Tarih(çilik)
ve Öykü(cülük): Nerede Nasıl Ayrılıyorlar?
Ulaş Başar Gezgin
İggers’ın
(1997), üniversitelerde ders kitabı olarak okutulan tarihyazımı kitabı,
öykü-tarih ve kurgu-gerçeklik ilişkileri üstüne tartışmak için, kaydadeğer
başlangıç noktaları sunuyor. Bu bölümde, İggers’ın görüşlerini anarak, fakat
ona tümüyle bağlı kalmadan, sözkonusu ilişkileri ele alıyoruz. İggers’ın
görüşlerine geçmeden, Avrupa dillerinde ‘tarih’ ile ‘öykü’nün aynı Eskil (antik) Yunanca ve Latince sözcükten
türeme olduğuna dikkat çekelim: Historia. Bu sözcük ise, eskil Yunanca ve hatta
ön-Hint-Avrupaca’daki ‘bilen, araştıran, bilge kişi’ anlamlarına gelen sözcüğe
karşılık geliyor.
Tarihe saf
bakış, tarihçinin, olayları olduğu gibi yazdığını ileri sürüyor. İggers’a göre,
eskiden, tarih, bir yazın türü olarak ele alınıyordu ve günümüzde tarihçinin
nesnelliğinden söz edilse de, tarih, bugün de, yazından tümüyle kopuk değil;
çünkü tarihyazımı, öykülemeyi; öykülemeyse, kurguyu gerektiriyor. Tam da bunun
için, tarih kavramının yanına, ‘tarihyazımı’ (historiography) diye bir kavram
da konulmuş durumda. Yine de, eskil tarihçiler, tarihlerine ders çıkarılacak
öykücükler koyarken; bugün, bu, tarihçide olması beklenen nesnelliğin dışına
taşmak olarak değerlendiriliyor.
Bununla
bağlantılı olarak, günümüzde tarih felsefesindeki yaygın görüşlerden biri,
tarihyazımının nesnel olamayacağı ve tarihçinin değer yargılarından her durumda
etkileneceği biçimindeki görelilik. Bu, tarihi, yazına daha da yaklaştırıyor.
Bu açıdan, tarih, bir yazın türü olarak değerlendiriliyor. Bu görüşe göre,
‘tarihsel gerçeklik’ diye bir şey yoktur; tarih, kurgudur. İggers’ın bu
konudaki düşüncesi şu: Tarihin yazınsal özellikleri vardır ama tarih, yine de,
yazından farklı olarak, olmuş bir olayı anlatma savını taşır; oysa yazın, olmuş
olayları anlatmak zorunda değildir. İggers’a göre, bu yaklaşım, tarihi çarpıtma
ile dürüst tarihçilik arasında bir sınır koymadığı için yanılıyor.
İggers,
tarihçilikteki nesnel kalma çabası ile tarihin siyasetin bir aracı olması
arasındaki çelişkiye dikkat çekiyor. Tarihçi, bilincinde olsa da olmasa da, bir
dünya görüşüne sahip. Bu görüş, neye bakıp neye bakmadığını ve baktıklarında
neyi görüp neyi görmediğini belirliyor. Bakılabilecekler ve görülebilecekler
çeşit çeşit olsa da, bakılamayacaklar ve görülemeyecekler, belirgin. Örneğin,
bir taraf, olayı fetih olarak algılar; öteki taraf, işgal olarak; ama iki
tarafın da uzlaşacağı nokta, bir ülkenin ordusunun başka bir ülkeye girdiğidir.[1]
Bu, öykücülükte
de yansımaları olan bir çelişki. Kamera ya da yazarın gözü, tarihçinin
bakma/görme yeğleyimlerine benzer bir nitelik taşıyor: Vietnam ve Irak
filmlerinde, Amerikan askerleri, kahraman; direnişçilerse, vahşi olarak
gösteriliyor. Vurdulu-kırdılı Amerikan filmlerinde, Amerikalı başkişi(ler),
dünyayı suçlulardan vd. kurtarıyor; sanki yüksek suç oranı, ABD’nin vahşi sermaye
düzeninin ürünü değilmiş gibi. Kızılderili filmlerinde, gerçekte vatan
savunması yapan yerliler, kendi kafalarına estiği zaman saldıran hayvanlar gibi
gösteriliyor. Oysa, Sovyet döneminde gösterilen, Yugoslav Kızılderili Goyko
Mitiç’in başkahraman olduğu filmler, bunların tersi bir resim çiziyor.
İggers’a göre,
20. yüzyıla girilirken, tarih anlayışında iki düşünce etkiliydi: Birincisi,
tarihçiliğin bir uzman işi olarak kamuya kapalı olması; ikincisi, tarihin bir
bilim olarak görülmesi. Bunlara ek olarak, geçmişte tarih, bireyler (kral vb.)
üstünden yazılırken, bugün tarih, toplumsal koşullara ve toplumun değişik
kesimlerine odaklanıyor. Tarih alanı, çok güçlü olmasa da, tarihyazımının
halklaşmasını yaşıyor.[2]
Bunun bir ürünü olarak, tarih, genil (makro) olaylar yanında, minil (mikro)
olayları da inceliyor; “ayağa düşüyor”. Tarihin halklaşmasıyla tarihçinin
halklaşması farklı. İlkinde, tarihçiler, halktan insanları ele almaya başlıyor;
ikincisinde, halktan insanlar olan tarihçiler, halktan olan ya da olmayanları
ele alabiliyor. Bu ayrım, öykücülükte de geçerli: 20. yüzyıla dek, yazın,
soyluların işiydi. Sonra soylular, öykülerinde ‘soysuz’ları da işlemeye
başladılar; bir yandan da ‘soysuz’lar, o zamana dek soylu mesleği olan
öykücülüğe kabul edilmeye başladılar.
Ayrıca günümüz
tarihi, betimlemeden açıklamaya yönelmiş durumda. Tarih, bugün, yalnızca olanı
betimlemekle kalmıyor; olanın neden öyle olduğunu da açıklama görevini
üstleniyor. Örneğin, “başbakan istifa etti” yerine, “başbakan, şu şu şu nedenlerle
istifa etti” gibi bir açıklama getiriliyor. Bu ayrım da, öykü için anlamlı. Bir
suçluyu konu alan öykü, onu suçlu diye betimleyip orada durabilir ya da onun
suçlu olma nedenlerini ele alabilir.
Son yüzyılda
tarihyazımındaki bir diğer değişim, sömürgesizleştirme sürecinin tarihe
yansımaları. Eski sömürgeler kendi tarihlerini yazıyorlar. Avrupacı tarih
anlayışları sorgulanıyor. Bununla koşut olarak, sömürgecilik sonrası yazın da
gelişiyor.[3]
Ayrıca, kadınların toplumsal konumlarındaki ilerlemeler sonucu, eskiden
erkeklere özgü bir meslek olan tarihçilik, kadınların da mesleği olabiliyor;
dişilci (feminist) tarihyazımı girişimleri, tarihi kadınların gözünden yeniden
yazıyor. Yine buna koşut olarak, dişilci yazın gelişiyor. Üçüncüsü, yerel
tarihler önem kazanıyor. Dördüncüsü, toplumun ötekileri, günümüz tarihinde daha
görünür kılınmış durumda: Eskiden Amerikan tarihi, Afrikalı-Amerikalılar’a yer
vermezken, bugün, durum, böyle değil.[4]
Tarih, taraflı
olsa da, farklı tarafların tarihyazımlarına aynı metinde yer verilerek, nesnel
olmasa da özneler-arası bir yaklaşım geliştirilebilir. Bunun benzeri, kimi
yazınsal anlatılarda da bulunmaktadır. Aynı olayın birkaç kişi tarafından
farklı farklı yansıtıldığı filmler bulunmaktadır. Kurosawa’nın ‘Raşomon’ filmi
(1950) ve zamansal olarak daha yakın bir örnek olarak ‘Bakış Açısı’ (Vantage
Point) filmi (2008), aynı olayın farklı kişilerce anlatılmasından oluşmaktadır.
Burada, ‘aynı olay’ dedik; ama bu farklı bakışlar, olayın da (ya da olayın
bile) aynı olmadığı gibi görece bir yoruma yol açabiliyor.
Tarihin tarih
olan tarihinin toplumsal bilimlerle benzer bir süreçten geçtiği söylenebilir.
Bir alıntıyla açıklayalım:
“İnsanbilim (antropoloji) tarihinin 3
döneminden söz edilebilir: İlk dönemde, sömürgeciler, ‘geri’ toplumlara bakarak
insanlığın geçmişini anlamak için insanbilimi kurdular; ‘beyaz adamın
üstünlüğü’ egemendi. İkinci dönemde, ‘beyaz adamın üstünlüğü’ geri tasara
atıldı ama bu kez, ‘aklın üstünlüğü’ öne çıktı; akla dayanmayan tüm uygulamalar
‘geri’ydi. Üçüncü dönemde, bu uyduruk boşinançlar, ‘ekinsel zenginlik’ adı
altında bilimin tam da göbeğine boca edildi. “Hiç bir inanış diğerinden üstün
değil”di, “hepsinin ayrı bir değeri var”dı. ‘Görececilik’, bilim diye
yutturuldu. Günümüzde, bu görececilik
yavaş yavaş sorgulanıyor; çünkü bu görececilik, bireyleri ve toplumları
yüzlerce yıl öncesinin karanlığına boğuyor. Sermaye düzeninin 2008’deki
bunalımının, bu görececiliğin sorgulanmasına büyük katkısı olacağını
düşünebiliriz; çünkü bu görececilik, yeni-serbestçiliğin (neo-liberalizm) bilgi
alanındaki karşılığı idi...” (Gezgin, 2009a)
2008 bunalımının
sonucu olarak, dünyanın birçok ülkesinde, toplumsalcı yapıtlar, yeniden
okunuyor; Japonya’da gemi işçilerinin ayaklanmasını konu alan ‘Kanikosen’
romanı (1929), çoksatar oluyor ve 50 yılı aşkın bir süre sonra yeniden filme
çekiliyor. Bu sürecin, halkçı tarih anlayışlarını da diriltip diriltmeyeceğini
göreceğiz.
20. yüzyılla
birlikte, devletin yurttaşlarına aşıladığı kamusal tarih, sorgulanmaya başladı.
Bir yandan, kamusal tarih de dönüşüme uğrayabiliyor. Örneğin, toplumsalcı Çin
döneminde, kamusal tarihte, halk düşmanı olarak gösterilen Çin Hanedanlığı
kurucusu, başyayılman (imparator) Şi Huang, Çin’in dünya devi olmaya oynadığı
günümüzde, Çin’i birleştiren büyük yurtsever olarak yeni bir çerçeveye
konuluyor (bkz. Gezgin, 2009b). Öykü de, toplumsalcı gerçekçiliğin ve yeraltı
yazınının çıkışıyla, yazın üstündeki devlet tekelinin dışına taştı; devlet
sanatçılığı kavramı, varlığını sürdürse de. Sovyetler’in çöküşüyle, etkisini
büyük oranda yitiren toplumsalcı gerçekçilik, sermaye düzeninin 2008’deki
bunalımıyla yeniden ilgi topluyor.
Tarih-öykü
karşılaştırması, doğal olarak, şu soruyu da akla getiriyor: Günlük anlatıyla
öyküsel anlatı arasındaki fark ne? Günlük anlatının varlık nedeni,
yaşanmışlığıdır; sanatsal olmayabilir ve herkes için ilginç olmak zorunda
değildir; çeşitli öykücülük ölçütlerine uyması da beklenmez. Tarih anlatıları
da böyle. Tarih, yaşanmış olaylara dayandığı için, ilginç olmak zorunda
değildir; her yaşanan, ilginç olamaz. Tarih, zaten birçokları için sıkıcıdır;
çünkü çoğunluğun, tarihsel anlatının neden dinlenmesi gerektiği konusunda
oluşturduğu olumlu bir düşünce bulunmamaktadır.
Bir diğer soru,
belgeselle kurgu arasındaki farktır. Belgesel, gerçeklere dayanır ya da
dayandığını ileri sürer ve belgeselde olaylar, birbirlerine gevşek olarak
bağlıdır. Belgesellerde eşkonuşmalar (diyalog) ve görüntüler ağırlıklıdır.
Tarihte ise, eşkonuşmalar, en aza indirilmiştir; olaylar ve kuru bilgi,
ağırlıktadır. Tarih eğitimi, tarihi ilginçleştirmek için, eşkonuşmaya ve
canlandırmaya dayanabilir. Tarihin çoğunluk için sıkıcı olmasının bir diğer
nedeni, okullardaki tarih eğitiminin (gereksiz) ayrıntıları akılda tutmaya
dayanmasıdır. Tarih, bilgileri akılda tutturmayı amaçlayarak, onların akılda
tutulmamasını başarır; öykü ise, akılda kalmayı amaçlamaz ve böylece akılda
kalır.
Tarihçi-öykücü
ilişkisi, gazetecilikteki 5N 1K ilkesini yeniden değerlendirmemizi
gerektiriyor. Bilindiği gibi, 5N 1K, “Ne, nerede, ne zaman, nasıl, neden ve
kim?”e karşılık gelmektedir. Bu 5N 1K, çok önemli bir sorunu unutuyor: Kime?
Tarih/öykü/haber, kime yazılıyor? Bu soru, tüm anlatıyı değiştiriyor. Ayrıca,
‘nesnel tarih/öykü/haber’ diye bir olgu var olamayacağına göre, 5N 1K’ya bir
anlatıcı katmanı eklememiz gerekiyor: Anlatıcı, kim ve ne(ci)? Nasıl, nerede,
ne zaman ve neden anlatıyor? Bu, tarihin/öykünün/haberin 5N 1K’sını doğrudan
etkiliyor. Örneğin, anlatıcının, saray tarihçisi/öykücüsü/habercisi olup
olmadığı önemli. Anlatıcının 1900’de ya da 2000’de yazması da önemli.
Anlatıcının anlatma nedeninin ünlü/zengin vb. olmak için olup olmadığı da, tüm
anlatıyı etkileyecek nitelikte. Haberci, ilginç olmaya çalışır; ama güncel olan
fakat ilginç olmayan haberler de, gazetelerde yer almak zorundadır. Demek ki,
gazetelerde çıkan tüm haberler, aynı düzeyde ilginç olmak zorunda değildir.
Oysa bir öykü, kendini okutabiliyorsa, bu, onun ilginç olduğunu gösterir. Bunun
tersine, ilginç olmayan tarihler de ilginç olmayan haberler de, başka
nedenlerle okunabilir. Öykünün konumu farklı.
Peki İggers’ın
kendisi, kitabında nesnel mi?! Nesnel olabilir mi? Neden kendi tarih anlayışını
doğru saymalıyız? Çeşitli tarihçilik okullarını anlatış biçimi, kendi
tarihçilik anlayışından ne düzeyde etkileniyor? Bu sorular, bu bölüm için de
geçerli. Bu bölüm, bu yazının yazarının yazarlığa bakışının bir ürünü. Buradan
bakınca böyle görünüyor. Siz oradan bakınca ne görüyorsunuz?
İlgisine
Kaynak
Gezgin, U. B.
(2009a). Asya-Pasifik’te Bu Hafta (87): Asya’nın ‘çağdaş’ boşinançları.
Evrensel Hayat Eki, sayı 249, 12 Nisan 2009.
Gezgin, U. B.
(2009b). Asya-Pasifik’te Bu Hafta (78): Çin’in birlik ve beraberliği. Evrensel
Hayat Eki, sayı 237, 18 Ocak 2009.
http://evrensel.net/ekhaber.php?haber_id=43902
Iggers, Georg G.
(1997). Historiography in the Twentieth Century: From Scientific Objectivity to
the Postmodern Challenge. Wesleyan University Press, Hanover.
Ek
1: Okumuş Bir İşçi Soruyor
Yedi
kapılı Teb şehrini kuran kim?
Kitaplar
yalnız kralların adını yazar.
Yoksa
kayaları taşıyan krallar mı?
Bir
de Babil varmış boyuna yıkılan,
kim
yapmış Babil’i her seferinde?
Yapı
işçileri hangi evinde oturmuşlar
altınlar
içinde yüzen Lima’nın?
Ne
oldular dersin duvarcılar Çin Seddi bitince?
Yüce
Roma’da zafer anıtları dikenler?
Sezar
kimleri yendi de kazandı bu zaferleri?
Yok
muydu saraylardan başka oturacak yer
dillere
destan olmuş koca Bizans’ta?
Atlantis’te,
o masallar ülkesinde bile,
boğulurken
insanlar uluyan denizde bir gece yarısı,
bağırıp
imdat istedilerdi kölelerinden.
Hindistan’ı
nasıl aldıydı tüysüz İskender?
Tek
başına mı aldıydı orayı?
Nasıl
yendiydi Galyalıları Sezar?
Bir
ahçı olsun yok muydu yanında onun?
İspanyalı
Filip ağladı derler
batınca
tekmil filosu.
Ondan
başkası acaba ağlamadı mı?
Yedi
Yıl Savaşı’nı ikinci Frederik kazanmış ha?
Yok
muydu ondan başka kazanan?
Kitapların
her sayfasında bir zafer yazılı.
Ama
pişiren kimler zafer aşını?
Her
adımda fırt demiş fırlamış bir büyük adam.
Ama
ödeyen kimler harcanan paraları?
İşte
bir sürü olay sana
Ve
bir sürü soru.
Bertolt Brecht
(Çeviren:
A.Kadir)
Ek
2: Ulusal Tarihler
Övünülecek
ne olabilir
Bir
ulusun tarihinde?
İnsanlığın
tarihi
İnsanın
insanı sömürmesinin tarihi.
İnsanlığın
tarihi
Topluca
mideye indirme çabası:
İnsanlığın
tarihi
Savaş
meydanlarının kanına bulanmış,
Dehşet
verici olaylarla dolu,
Şeytanların
garip dansı:
İnsanlığın
tarihi
Yoksullara
eziyettir.
Gözünü
bağlıyor uysalın
Güçlü:
Selamlanıyor
katiller
Kral
diye tarihte.
Bugün
dünyanın hiçbir köşesinde
Savaş
meydanı olmamış yer yok:
Kan
ile sırılsıklam tüm geçmiş,
Kanla
değilse, gözyaşı ile.
Aileler
yokoluyor
Çok
sayıda ölü,
Umarsızların
çığlığı,
İnliyorlar
tarihte.
Nefret,
bencillik,
Dolandırıcılık,
kıskançlık, çekememezlik,
Yanıltıcı
biçimler ve adlar alarak
Tanımlıyorlar
tarihin gidişini.
Cengiz
Han, Timurlenk,
Nadir
Şah, Gazne, Gori,
Kim
olursa olsun,
En
büyük katliamcı.
Vikingler,
Akhunlar,
İskitler,
Persler,
Pindarlar,
Katiller, kılıçtan
Bir
köprü yaptılar tarihte.
Karanlık
cahillik çağında,
Açlıkta
ve duygulu…
Sürüklendiler
insanlar
Gizemli,
şiddetli güçlerle…
Kendi
başarıları olarak göstererek herşeyi,
Bu
dünyanın yüce efendileri,
İmparatorluklar
kuruldu,
Düzmece
yasalar çıkarıldı…
Unufak
oldular, iskambilden bir ev gibi,
Başka
güçlerin yükselişiyle!
Yeni
bir tarih ortaya çıktı
Birbirine
yakın güçlerden.
Büyüklerin
tezgahladıkları oyunlar
Güçlünün
şiddeti,
Zenginlerin
hileleri,
Bunlar
hükmedebilir mi şimdi? Yo, asla.
İnsanın
insan eliyle sömürüsü,
Bir
ırkın bir ırkı sömürüsü,
Bu
toplumsal çerçeve,
Sürer
mi böyle? Yo, hayır.
Çin’in
yoksul köylüsü,
Çekoslavakya’nın
madencisi,
İrlanda’nın
sınıfı,
Tüm
ezilenler ve acılılar.
Hotentolar,
Zulular, Zenciler,
Tüm
kıtalarda sayısız ırklar
İlan
edecekler tek bir ağızdan
Tarihsel
güçlerin gerçeğini.
Hanedanlık
savaşları,
Krallık
dönemleri,
Tarihler,
kuru belgeler,
Aydınlatmıyorlar
tarihi artık.
Bu
kraliçenin aşk efsaneleri
O
kuşatmanın masrafları
Hedefler,
hesaplar,
Bunlar
değil tarihin özü.
Bastırılamaz
gerçeğin öyküleri
Halının
altına süpürüldü
Tarihin
karanlık rahminde,
Tanımlıyor
şimdi doğasını.
Halktan
bir insan nasıl
Getiriyordu
iki yakasını biraraya eski Mısır’da?
Hangi
işçiler sırtladı dev kayaları
Tac
Mahal’ın yapımında?
Gerçekte
ne yapardı halktan bir insan
İmparatorluğun
fetih serüveninde?
Krallık
tahtırevanını omuzlayan
Kan
ter içindeki adamlar kimlerdi?
Taksila,
Patna,
Akdeniz
kıyıları,
Harappa,
Mohenjodaro,
Kro-Manyonlar’ın
kaya barınaklarında…
Tarihin
seherinde, şafağında
Nasıl
evrimleşti insan?
Hangi
ulus hangi çağda
Ulaştı
hangi ülküye?
Ne
heykelini yarattı? Ne yazınını?
Ne
bilimini? Ne uyumunu?
Neyin
görkemine bu Büyük Yolculuk?
Hangi
muhteşem düş için? Hangi büyük zafer için?
1938
Sri Sri (Srirangam
Srinivasa Rao) (1910-1983)
Telugu şair
(Hindistan)
Çeviren: Ulaş
Başar Gezgin
Kaynak: George,
K. M. (Baş Der.). (1992). Modern Indian literature: an anthology: volume one:
surveys and poems. (s. 1104-1107)
****
Kaynak: Gezgin, U. B. (2017). (...) Ötekiler Açısından Tarih [History from the Eyes of the ‘Others’].
AVCILARIN EFSANELERİ, ASLANLARIN KISIK SESLERİ:
Ötekiler Açısından Tarih
Prof.Dr. Ulaş Başar Gezgin
Tarih Yöntemi
1. Anlatıbilim Açısından Tarihyazımı.
2. Tarih(çilik) ve Öykü(cülük): Nerede Nasıl ayrılıyorlar?
3. ‘Yenilikçi Tarih Öğretimi Etkinlik Örnekleri’ Üzerine.
4. İnsanlaşmanın Kısa Tarihi: İntikamcı Hammurabi’den Hukuk Devletine.
5. Çin Seddi’ndeki Görünmez Emek.
6. 6 Bardağa Sığmayan Dünya Tarihi.
7.Aynı Suya Bakıp...
Ötekilerin Tarihi
8. Yeni Sömürgecilik: Eski Sömürgeciliğin Torunu
9. Yeni Sömürgecilik Notları: Klasik Sömürgeciliğin Yeni Formları
10. “Nasıl Müslüman Olduk?” Sorusu Üstüne Yeniden Düşünmek.
11. Alevilik-Bektaşilik Açısından Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Üzerine.
12. İlkesizlik, Omurgasızlık, Kişiliksizlik: Devletlerin, Şirketlerin ve Bireylerin İkiyüzlülüğü Üstüne.
13. Devletsiz Halklar, Temsil Edilmeyen Halklar.
14. Almanlara Nazi Demek Ne Anlama Geliyor?
15. Muhammed Ali: Bir Gri Derili
Solun Tarihi(1): 2. Paylaşım Savaşı Öncesi
16. Gezi Direnişi ve Paris Komünü: “Her Yer Paris Her Yer Direniş”.
17. Osmanlı ve Paris Komünü: Cüce Canavar ve Çapulcular.
18. Osmanlı’nın İlk Sosyalist Dergisinde Bir Gezinti: İştirak ve İştirakçı Hilmi.
19. Georgi Dimitrov: Sizi Halk Adına Yaşama Mahkum Ediyorum!
20. İspanya İç Savaşı: Darbe, Direniş ve Tarihyazımı
21. Sakallı Celâl: Bir Komünist Diyojen.
Solun Tarihi(2): 2. Paylaşım Savaşı Sonrası
22. 1948’den Bir İhraç Öyküsü: Pertev Naili Boratav’ın Savunması.
23. En Büyük Tehlike: Irkçılık Broşürü Üstüne.
24. Vartan İhmalyan'ın Yaşamı ve Parti Tarihi.
25. İran’da Sol Nasıl Yenildi?: Öznelerin Sorumluluğu
26. AKP Döneminde Liberallere Göre Bir Bir Mit ya da Kurgu Olarak Şehitlik
Sovyetler ve Tarih
27. Samsun’dan Taksim Meydanı’na Çıkan Bir Kızıl Ordu Generali ve Onbeşler.
28. Lenin Nişanı: Nobel’e Eski Bir Alternatif.
29. Bir Zamanlar Sosyalist Olimpiyatlar Vardı, Belki Yine Olur
30. Sovyetler Neden Dağılmıştı?: ‘Sovyetler Birliği’nde Yedi Yıl’ Üzerine
1915 ve Ermeniler
31. İstanbul’un Ermeni Hükümdarları.
32. Taner Timur’a Göre 1915.
33. 1915’e Nasıl Gelindi? Bir Özetin Özeti Denemesi.
34. Anadolu’nun Kalkınamamasının Nedenlerinden Biri Olarak 1915.
35. Çerkezyan: Sarkis Ustanın Anılarındaki Gizli Ayrıntılar.
İstanbul ve Anadolu Tarihi
36. Anabasis: 2,500 yıl önce Anadolu.
37. İstanbul Üniversitesi’nin Kayıp Bin Yılı.
38. Eski ve Yeni Anlamlarıyla Taksim Anıtı.
Heykeller ve Tarih
39. Heykel Tartışmaları: Simgesellik, Birey Övgüsü, Putlaştırma.
40. Türkiye’de Heykel Tartışmaları: Putlaştırma İddiası.[1]
Anaokulu öğretmenliğinden emekli olduktan sonra benimle aynı yıl üniversite sınavına giren, lisans eğitiminin ardından tarih alanında yüksek lisans ve doktora yapan annem Edibe Gezgin’i (19 Mayıs 1954, Elazığ- 19 Ocak 2017, İstanbul) şükran ve özlemle anarak
|
[1] Bir başka örnek, İstanbul’un kurtuluşu ile İstanbul’un
yeniden işgali gibi söylemler arasındaki zıtlıkta karşımıza çıkar.
[2] Bu
halklaşma, bir Brecht şiirinde işleniyor. Daha az bilinen bir örneği ise,
Hintli bir şairden geliyor. Bkz. Ek 1 ve 2.
“(...) sömürgecilik dönemi son bulmuş
değil; yalnız biçim değiştirmiş durumda. Askeri zorun yerini daha çok ekonomik
ve siyasal bağımlılık almış durumda. Bu da, ‘post-kolonyalizm’ gibi kavramları
geçersiz kılıyor. Doğrusu, ‘yeni sömürgecilik’ olacak. Dahası, bir ülkenin bir
ülkeyi kafasına göre işgal edebilmesi, onun üstünde son silahlarını deniyor
olması vb., sömürgeciliğin bitmediğinin bir başka göstergesi.
‘Post-kolonyalizm’ gibi kavramsallaştırmaların yeni sömürgecilerin ekmeğine yağ
sürdüğüne, onların sömürücülüğünü görünmez ya da önemsiz kıldığına dikkat
çekelim.” (Gezgin, baskıda, s.71-72)
Gezgin, U.B. (baskıda). Savaş Ne Zaman Biter? Barış Üzerine Psiko-kültürel
Denemeler.
[4] Bu
alanda çalışmış, fakat yeterince tanınmayan Kosambi, Hindistan’da, halktan yana
tarihçiliğin temellerini atmıştı: “Kosambi, döneminin tarihçilerini,
Brahminlerin (üst kast) tarihini yazmakla suçluyor. Oysa, Kosambi’ye göre, alt
sınıfların bambaşka bir dünyası var; ve alt sınıflar, uluslararası ve ulusal
etkilerden daha uzak olduklarından, tarih araştırmaları için çok değerli bir
hazine. Diğer bir deyişle, Kosambi, (yeniden) yazdığı tarihi, halkbilime
dayandırıyor. Ayrıca, Kosambi, tarihçileri, Hint felsefesine odaklandıkları,
ama bunun hangi toplumsal koşullar altında çıktığına eğilmedikleri için
eleştiriyor” (Gezgin, 2009).
Kaynak: Gezgin,
U. B. (2009). Asya-Pasifik’te Bu Hafta (94): Halktan yana tarih...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder