Eyids,
Ölüm, Yaşam…
Ulaş Başar Gezgin
Hastanede, ölüm döşeğindeki dedenin pek ziyaretçisi yoktu. Ölüm döşeğinde
olsa da, zihni hâlâ dupduruydu. Artık onun için bir gelecek kalmadığından, hep
geçmişi düşünüyordu. İçeriye giren genç hemşirenin bileklerindeki kesik izleri
onu çok üzdü. Odada bir tek hemşireyle o vardı. “Giderayak bir yararım olsun
geride bırakacaklarıma” diye düşünerek söz aldı:
- Canın mı sıkkın hemşire hanım kızım?
Genç hemşire, soruyu geçiştirmekle gerçekten yanıtlamak arasında bir süre
kararsız kaldı.
- Evet. Yaşamda daha iyi bir noktada olmayı umardım. Okulda hep
başarılıydım. Şimdi hastanede her günüm aynı. Keşke doktor olsaydım. Çok
mutsuzum.
- Şu an gençsin. Önünü göremiyorsun. Oysa bunun iyi yanı, önünde uzun mu
uzun bir ömür olması. Evet, yaşamda olanaklar herkese eşit dağıtılmamış; ama
yapabileceğin çok şey var yine. Önce karar vermelisin. Kararında hem gerçekçi
hem de tutkulu olmalısın. Bunun ölçüsü çok önemli. Çok gerçekçi olursan,
istediklerini yapamazsın; çok hayalci olursan da çok hayal kırıklığına
uğrarsın. Bak, ben öldü öleceğim. Hergün ağrıdan sızıdan mahvoluyorum, ama
“yaşadım” diyebilirim üstüne basa basa; “ölsem de gam yemem artık” diyebilirim.
Canına kıymayı düşünüyorsan; sana önerim, acele etme. Bekle biraz, benim yaşıma
gel, sonra yeniden düşün. Ama boş boş da bekleme. Yazgını eline almak için
çalış, didin!
- Öğütleriniz benim için umut verici. Peki bana örnek olsun diye,
yaşamınızdaki bir dönüm noktasını anlatabilir misiniz?
- Elbette! Sevinirim! Hatta ben ölmeden istiyorum ki birisine anlatayım o
günleri, öyle öleyim. Ömrümde iki dönüm noktası var; ikisi de birbirinden
önemli. Birincisi şu: Senin yaşlarında, ben de senin gibi mutsuzken; gönüllü
yardım amacıyla, Angola’ya bir uçak bileti aldım. Uçuş o uçuş zaten. İnsanlığı;
bir insana yardım etmenin, onun yüzünü güldürmenin değerini öğrendim böylece.
Çoğu zaman, ya yardım etmeyiz insanlara ya da yardım ettiğimizin farkına
varmayız. Bak örneğin sen şu an bana yardım ediyorsun, ama farkında değilsin.
Beni dinleyecek kimsem yok ölüm döşeğimde, ama sen dinliyorsun.
- Evet, sizi dinliyorum.
- Güneydeki bir köyde, çocuklara ve yetişkinlere okuma yazma öğretiyordum.
‘Okul’ diye birşey yoktu. Kimi zaman bir ağaç gölgesinde, kimi zaman köy
kahvesinde, kimi zaman su başında. Yani nerede olursa... Bir gün, köyün
uzağındaki tarlada, her zamanki gibi, okuma-yazma öğretiyordum ağaç gölgesinde.
Ders bittiğinde, bir anda, oldukça alımlı bir genç kadın çıktı karşıma;
afalladım. Adı, Luyana imiş. Bu kadını köyde hiç görmemiştim. Komşu köylerden
birinden olduğunu; okuma-yazma öğrenmek için bizim köye geldiğini söyledi.
Bizim köyde bir öğretmen olduğunu duymuş, öyle gelmiş. Ben de tüm günümü ona
ayırıp elimden ne gelirse yaptım. Zeki bir öğrenciydi. Herşeyi ‘şıp’ diye
anlıyordu. Kalemi sol elle değil sağ elle kullanmayı öğretirken, eli, usulca
elime değdi. Göz göze geldik.
Saatlerce öğretimden sonra hava kararmıştı; ben, evin yolunu tutmalıydım; o
da kalacak bir yer bulmalıydı. Bana evimde kalacak yer olup olmadığını sordu.
Ev dediğin nedir ki zaten. Bildiğin gibi, kara kıtanın köylerinde, evle bahçe
arasında büyük bir fark yoktur. İnsanlar, üstlerine güneş için bir örtü
gererler; yerde ya da ağaçların arasına gerdikleri hamakta yatarlar. Bu
nedenle, herkesin evinde herkes için yer vardır elbette. O gece, benim evimde
kaldı.
Sabah, çocukların gürültüsüyle uyandım; Luyana’nın çevresini sarmışlardı;
onunla kucaklaşıyor, sohbet ediyorlardı. Çocuklardan birini, sessizce yanıma
çağırdım; “akrabanız mı?” dedim. “Kimimizin ablası, kimimizin teyzesi,
kimimizin anası olur” dedi; şaşırdım.
Meğer Luyana, Angola’nın kraliçesiymiş. Bu kadar aç çocuğun arasında
kraliçe olmaktan utanır; sarayın yemeklerini, anasından, babasından gizli
gizli, çocuklara dağıtırmış. Ona yoksullar hiç bir zaman ‘prenses’ ya da
‘kraliçe’ demezmiş; o, kimilerin ablası, kimilerinin teyzesi, kimilerinin anası
imiş. Dün, köye gelmiş; bir yerlerden, benim burada öğretmenlik yaptığımı
duymuş; tanışmak istemiş. Yanındakilere sessiz olmalarını söyleyip tarlanın
oraya gelmiş usulca; önce uzaktan izlemiş beni; sonra da, bana belli etmeden
iyice yaklaşmış; öğrencilerimin yüzünü ve sonra benim yüzümü gizli gizli
süzmüş; ders bitiminde öğrenciler dağılırken ‘pat’ diye karşıma çıkmış. Yüzüne
bakınca, köydeki kızlardan bir farkı yoktu işte. Narin elleri dışında, hiç bir
yerinden, köylü olmadığını anlayamazdım. Okuma-yazma bilmiyormuş gibi numara
yapmış dün.
Ömrümdeki ikinci dönüm noktası, eyidsli kraliçe ile evlenmem oldu. Eyidsli
olduğunu bile bile, bile isteye evlendim onunla. Nasıl eyids olduğunu kendisi
de bilemiyordu; kan aktarımı sırasında olabilirmiş belki. Ama bu, önemli değil.
Onun eyidsli olduğunu yıllarca gizledik herkesten. Bir tek o ve ben biliyorduk
bu sırrı. Bütünleşmemize ve tek bir beden oluşumuza engel olacak hiç bir
plastiğin aramıza girmesine izin vermedik. Tüm sıvılarımız birbirine karıştı
yıllarca. Onunla, birlikte ölmek için evlendik!
- Lütfen devam edin, durmayın. Sonra ne oldu? Bir eyidsliyle evlendiniz!?
Sıvılarınız birbirine karıştı!? Sizin böyle yapmanızın, bana göre, üç nedeni
olabilir: Siz ya yaşamaktan vazgeçmiştiniz ya onunla özellikle kraliçe olduğu
için evlenmiştiniz ya da gerçekten aşıktınız. Hangisi? Luyana, kraliçe
olmasaydı; onun eyidsli olduğunu bile bile evlenir miydiniz yine de?
- Hanım kızım, yaşamaktan vazgeçmeyi düşünmüştüm gençken; ama Luyana’yla
tanıştıktan sonra sımsıkı sarıldım yaşama. Ona gerçekten aşıktım. Ve hep öyle
kaldım! Ve o, aslında Angola Kraliçesi değil. Aklın nereye uçtu?! Angola, bir
cumhuriyet; kraliçesi yok. O, Angola’yı; Angola da onu sevdiği için; ben onu;
o, beni sevdiği için, gönlümüzün kraliçesidir o. Tahtı, sarayı, hazinesi, hiç
bir şeyi olmayan bir kraliçe...
Hemşire, dalgınlığı nedeniyle kendine kızdı; dedenin, gözlerini, coşku
içinde, duvara yansıyan gölgelere dikip duraksamasından yararlanarak, bir ona,
bir de kesik izli bileklerine baktı. “Daha fazla yaşamalıyım; en azından, bu
öyküyü milyonlarca insana ulaştıracak kadar çok yaşamalıyım” dedi içinden ve
söz aldı:
- Peki sonra ne oldu Luyana’ya?
- Yıllar sonra toprağa karıştı bedeni. Bir daha hiç evlenmedim. Bana birşey
olmadı her nedense. Uzun bir ömrüm oldu gördüğün gibi. Aşkın gücüydü belki bu;
ama aşkın gücü olsaydı, onun da sağ kalması gerekmez miydi... Şimdi hanım
kızım, şu makinenin fişini çeksem öleceğim. Ömrüm, bu makineye bağlı. Ama ne
yapıyorum; çekmiyorum da çektirmiyorum da yaşamın fişini. Çeksem, ağrım sızım
bitecek; ama çekmiyorum işte. Sense gençsin; önünde koca bir ömür var;
yaşamının fişini çekmek istiyorsun. Ben
senin için öleyim, sen benim için yaşa, olur mu hanım kızım?..
***
Birkaç gün sonra, Angola’da, dedenin yattığı hastanenin kayıtlarına, bir
ölüm daha eklendi. Dedenin ölü bedeni, morga kaldırıldıktan sonra; genç
hemşire, odayı toparladı ve dedenin çekmecesinin üstündeki resmi, ömrünün
sonuna dek saklamaya kendi kendine söz verdi. Luyana’nın bu resminin de ayrı
bir öyküsü vardı belki. Ama bunu anlatacak kimse kalmamıştı artık.
Yıllar sonra aynı hastanede yatan ben, bu öyküyü bir hemşireden dinledim.
Bu öyküyü anlattıktan sonra, bana, Luyana’nın resmini gösterdi. Resimdeki
yüzün, senin yüzün olduğunu görerek afalladım sevgili okur. Demek, bana
anlatmadığın ne çok öykün varmış...
Kaynak: Gezgin, U. B.
(2009). Barbar Türkler, İMF’ye Karşı (gülmece öyküleri) [Barbarian Turks against
IMF- Short Stories]. Ho Çi Min Kenti, Vietnam, 2009.
BARBAR TÜRKLER
İMF’YE KARŞI (GÜLMECE ÖYKÜLERİ)
Ulaş Başar
Gezgin
İçindekiler
Eyids,
Ölüm, Yaşam...
Satılık
Yüz, Kiralık Yüz
Cennet’e
Cehennem’e Döşenen Yol...
Gerçek
Gülüşlüler...
Devre-yaşam
Birinci
Ay Savaşı.
İnsanları
Ayakkabılarından Tanıyan Adam.
İstanbul’da
1 Milyon Bangkoklu; Bangkok’ta 1 Milyon İstanbullu...
Bümbüyüklerle
Kümküçükler...
Çocuk,
Çocuk, Lanet Olası Çocuk.
Dünya:
Kapkaranlık Bir Gezegen.
Yaşamın
Anlamı.
Beşizistan’ın
Öyküsü.
Doktor’un
Ölümü.
Yanardağlar
Patladığında.
Güldüm
ve Güldüm ve Güldüm...
Aşçı
Kral.
Tanrı
Yaratmak (ya da Toplamak).
Bali’de
Bitimsiz Bir Gece.
Uzaylıların
Gizli Oyunları…
Düşünürler
Maçının Uzatmaları...
“Barbar
Türkler, İMF’ye Karşı!”
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder