Videolar

17 Aralık 2017 Pazar

Dünya: Kapkaranlık Bir Gezegen (öykü)

Dünya: Kapkaranlık Bir Gezegen

Ulaş Başar Gezgin


Dünya, artık, kapkaranlık bir gezegen. Karanlık bir dünyaya ‘gezegen’ denilebilirse, işte o kadar. Herşey, uzun yaşam arayışıyla başladı. Dünyayı elinde tutan bir avuç zengin, “biz özeliz, zenginiz; o zaman ömrümüz kısa olmamalı” diyerek tüm araştırmacılara yüklü paralar ödediler. Ölümsüzlük arayışı, o da olmazsa uzun ömür arayışı hep vardı. Ancak bunun için bu kadar büyük paralar ödenmemişti şimdiye dek. Çözüm, tıptan değil, beklenmedik bir alandan çıktı: Uzay fiziği. Hani şu evrenin nasıl oluştuğunu açıklayabilen ama neden oluştuğunu ve yokluktan varlığın nasıl çıktığını anlatamayan bilim. Bu bilim, varlığın oluşumu yerine varlığın nasıl bugünkü duruma geldiğini anlatmakta başarılıdır; bu nedenle kimseciklere yaranamaz. Ama bu uzun ömür arayışında (insanlar, gerçekleşemeyeceğini anladıklarından, ölümsüzlükten çoktan vazgeçmişlerdi), uzay fiziği en önemli bilim oldu. Neden? Çünkü uzay fizikçileri şuna dikkat çektiler: Güneşte yaşayan bir insan, daha uzun yaşar; çünkü güneşin kendi yörüngesinde dönüş süresi, daha uzundur. Güneşte 1 gün, 27 ile 35 gün arasına karşılık gelir. Dolayısıyla Dünya’da 60 yıllık bir yaşam, Güneş’te 1620 ile 2100 yıl arası bir yaşama karşılık gelir. Bunu duyan varsıllar, tüm paralarını Güneş’e yolculuk ve Güneş’te yerleşim için harcadılar.

Zenginler, uzun yaşam için Güneş’e yerleşirlerken, yanlarında tüm bilimcileri de götürdüler. Bilimciler, bundan büyük haz duydular; çünkü Güneş’te yerleşim, insanlık için büyük bir adımdı ve onlar, bu büyük adımın öncüsü olmak istiyorlardı. Böylece, varsıllar ve bilimciler gidince, herşey, biz yoksullara kaldı. Dinciler ve sanatçılar öne çıktılar. Bilimciler gidince meydan onlara kalmıştı. Daha önce din devletleri çıkmıştı ama sanat devletleri hiç çıkmamıştı. Bu sanat devleti yapısında, sanatçı olmayanlar, yönetici olamıyordu. İktidar hevesindeki insanlar, yönetici olabilmek için sanata yöneliyorlardı. Bu yönetim, popçuları ve mankenleri sanatçıdan saymıyor (ne kadar ayıp değil mi, yaptıkları), onları sınırdışı ediyordu. Popçular ve mankenler, ülke dışında, Sürgünde En Sevilen Sanatçılar Meclisi’ni kurmuşlardı ve dincilerden destek alıyorlardı. Eskiden dinle bilim savaşırken, bugün dinle sanat çarpışıyor; popçular ve mankenler, sanatçılara karşı, bir bir kapanıyor ya da hacı sakalı bırakıyordu. Ülke, bu hariçten gazel okuyanlara karşın, gücünü arttırdı ve öyle bir noktaya geldi ki, ülkenin sanatçı oranı, okuma-yazma oranından yüksek duruma geldi. İşte bu noktada, Sanatistan, başka ülkelere sanat devrimi ihraç etme kararı aldı ve nice sanatçıyı diğer ülkelere gönderdi.

Şimdi, bu anlatımımdan, dünyanın din devletleri ve sanat devletleri olarak ikiye ayrıldığını sanabilirsiniz. Böylesi, yorgun insan zihninin de kolayına gidenidir. Oysa, dünyada çeşit çeşit devlet çıktı: Marangozistan’da yalnızca marangozlar yönetici olabiliyordu; çünkü –söylendiğine göre- ülke yönetmek, tahtayı yontup biçim vermeye benzerdi. Bunu da en iyi, marangozlar bilirdi. Marangozlara temel karşı çıkışı, yonutçular ya da eskilerin deyişiyle heykeltraşlar oluşturuyordu. Onlara göre, ülke yönetmek, zor bir işti; taş yontmak, tahta yontmaktan daha zor olduğu için, bu işi, yonutçular, marangozlardan daha iyi yapardı. Terzistan’da terziler, ülke yönetmeyi elbise biçmeye benzetirken; Kasabistan’daki temel savsöz, “ülke için et kesen de eti kesilen de şereflidir; bu nedenle, ülkeyi en iyi, kasaplar yönetir” biçimindeydi. Böyle say say gider. Yani anlayacağınız, ne kadar meslek varsa o kadar devlet biçimi vardı. Ancak herbirinde de en büyük güç, dinciler ve sanatçılardı. Çünkü bu ikisi, din ve sanat uğruna, marangoz da olabiliyordu kasap da ve daha neler neler…

Biz Dünya’da böyle birbirimizi yiyeduralım, Güneş’te yavaş yavaş çatışmalar başlamış. Bilimciler, Güneş’i, köpek gibi çalıştırıldıkları Dünya’nın tam tersine olarak bir bilim cenneti olarak görmüşler; ancak, varsılların baskısıyla karşılaşmışlar yine. Güneş’e ilk gidenler, en varsıllar, Güneş’in kutuplarına yerleşmiş. Bunu anlamakta zorlandım ama nedenini şöyle açıklıyorlar: Dünya’nın tersine, Güneş, katı durumda değil; gaz biçiminde. Bu nedenle, değişik bölgelerinin kendi çevresinde dönüş hızı farklı. Dünya’nın her yanı, aşağı yukarı 24 saatte kendi çevresinde döner; dönüş hızı, her yerde aşağı yukarı aynıdır. Ancak, Güneş bir gaz küresi olduğundan, kutuplar bölgesi, kendi çevresinde 35 günde dönerken, 0 enleminde yani orta noktada 27 günde dönüyor. Dolayısıyla, Güneş’in kutuplarında yaşayan bir insan, orta noktasında yaşamış bir insandan daha uzun yaşamış oluyor; çünkü bir güneş günü, kutuplarda en uzunu. İşte bu nedenle, ilk gelenler, kutuplara gitmiş. Bilimciler, varsılların baskısıyla karşılaşınca, onlarla yaşamak istememişler; kutuplardan orta noktalara kaçmışlar. Aradan yıllar geçmiş; bilimciler Güneş’in ortasında mutlu mesut yaşarlarken, içlerine bir sıkıntı saplanmış; “varsılları buraya taşıyan, biziz ama onlar bizden daha uzun yaşıyorlar kutuplarda” diyerek öfkelenmişler ve kutuplara akınlar düzenlemişler. Aralarındaki savaşlar nedeniyle Güneş’in kara lekeleri yavaş yavaş büyümüş; sonra da tüm Güneş’i kaplamış. Anlayacağınız, Güneş bile dar gelmiş onlara. Bu kara lekeler artınca, Güneş’in her yerinde kendi çevresinde dönüş hızı aynı olmuş. Böylece, bilimcilerle varsılların kavga etmesi için bir neden kalmamış. Yorgan gitmiş, kavga bitmiş.

Ancak, işte bakın, olan, bize oldu: Dünya artık, kapkaranlık bir gezegen. Karanlık bir dünyaya ‘gezegen’ denilebilirse işte o kadar. Dinciler, yüzlerce dinsizi toplayıp tanrıya ve tanrılara kurban ettiler. Bunlar içinde, Güneş-Tanrı Ra’ya tapan Mısır dincileri ile ülkeleri Japonya’yı ‘güneş ülkesi’ ve imparatorlarını güneş-tanrının oğlu olarak gören Şintocular’ın törenleri görülmeye değerdi. Düşünün bir; Güneş sönmüş, tanrıları ölmüştü. Onlarınki, sönmüş bir tanrı için son çırpınışlardı. Ancak ne yapsalar ne etseler, Güneş yine de canlanmadı. Hala karanlıktayız. Sanatçılar ise, Güneş için nice resim çizdiler; nice oratoryo bestelediler. Eski, yanık Güneş’e özlemleri her yerinden fışkırıyordu bu yapıtların. Çare yoktu yine de. Güneş, sönmüştü artık.

Ben mi? Ben ner’de miyim? Ne mi yapıyorum? Ben Yazaristan’da yaşıyorum. Yalnızca yazarlar yönetici olabildiği için, tüm bu iktidar hırsımla, yazarmışım gibi yapıyorum. Bu öyküyü de beni yazar sansınlar diye yazdım. Peki bu yaptığım diriltir mi Güneş’i? Hiç sanmam...


Kaynak: Gezgin, U. B. (2009). Barbar Türkler, İMF’ye Karşı (gülmece öyküleri) [Barbarian  Turks against  IMF- Short Stories]. Ho Çi Min Kenti, Vietnam, 2009.


BARBAR TÜRKLER İMF’YE KARŞI (GÜLMECE ÖYKÜLERİ)

Ulaş Başar Gezgin

İçindekiler

Eyids, Ölüm, Yaşam...

Satılık Yüz, Kiralık Yüz

Cennet’e Cehennem’e Döşenen Yol...

Gerçek Gülüşlüler...

Devre-yaşam

Birinci Ay Savaşı. 

İnsanları Ayakkabılarından Tanıyan Adam.

İstanbul’da 1 Milyon Bangkoklu; Bangkok’ta 1 Milyon İstanbullu...

Bümbüyüklerle Kümküçükler...

Çocuk, Çocuk, Lanet Olası Çocuk. 

Dünya: Kapkaranlık Bir Gezegen.

Yaşamın Anlamı.

Beşizistan’ın Öyküsü. 

Doktor’un Ölümü.

Yanardağlar Patladığında.

Güldüm ve Güldüm ve Güldüm...

Aşçı Kral. 

Tanrı Yaratmak (ya da Toplamak).

Bali’de Bitimsiz Bir Gece.

Uzaylıların Gizli Oyunları…

Düşünürler Maçının Uzatmaları...

“Barbar Türkler, İMF’ye Karşı!”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder