidar hırsımla, yazarmışım
gibi yapıyorum. Bu öyküyü de beni yazar sansınlar diye yazdım. Peki bu yaptığım
diriltir mi Güneş’i? Hiç sanmam...
Kaynak: Gezgin, U. B. (2009). Barbar Türkler, İMF’ye Karşı (gülmece öyküleri) [Barbarian Turks against IMF- Short Stories]. Ho Çi Min Kenti, Vietnam, 2009.
BARBAR TÜRKLER İMF’YE KARŞI (GÜLMECE ÖYKÜLERİ)
Ulaş Başar Gezgin
İçindekiler
Eyids, Ölüm, Yaşam...
Satılık Yüz, Kiralık Yüz
Cennet’e Cehennem’e Döşenen Yol...
Gerçek Gülüşlüler...
Devre-yaşam
Birinci Ay Savaşı.
İnsanları Ayakkabılarından Tanıyan Adam.
İstanbul’da 1 Milyon Bangkoklu; Bangkok’ta 1 Milyon İstanbullu...
Bümbüyüklerle Kümküçükler...
Çocuk, Çocuk, Lanet Olası Çocuk.
Dünya: Kapkaranlık Bir Gezegen.
Yaşamın Anlamı.
Beşizistan’ın Öyküsü.
Doktor’un Ölümü.
Yanardağlar Patladığında.
Güldüm ve Güldüm ve Güldüm...
Aşçı Kral.
Tanrı Yaratmak (ya da Toplamak).
Bali’de Bitimsiz Bir Gece.
Uzaylıların Gizli Oyunları…
Düşünürler Maçının Uzatmaları...
“Barbar Türkler, İMF’ye Karşı!”
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder