Federico
Garcia Lorca (1899-1936)
İgnasyo Sançez Mehyas için Ağıt
Görmek istemiyorum onu!
çağırın ki ay'ı gelsin,
görmek istemiyorum kanını
İgnasyo'nun, kumda.
Görmek istemiyorum onu!
Ay, açık, ardına kadar.
Atı, sessiz bulutların,
ve gri meydanı düş'ün
söğütlü, çitlerinde.
Görmek istemiyorum onu!
Yanıyor, değil mi ki, hatıram.
Uyarın o yaseminleri
küçücük beyazlığı ile!
Görmek istemiyorum onu!
İneği, yaşlı dünyanın
dolaştırıyordu üzgün dilini
üzerinde, kanlı bir ağzın
kuma saçılmış,
ve boğaları Gisando'nun,
ölü neredeyse, taş neredeyse,
böğürüyorlar iki yüzyıl kadar
çiğneyerek toprağı yeterince.
Yo.
Görmek istemiyorum onu!
Çıkıyor İgnasyo, sıralarda,
sırtında tümüyle ölümünün.
Şafak sökümünü arıyordu,
ve yok idi şafak sökümü.
Arıyor sağlam hatlarını,
ve şaşırtıyor ona düş, yolunu.
Arıyordu güzel bedenini
ve kanıyla karşılaştı, açık.
Demeyin bana siz, 'bir baksana'!
İstemem hissedeyim fışkırışı
daha az kuvvetlice her defasında;
o fışkırış ki aydınlatır
ön sıraları ve devriliyor
üzerine, kadifenin ve postunun,
susamış kalabalıkların.
Kim çağırıyor beni bir bakayım diye!
Demeyin bana siz, 'bir baksana'!
Kapanmadı gözleri
yakında gördüğünde boynuzu,
ama korkunç rahibeler
taşıdılar başını.
Ve üzerinden sürülerin,
gizli seslerden bir hava
ki haykırıyorlardı göksel boğalara,
soluk siste, başçobanlar.
Yoktu hiç prens Seviya'da,
karşılaştırma kaldırır onunla,
onunki gibi değil hiç bir kılıç
ne de yürekler öyle harbi.
Bir aslan akımı gibidir
mucizevi kuvveti,
ve mermer bir gövde gibi, kolsuz başsız,
örnek olacak sağgörüsü.
Endülüslü Roma havaları,
yaldızlıyor başını
gülüşünün Hint sümbülü olduğu yerde
zekadan ve kavrayıştan.
Ne kocaman bir güreşçi meydanda!
Ne güzel bir dağlı, sıradağcıklarda!
Ne pürüzsüz, tahıl taneleriyle!
Ne kuvvetli, mahmuzlarıyla!
Ne yumuşak, çiy ile!
Ne göz kamaştırıcı, panayırlarda!
Ne heybetli, son
kargılarıyla karanlığın!
Ama uyuyor şimdi bitimsiz.
Yosunlar ve otlar şimdi
açıyorlar emin parmaklarla
çiçeğini kafatasının.
Ve geliyor şimdi kanı, şarkı söyleyerek:
şarkı söyleyerek, denizler altında kalmış topraklar,
çayırlar için,
kayarak üşümüş boynuzlarda,
sallanarak ruhsuzca, siste,
çarpışarak binlerce toynak ile
bir dil gibi, uzun, koyu, üzünçlü,
bir birikinti oluşturmak için can çekişmelerden,
Guadalkibir ile birlikte, yıldızlardan.
Ah beyaz duvarı İspanya'nın!
Ah kara boğası ızdırabın!
Ah katı kanı İgnasyo'nun!
Ah bülbülleri damarlarının onun!
Yo.
Görmek istemiyorum onu!
Yok ki bir kadeh, içersin onu tümden,
yok ki onu içecek kırlangıçlar,
yok ki ışıktan kırağı, donduracak onu,
ne şarkısı ne tufanı var zambakların,
yok ki billur, gümüşle kaplasın onu.
Yo.
Görmek istemiyorum onu!!
Bir yüzdür taş, ah vah ettiği, düşlerin,
sahip olmaksızın kıvrımlarına suyun, ne de donmuş servilere.
Bir sırttır taş, taşımak için zamanı
gözyaşı ağaçlarıyla ve şeritler, gezegenlerle.
Gri sağanaklar görmüştüm, koşuveren, dalgalar boyunca,
kaldırarak narin kollarıyla, delik deşik,
avlanmamak içindir, gergin taş tarafından
ki ayırır uzuvlarını, çekmeden kanını.
Tohumlar ve fırtına bulutları topladığındandır taş,
tarlakuşu iskeletleri ve kurtları, yarıkaranlığın;
ses vermiyorlar ama, ne billur ne de ateş,
ancak meydanlar ve meydanlar ve başka meydanlar duvarsız.
Taşın üstünde şimdi, iyi doğmuş İgnasyo.
Bitti şimdi; ne oluyor? Düşünün görüntüsünü bi':
soluk bir kükürtle kaplamıştır şimdi O'nu ölüm
ve karanlık bir minyatürden bir baş koymuştur üstüne.
Bitti şimdi. Ağzına sızıyor yağmur.
Terkediyor çökük göğsünü hava, deliymişçesine,
ve Aşk, çekilerek kardan gözyaşlarıyla,
ısıtıyor kendini, doruklarında sürülerin.
Ne diyorlar? Yer ediyor bir sessizlik, pis kokularla.
Bir beden huzurunda duruyoruz, gözden yitip giden,
berrak bir biçimde, bülbüllerin olan,
ve görüyoruz doluşunu çukurlarla, dibi yok.
Kırıştıran, kefeni kim? Doğru değil dediği!
Şarkı söylemiyor kimse burada, ağlıyor ne de köşede,
ne de batırıyor mahmuzlarını, kovalıyor yılanı ne de:
hiçbir şey istemiyorum burada, yuvarlak gözlerden
başka
görmek için o bedeni, yorulmak bilmeksizin.
İnsanlar görmek istiyorum burada, sert sesli.
Atları terbiye eden ve söz geçiren, nehirlere:
iskeletleri çınlayan adamlar ve şarkı söyleyen
bir ağızla, güneşle dolu ve çakmak taşlarıyla.
Görmek istiyorum onları burada. Önünde taşın.
Önünde bu bedenin, kırılmış dizginleriyle.
Öğretsinler istiyorum bana, nerededir çıkış
ölümce bağlanmış kaptan için.
Bir ağıt öğretsinler istiyorum bana, bir nehir gibi
tatlı bulutları olan ve derin kıyıları,
taşımak için bedenini İgnasyo'nun ve yitirsin kendini
duymadan çifte soluğunu boğaların.
Ki yitirsin kendini yuvarlak meydanında ayın
ve rol kesen, kederli bir kızmışçasına, kıpırtısız
hayvan;
yitirsin kendini gecede, olmaksızın şarkısı,
balıkların
ve beyaz fundalığında donmuş dumanın.
İstemem ki örtsünler yüzünü mendillerle
alıştırmak için O'nu, taşıdığı ölüme.
Git, İgnasyo: Hissetme sıcak gümbürdemeyi.
Uyu, uç, uzan: Ölüyor deniz de!
Ne seni bilir boğa ne incir ağacını,
ne atları ne de karıncalarını evinin senin.
Ne seni bilir çocuk ne de akşamı
çünkü öldün sonsuza dek sen.
Bilmez seni taş sırtları,
ne de çöktüğün kara saten.
Bilmez seni dilsiz hatıran
çünkü öldün sonsuz dek sen.
Salyangozlarla gelecek, güz,
sis üzümleri ve dağlarla öbek öbek,
ama bakmak istemeyecek, gözlerine hiç kimse
çünkü öldün sonsuza dek sen.
Çünkü öldün sonsuza dek sen,
tüm ölümleri gibi Dünya'nın,
tüm ölümler gibi, unutulmuş,
bir yatışmış köpek kümesinde.
Bilmiyor seni kimse. Yo. Ama seni söylüyorum ben.
Sürsün diye söylüyorum, görüntün, hoşluğun senin.
Kavrayışınla ünlü olgunluğun.
Ölüme iştahın ve hazzı ağzının onun.
Yiğit neşen olan kederin senin.
Çok zaman alacak, doğana dek, doğacaksa,
böyle berrak bir Endülüslü, böyle zengin, macera yönünden.
Zarifliğini söylüyorum O'nun sözlerle, ah vah eden,
ve üzünçlü bir esinti anımsıyorum, zeytinlikler arasında.
Federico Garcia Lorca
Uyurgezer Romans
Yeşil, ki istediğim yeşil.
Yeşil rüzgar. Yeşil dallar.
Gemi, denizin üstünde
ve at, dağda.
Gölge ile belindeki
düş görüyor o, parmaklıklarda,
et yeşil, yeşil saç,
soğuk, gümüşten gözlerle.
Yeşil, ki istediğim yeşil.
altında Çingene ayın,
bakmadadır ona şeyler
ve görememektedir oysa, onları.
Yeşil, ki istediğim yeşil.
kocaman kırağı yıldızları
geliyorlar balığıyla gölgenin
ki açar yolunu şafağın.
Ovuşturuyor incir ağacı, rüzgarı
zımpara kağıdıyla dallarının,
ve dağ, bir hırsız kedi,
diken diken ediyor ekşi sabırotlarını.
Ama kim gelecek? Ve nereden..?
Kalıyor parmaklıklarda o,
yeşil et, yeşil saç,
düşleyerek bir kekre denizi.
"Babalık, değişmek isterim
atımı benim, evinle,
eyerimi aynan ile,
bıçağımı pelerinle.
Babalık, geliyorum kanayarak,
geçitlerinden Kabra'nın."
"Yapabilseydim delikanlı..
suya düşecekti bu ticaret.
Ama ben değilim artık ben,
ne de benim evim, evim."
"Babalık, ölmek istiyorum
namusluca, yatağımda.
çelikten, mümkünse eğer,
çarşafları Hollanda'dan.
Görmedin mi bendeki yarayı
göğsümden boğazıma dek?"
"Üçyüz kırmızı güldür taşıdığı,
ak göğsünün senin
Sızıyor kanın ve kokuyor
çevresinde kuşağının.
Ama ben değilim artık ben.
ne de benim evim, benim"
"Bırak en azından o zaman,
çıkayım yüksek parmaklıklara;
Bırak çıkayım!, bırak beni,
çıkayım yeşil parmaklıklara.
Trabzanları ayın,
ki gümbürder su orada.
Çıkıyor şimdi iki arkadaş
yüksek parmaklıklara doğru.
Bırakarak geride bir kanlı iz.
Bırakarak geride gözyaşlı iz.
Titreşiyor damlarda
Tenekeden fenercikler.
Billurdan bin zilli tef
yaralıyor şafağı.
Yeşil, ki istediğim yeşil,
yeşil rüzgar. Yeşil dallar.
Çıktılar iki arkadaş.
Bırakmadaydı koca rüzgar
ağızda, nadir tadını
Belanın, nanenin ve fesleğenin.
Arkadaş! Ner'dedir söyle bana,
ner'dedir kekre kızın senin?
Bekledi seni ne çok kereler!
Ne çok kereler bekleyecek seni,
soğuk yüz, kara saç,
bu yeşil parmaklıkta!
Yüzünün üzerinde sarnıcın
sallanıyor Çingene kız.
Et yeşil, yeşil saç,
soğuk gümüşten gözlerle.
Bir buz parçası aydan
tutuyor onu suyun üstünde.
Yakınlaşıyor gece daha da
bir küçük meydanmışçasına.
Sarhoş jandarmalar ise,
çalmadalardı onlar kapıyı.
Yeşil, ki istediğim yeşil.
Yeşil rüzgar. Yeşil dallar.
Gemi, denizin üstünde.
Ve at, dağda.
Federico Garcia Lorca
Federico Garcia Lorca
İspanyol Sivil Muhafızı Baladı
Uyurgezer Romans
Atlı
Türküsüİgnasyo Sançez Mehyas için Ağıt
İgnasyo Sançez
Mehyas için Ağıt[1]
I. BOYNUZ YARASI VE ÖLÜM
Akşamın beşinde.
Akşamın beşiydi tam da.
Bir beyaz çarşaf getiriyor bir çocuk
akşamın beşinde.
Yeni hazırlanmış bir kireç sepeti
akşamın beşinde.
Gerisi ölüm ve ölüm yalnızca
akşamın beşinde.
Pamuklar taşımadaydı rüzgar
akşamın beşinde.
Billur ve nikel yaymadaydı pas
akşamın beşinde.
Çarpışıyor güvercin ve pars
akşamın beşinde.
Ve bir uyluk ile harap bir mızrak
akşamın beşinde.
Başladı sesleri nakaratın
akşamın beşinde.
Zırnık çanları ve duman
akşamın beşinde.
Köşelerde sessizlik toplulukları
akşamın beşinde.
Ve boğa, yalnızca onun kalbi coşkuda!
akşamın beşinde.
Varmada olduğunda özsuyu karın
akşamın beşinde.
iyotla kaplandığında meydan
akşamın beşinde.
yumurtalar koydu yaraya ölüm
akşamın beşinde
Akşamın beşinde.
Tam da beşinde akşamın.
Çarklı bir tabuttur yatağı
akşamın beşinde.
Kemikler ve flavtalar tınlamada kulağında
akşamın beşinde.
Böğürmedeydi boğa, alnında
akşamın beşinde.
Gökkuşaklanıyor oda, can çekişmeyle
akşamın beşinde.
Yakına gelmededir şimdi kangren
akşamın beşinde.
Süsen borazanları yeşil kasıklarında
akşamın beşinde.
Yanmadaydı yaralar, güneşler gibi
akşamın beşinde.
ve camları kırmadaydı kalabalıklar
akşamın beşinde.
Akşamın beşinde.
Ah, ne korkunç bir beşidir bu, akşamın!
Beş idi, beş idi, tüm saatlerde!
Beş idi, beş idi, gölgesinde akşamın!
I. BOYNUZ YARASI VE ÖLÜM
Akşamın beşinde.
Akşamın beşiydi tam da.
Bir beyaz çarşaf getiriyor bir çocuk
akşamın beşinde.
Yeni hazırlanmış bir kireç sepeti
akşamın beşinde.
Gerisi ölüm ve ölüm yalnızca
akşamın beşinde.
Pamuklar taşımadaydı rüzgar
akşamın beşinde.
Billur ve nikel yaymadaydı pas
akşamın beşinde.
Çarpışıyor güvercin ve pars
akşamın beşinde.
Ve bir uyluk ile harap bir mızrak
akşamın beşinde.
Başladı sesleri nakaratın
akşamın beşinde.
Zırnık çanları ve duman
akşamın beşinde.
Köşelerde sessizlik toplulukları
akşamın beşinde.
Ve boğa, yalnızca onun kalbi coşkuda!
akşamın beşinde.
Varmada olduğunda özsuyu karın
akşamın beşinde.
iyotla kaplandığında meydan
akşamın beşinde.
yumurtalar koydu yaraya ölüm
akşamın beşinde
Akşamın beşinde.
Tam da beşinde akşamın.
Çarklı bir tabuttur yatağı
akşamın beşinde.
Kemikler ve flavtalar tınlamada kulağında
akşamın beşinde.
Böğürmedeydi boğa, alnında
akşamın beşinde.
Gökkuşaklanıyor oda, can çekişmeyle
akşamın beşinde.
Yakına gelmededir şimdi kangren
akşamın beşinde.
Süsen borazanları yeşil kasıklarında
akşamın beşinde.
Yanmadaydı yaralar, güneşler gibi
akşamın beşinde.
ve camları kırmadaydı kalabalıklar
akşamın beşinde.
Akşamın beşinde.
Ah, ne korkunç bir beşidir bu, akşamın!
Beş idi, beş idi, tüm saatlerde!
Beş idi, beş idi, gölgesinde akşamın!
2. SAÇILMIŞ KAN
Görmek istemiyorum onu!
çağırın ki ay'ı gelsin,
görmek istemiyorum kanını
İgnasyo'nun, kumda.
Görmek istemiyorum onu!
Ay, açık, ardına kadar.
Atı, sessiz bulutların,
ve gri meydanı düş'ün
söğütlü, çitlerinde.
Görmek istemiyorum onu!
Yanıyor, değil mi ki, hatıram.
Uyarın o yaseminleri
küçücük beyazlığı ile!
Görmek istemiyorum onu!
İneği, yaşlı dünyanın
dolaştırıyordu üzgün dilini
üzerinde, kanlı bir ağzın
kuma saçılmış,
ve boğaları Gisando'nun,
ölü neredeyse, taş neredeyse,
böğürüyorlar iki yüzyıl kadar
çiğneyerek toprağı yeterince.
Yo.
Görmek istemiyorum onu!
Çıkıyor İgnasyo, sıralarda,
sırtında tümüyle ölümünün.
Şafak sökümünü arıyordu,
ve yok idi şafak sökümü.
Arıyor sağlam hatlarını,
ve şaşırtıyor ona düş, yolunu.
Arıyordu güzel bedenini
ve kanıyla karşılaştı, açık.
Demeyin bana siz, 'bir baksana'!
İstemem hissedeyim fışkırışı
daha az kuvvetlice her defasında;
o fışkırış ki aydınlatır
ön sıraları ve devriliyor
üzerine, kadifenin ve postunun,
susamış kalabalıkların.
Kim çağırıyor beni bir bakayım diye!
Demeyin bana siz, 'bir baksana'!
Kapanmadı gözleri
yakında gördüğünde boynuzu,
ama korkunç rahibeler
taşıdılar başını.
Ve üzerinden sürülerin,
gizli seslerden bir hava
ki haykırıyorlardı göksel boğalara,
soluk siste, başçobanlar.
Yoktu hiç prens Seviya'da,
karşılaştırma kaldırır onunla,
onunki gibi değil hiç bir kılıç
ne de yürekler öyle harbi.
Bir aslan akımı gibidir
mucizevi kuvveti,
ve mermer bir gövde gibi, kolsuz başsız,
örnek olacak sağgörüsü.
Endülüslü Roma havaları,
yaldızlıyor başını
gülüşünün Hint sümbülü olduğu yerde
zekadan ve kavrayıştan.
Ne kocaman bir güreşçi meydanda!
Ne güzel bir dağlı, sıradağcıklarda!
Ne pürüzsüz, tahıl taneleriyle!
Ne kuvvetli, mahmuzlarıyla!
Ne yumuşak, çiy ile!
Ne göz kamaştırıcı, panayırlarda!
Ne heybetli, son
kargılarıyla karanlığın!
Ama uyuyor şimdi bitimsiz.
Yosunlar ve otlar şimdi
açıyorlar emin parmaklarla
çiçeğini kafatasının.
Ve geliyor şimdi kanı, şarkı söyleyerek:
şarkı söyleyerek, denizler altında kalmış topraklar,
çayırlar için,
kayarak üşümüş boynuzlarda,
sallanarak ruhsuzca, siste,
çarpışarak binlerce toynak ile
bir dil gibi, uzun, koyu, üzünçlü,
bir birikinti oluşturmak için can çekişmelerden,
Guadalkibir ile birlikte, yıldızlardan.
Ah beyaz duvarı İspanya'nın!
Ah kara boğası ızdırabın!
Ah katı kanı İgnasyo'nun!
Ah bülbülleri damarlarının onun!
Yo.
Görmek istemiyorum onu!
Yok ki bir kadeh, içersin onu tümden,
yok ki onu içecek kırlangıçlar,
yok ki ışıktan kırağı, donduracak onu,
ne şarkısı ne tufanı var zambakların,
yok ki billur, gümüşle kaplasın onu.
Yo.
Görmek istemiyorum onu!!
3. BEDEN
HUZURUNDA
Bir yüzdür taş, ah vah ettiği, düşlerin,
sahip olmaksızın kıvrımlarına suyun, ne de donmuş servilere.
Bir sırttır taş, taşımak için zamanı
gözyaşı ağaçlarıyla ve şeritler, gezegenlerle.
Gri sağanaklar görmüştüm, koşuveren, dalgalar boyunca,
kaldırarak narin kollarıyla, delik deşik,
avlanmamak içindir, gergin taş tarafından
ki ayırır uzuvlarını, çekmeden kanını.
Tohumlar ve fırtına bulutları topladığındandır taş,
tarlakuşu iskeletleri ve kurtları, yarıkaranlığın;
ses vermiyorlar ama, ne billur ne de ateş,
ancak meydanlar ve meydanlar ve başka meydanlar duvarsız.
Taşın üstünde şimdi, iyi doğmuş İgnasyo.
Bitti şimdi; ne oluyor? Düşünün görüntüsünü bi':
soluk bir kükürtle kaplamıştır şimdi O'nu ölüm
ve karanlık bir minyatürden bir baş koymuştur üstüne.
Bitti şimdi. Ağzına sızıyor yağmur.
Terkediyor çökük göğsünü hava, deliymişçesine,
ve Aşk, çekilerek kardan gözyaşlarıyla,
ısıtıyor kendini, doruklarında sürülerin.
Ne diyorlar? Yer ediyor bir sessizlik, pis kokularla.
Bir beden huzurunda duruyoruz, gözden yitip giden,
berrak bir biçimde, bülbüllerin olan,
ve görüyoruz doluşunu çukurlarla, dibi yok.
Kırıştıran, kefeni kim? Doğru değil dediği!
Şarkı söylemiyor kimse burada, ağlıyor ne de köşede,
ne de batırıyor mahmuzlarını, kovalıyor yılanı ne de:
hiçbir şey istemiyorum burada, yuvarlak gözlerden
başka
görmek için o bedeni, yorulmak bilmeksizin.
İnsanlar görmek istiyorum burada, sert sesli.
Atları terbiye eden ve söz geçiren, nehirlere:
iskeletleri çınlayan adamlar ve şarkı söyleyen
bir ağızla, güneşle dolu ve çakmak taşlarıyla.
Görmek istiyorum onları burada. Önünde taşın.
Önünde bu bedenin, kırılmış dizginleriyle.
Öğretsinler istiyorum bana, nerededir çıkış
ölümce bağlanmış kaptan için.
Bir ağıt öğretsinler istiyorum bana, bir nehir gibi
tatlı bulutları olan ve derin kıyıları,
taşımak için bedenini İgnasyo'nun ve yitirsin kendini
duymadan çifte soluğunu boğaların.
Ki yitirsin kendini yuvarlak meydanında ayın
ve rol kesen, kederli bir kızmışçasına, kıpırtısız
hayvan;
yitirsin kendini gecede, olmaksızın şarkısı,
balıkların
ve beyaz fundalığında donmuş dumanın.
İstemem ki örtsünler yüzünü mendillerle
alıştırmak için O'nu, taşıdığı ölüme.
Git, İgnasyo: Hissetme sıcak gümbürdemeyi.
Uyu, uç, uzan: Ölüyor deniz de!
4. EKSİK RUH
Ne seni bilir boğa ne incir ağacını,
ne atları ne de karıncalarını evinin senin.
Ne seni bilir çocuk ne de akşamı
çünkü öldün sonsuza dek sen.
Bilmez seni taş sırtları,
ne de çöktüğün kara saten.
Bilmez seni dilsiz hatıran
çünkü öldün sonsuz dek sen.
Salyangozlarla gelecek, güz,
sis üzümleri ve dağlarla öbek öbek,
ama bakmak istemeyecek, gözlerine hiç kimse
çünkü öldün sonsuza dek sen.
Çünkü öldün sonsuza dek sen,
tüm ölümleri gibi Dünya'nın,
tüm ölümler gibi, unutulmuş,
bir yatışmış köpek kümesinde.
Bilmiyor seni kimse. Yo. Ama seni söylüyorum ben.
Sürsün diye söylüyorum, görüntün, hoşluğun senin.
Kavrayışınla ünlü olgunluğun.
Ölüme iştahın ve hazzı ağzının onun.
Yiğit neşen olan kederin senin.
Çok zaman alacak, doğana dek, doğacaksa,
böyle berrak bir Endülüslü, böyle zengin, macera yönünden.
Zarifliğini söylüyorum O'nun sözlerle, ah vah eden,
ve üzünçlü bir esinti anımsıyorum, zeytinlikler arasında.
Federico
Garcia Lorca
İspanyol Sivil
Muhafızı Baladı
Karadır atlar.
Karadır nalları.
Parıldar, altında pelerinin
mürekkep ve mum lekeleri.
Kurşundandır kafatasları,
bundandır ağlamazlar.
Vernikli ruhlarıyla
gelirler yoldan onlar.
Kamburlar ve gecelikler,
hükmediyorlar nereye kıpırdanıverseler,
sessizliklerine koyu plastiklerin
ve korkularına ince kumun.
Geçerler, geçmek istediler mi bi’,
ve gizliyorlar kafada
belirsiz astronomisini
biçimsiz tabancaların.
Ah Çingeneler kenti!
Bayraklar var, köşelerde.
Ay ve balkabağı
konserve vişnelerle.
Ah Çingeneler kenti!
Kim görür seni bir kez, bir daha hatırlamaz?
Acının kenti ve misk’in
tarçın kuleleriyle.
Geliverdiğinde akşam
akşam ki akşam, akşam yapar onu,
dökümevlerinde Çingeneler
güneşler dövüyorlardı ve bir de oklar.
Fena yaralanmış bir at
çalıyordu tümünü kapıların.
Camdan horozlar ötüyorlardı
Herez de la Frontera’da.
Dönüyor o rüzgar çıplakçasına
şaşkınlık köşesini,
platince gecede,
akşam ki akşam, akşam yapar onu.
Kaybettiler kastanyetlerini,
La Birhen ve San Hose,
ve Çingeneler’i aradılar
görmek için, bulmuşlar mı diye.
Giymiş olarak geldi La Birhen
belediye başkanının karısının elbisesini,
çikolota kağıdından yapılma
bademden gerdanlıklarla.
Kıpırdatıyor San Hose, kollarını
bir pelerin altında, ipekten.
Geliyor beriden Pedro Domek
üç sultanıyla Pers ülkesinin.
Düş görüyordu yarımay
kendinden geçmişliğini leyleğin.
istila ediyor terasları,
Sancaklar ve fenerler.
Hıçkırıyor aynalarda
kalçasız rakkaseler.
Su ve gölge, gölge ve su
Herez de la Frontera’da.
Ah Çingeneler kenti!
Bayraklar var, köşelerde.
Söndür yeşil ışıklarını
jandarma geliyor jandarma.
Ah Çingeneler kenti!
Kim görür seni bir kez, bir daha hatırlamaz?
Bırak onu uzaklarına denizin,
tarak olmaksızın, saç yapımı için.
İlerliyorlar iki sıra
bayram kentine.
Bir dedikodu, herdemtazeli
istila ediyor fişeklikleri.
İlerliyorlar iki sıra.
Çifte geceliği ince zarın.
Gökyüzü, şöyle sanıyorlar,
bir mahmuzlar vitrini.
Kent, korkudan bağımsız,
katlayıp duruyor kapılarını.
Kırk sivil muhafız
saklanıyor onlarda.
Durdu şimdi saatler
ve şişelerce konyak
taktı maskesini Kasım’ın
şaşkınlık uyandırmamak için.
Bir uzun haykırışlar uçuşu
kalkıverdi rüzgargülleri arasında.
Kesiyor esintileri, süvari kılıçları
miğferlerin çiğnediği.
Gölgeli sokaklar boyunca
yaşlı Çingeneler koşturuyor
uykulu atlarıyla
ve kavanozlarıyla, para dolu.
Yokuş yukarı sokaklar boyunca
uğursuz pelerinler yükseliyor,
bırakarak ardında anlık
burgaçlarını makasların.
Belen kapısında,
toplanıyor Çingeneler.
San Hose, yaralarla dolu,
kefenliyor bir kızcağızı.
İnatçı, keskin silahlar
çınlıyor tüm gecede.
İyileştiriyor çocukları Birhen
tük’rükçüğüyle yıldızın.
Ama Sivil Muhafız
ilerliyor koca ateşler saçarak,
genç ve çıplak,
yanıp tutuştuğu yerde imgelemenin.
Gülüdür O, Los Kamboryos’un
oturur kapıda figan ederek
kesik iki göğsü ile
Uzanır bir tepside.
Ah Çingeneler kenti!
Kim görür seni bir kez, bir daha hatırlamaz?
Ve kaçıyordu diğer kızlar
örgüleriyle arkalarında,
bir havada ki parça parça olur onda
barut karası güller.
Tüm damlar
saban izi olduğunda yeryüzünde,
silkeledi omzunu şafak
bir uzun profilde taştan.
Ah Çingeneler kenti!
Uzaklaşıyor Sivil Muhafız
bir sessizlik tünelinde
yaklaşırken sana alevler.
Ah Çingeneler kenti!
Kim görür seni bir kez, bir daha hatırlamaz?
Alnımda arasınlar onlar seni.
Oyunu ayın ve kumun.
Karadır atlar.
Karadır nalları.
Parıldar, altında pelerinin
mürekkep ve mum lekeleri.
Kurşundandır kafatasları,
bundandır ağlamazlar.
Vernikli ruhlarıyla
gelirler yoldan onlar.
Kamburlar ve gecelikler,
hükmediyorlar nereye kıpırdanıverseler,
sessizliklerine koyu plastiklerin
ve korkularına ince kumun.
Geçerler, geçmek istediler mi bi’,
ve gizliyorlar kafada
belirsiz astronomisini
biçimsiz tabancaların.
Ah Çingeneler kenti!
Bayraklar var, köşelerde.
Ay ve balkabağı
konserve vişnelerle.
Ah Çingeneler kenti!
Kim görür seni bir kez, bir daha hatırlamaz?
Acının kenti ve misk’in
tarçın kuleleriyle.
Geliverdiğinde akşam
akşam ki akşam, akşam yapar onu,
dökümevlerinde Çingeneler
güneşler dövüyorlardı ve bir de oklar.
Fena yaralanmış bir at
çalıyordu tümünü kapıların.
Camdan horozlar ötüyorlardı
Herez de la Frontera’da.
Dönüyor o rüzgar çıplakçasına
şaşkınlık köşesini,
platince gecede,
akşam ki akşam, akşam yapar onu.
Kaybettiler kastanyetlerini,
La Birhen ve San Hose,
ve Çingeneler’i aradılar
görmek için, bulmuşlar mı diye.
Giymiş olarak geldi La Birhen
belediye başkanının karısının elbisesini,
çikolota kağıdından yapılma
bademden gerdanlıklarla.
Kıpırdatıyor San Hose, kollarını
bir pelerin altında, ipekten.
Geliyor beriden Pedro Domek
üç sultanıyla Pers ülkesinin.
Düş görüyordu yarımay
kendinden geçmişliğini leyleğin.
istila ediyor terasları,
Sancaklar ve fenerler.
Hıçkırıyor aynalarda
kalçasız rakkaseler.
Su ve gölge, gölge ve su
Herez de la Frontera’da.
Ah Çingeneler kenti!
Bayraklar var, köşelerde.
Söndür yeşil ışıklarını
jandarma geliyor jandarma.
Ah Çingeneler kenti!
Kim görür seni bir kez, bir daha hatırlamaz?
Bırak onu uzaklarına denizin,
tarak olmaksızın, saç yapımı için.
İlerliyorlar iki sıra
bayram kentine.
Bir dedikodu, herdemtazeli
istila ediyor fişeklikleri.
İlerliyorlar iki sıra.
Çifte geceliği ince zarın.
Gökyüzü, şöyle sanıyorlar,
bir mahmuzlar vitrini.
Kent, korkudan bağımsız,
katlayıp duruyor kapılarını.
Kırk sivil muhafız
saklanıyor onlarda.
Durdu şimdi saatler
ve şişelerce konyak
taktı maskesini Kasım’ın
şaşkınlık uyandırmamak için.
Bir uzun haykırışlar uçuşu
kalkıverdi rüzgargülleri arasında.
Kesiyor esintileri, süvari kılıçları
miğferlerin çiğnediği.
Gölgeli sokaklar boyunca
yaşlı Çingeneler koşturuyor
uykulu atlarıyla
ve kavanozlarıyla, para dolu.
Yokuş yukarı sokaklar boyunca
uğursuz pelerinler yükseliyor,
bırakarak ardında anlık
burgaçlarını makasların.
Belen kapısında,
toplanıyor Çingeneler.
San Hose, yaralarla dolu,
kefenliyor bir kızcağızı.
İnatçı, keskin silahlar
çınlıyor tüm gecede.
İyileştiriyor çocukları Birhen
tük’rükçüğüyle yıldızın.
Ama Sivil Muhafız
ilerliyor koca ateşler saçarak,
genç ve çıplak,
yanıp tutuştuğu yerde imgelemenin.
Gülüdür O, Los Kamboryos’un
oturur kapıda figan ederek
kesik iki göğsü ile
Uzanır bir tepside.
Ah Çingeneler kenti!
Kim görür seni bir kez, bir daha hatırlamaz?
Ve kaçıyordu diğer kızlar
örgüleriyle arkalarında,
bir havada ki parça parça olur onda
barut karası güller.
Tüm damlar
saban izi olduğunda yeryüzünde,
silkeledi omzunu şafak
bir uzun profilde taştan.
Ah Çingeneler kenti!
Uzaklaşıyor Sivil Muhafız
bir sessizlik tünelinde
yaklaşırken sana alevler.
Ah Çingeneler kenti!
Kim görür seni bir kez, bir daha hatırlamaz?
Alnımda arasınlar onlar seni.
Oyunu ayın ve kumun.
Federico Garcia Lorca
Uyurgezer Romans
Yeşil, ki istediğim yeşil.
Yeşil rüzgar. Yeşil dallar.
Gemi, denizin üstünde
ve at, dağda.
Gölge ile belindeki
düş görüyor o, parmaklıklarda,
et yeşil, yeşil saç,
soğuk, gümüşten gözlerle.
Yeşil, ki istediğim yeşil.
altında Çingene ayın,
bakmadadır ona şeyler
ve görememektedir oysa, onları.
Yeşil, ki istediğim yeşil.
kocaman kırağı yıldızları
geliyorlar balığıyla gölgenin
ki açar yolunu şafağın.
Ovuşturuyor incir ağacı, rüzgarı
zımpara kağıdıyla dallarının,
ve dağ, bir hırsız kedi,
diken diken ediyor ekşi sabırotlarını.
Ama kim gelecek? Ve nereden..?
Kalıyor parmaklıklarda o,
yeşil et, yeşil saç,
düşleyerek bir kekre denizi.
"Babalık, değişmek isterim
atımı benim, evinle,
eyerimi aynan ile,
bıçağımı pelerinle.
Babalık, geliyorum kanayarak,
geçitlerinden Kabra'nın."
"Yapabilseydim delikanlı..
suya düşecekti bu ticaret.
Ama ben değilim artık ben,
ne de benim evim, evim."
"Babalık, ölmek istiyorum
namusluca, yatağımda.
çelikten, mümkünse eğer,
çarşafları Hollanda'dan.
Görmedin mi bendeki yarayı
göğsümden boğazıma dek?"
"Üçyüz kırmızı güldür taşıdığı,
ak göğsünün senin
Sızıyor kanın ve kokuyor
çevresinde kuşağının.
Ama ben değilim artık ben.
ne de benim evim, benim"
"Bırak en azından o zaman,
çıkayım yüksek parmaklıklara;
Bırak çıkayım!, bırak beni,
çıkayım yeşil parmaklıklara.
Trabzanları ayın,
ki gümbürder su orada.
Çıkıyor şimdi iki arkadaş
yüksek parmaklıklara doğru.
Bırakarak geride bir kanlı iz.
Bırakarak geride gözyaşlı iz.
Titreşiyor damlarda
Tenekeden fenercikler.
Billurdan bin zilli tef
yaralıyor şafağı.
Yeşil, ki istediğim yeşil,
yeşil rüzgar. Yeşil dallar.
Çıktılar iki arkadaş.
Bırakmadaydı koca rüzgar
ağızda, nadir tadını
Belanın, nanenin ve fesleğenin.
Arkadaş! Ner'dedir söyle bana,
ner'dedir kekre kızın senin?
Bekledi seni ne çok kereler!
Ne çok kereler bekleyecek seni,
soğuk yüz, kara saç,
bu yeşil parmaklıkta!
Yüzünün üzerinde sarnıcın
sallanıyor Çingene kız.
Et yeşil, yeşil saç,
soğuk gümüşten gözlerle.
Bir buz parçası aydan
tutuyor onu suyun üstünde.
Yakınlaşıyor gece daha da
bir küçük meydanmışçasına.
Sarhoş jandarmalar ise,
çalmadalardı onlar kapıyı.
Yeşil, ki istediğim yeşil.
Yeşil rüzgar. Yeşil dallar.
Gemi, denizin üstünde.
Ve at, dağda.
Federico Garcia Lorca
Atlı Türküsü
KORDOBA
Uzakta ve yalnızca.
Kara tay, koca ay,
ve zeytinler, eğerimde.
Bilsem de yolları iyice
varamayacağım Kordoba'ya asla.
Ova boyunca, rüzgarda,
kara tay, kızıl ay,
Bakmadadır bana ölümüm
kulelerinden Kordoba'nın.
Ah, ne uzun bir yoldur bu!
Ah, ne cesurdur atım!
Ah, beklemektedir beni ölümüm,
varmadan önce Kordoba'ya!
Kordoba.
Uzakta ve yalnızca.
KORDOBA
Uzakta ve yalnızca.
Kara tay, koca ay,
ve zeytinler, eğerimde.
Bilsem de yolları iyice
varamayacağım Kordoba'ya asla.
Ova boyunca, rüzgarda,
kara tay, kızıl ay,
Bakmadadır bana ölümüm
kulelerinden Kordoba'nın.
Ah, ne uzun bir yoldur bu!
Ah, ne cesurdur atım!
Ah, beklemektedir beni ölümüm,
varmadan önce Kordoba'ya!
Kordoba.
Uzakta ve yalnızca.
Federico Garcia Lorca
[1] Boğa
güreşçisinin adı ‘Ignacio Sanchez Mejias’ olarak yazılıp, ‘İgnasyo Sançez
Mehyas’ olarak okunuyor. Biz şiirin her zaman sesli okunması gerektiğine
inandığımızdan, şiirin özgün metnindeki okunuşuna bağlı kaldık. –ç.n.
Kaynak: Gezgin,
U.B. (2017). XII. Yüzyıldan XX. Yüzyıla İspanyol Şiiri Antolojisi - Derleyen ve
İspanyolca’dan Çeviren: Ulaş Başar Gezgin [Anthology of Spanish Poetry from
XII. cc. to XX. cc. – Comp. and trans. Ulas Basar Gezgin]
İSPANYOL
ŞİİRİ ANTOLOJİSİ
DERLEYEN
VE İSPANYOLCA’DAN ÇEVİREN: ULAŞ BAŞAR GEZGİN
İSPANYA’DAN
ŞİİRLER: 12. YÜZYILDAN 20. YÜZYILA
20.
YÜZYIL
Juan
Ramon Jiménez (1881-1958)
Sevi
Son Yolculuk
Şimşek Altında Çiçekler
Anlık Dönüş
Arife
Benim Olanların En İyisi
Bir Kar Tanesi Üzerine (bir güneş
ve sonsuzluk arasında)
Denizler
Düş Yüklü Gece Duası
Kimse Yoktu
Mesut Varlık
Sarı Bahar
Sen, Işık
Antonio
Machado (1875-1939)
Çıplaktır Toprak
Don Fransisko Hiner De Los Rios’a
Düşlerde Belki Eli
Eşiğinden Bir Düş’ün
Geçiveren Zara İlişkin Narin Bir
Söylenti
Hose Marya Palasyo’ya
İberyalı Tanrı
Öyle Sevilen O Ev
Onikiyi Vuruyordu Saat…
Sorya Kırları III
Sorya Kırları IV
Sorya Kırları VII
Söküp Aldın, Tanrım, Benden
Şafak Söküşü Güzün
Miguel
de Unamuno (1864-1936)
Velazkez’in İsası
Ek Kendini
Gredos’ta
Güzellik
Kastilya
Salamanka
Uyu, Ruhum Benim
Federico
Garcia Lorca (1899-1936)
İgnasyo Sançez Mehyas için Ağıt
İspanyol Sivil Muhafızı Baladı
Uyurgezer Romans
Atlı Türküsü
Rafael
Alberti (1902-1999)
Ölürse Sesim Toprakta
Luis
Cernuda (1902-1963)
Arp
19.
YÜZYIL
Jose de Espronceda (1808-1842)
Korsan Şarkısı
Teresa’ya
Kazak Şarkısı
Güneş
Gustavo
Adolfo Bécquer (1806-1870)
Uyaklar LII
18.
YÜZYIL
Juan
Melendez Valdes (1754-1817)
Gereksiz Kaçış
17.
YÜZYIL
Calderon
de la Barca (1608-1681)
Düştür Yaşam
Ölüm Konuşuyor
Sone (I)
Sone (II)
Haç
Ahlaki Mektup
Francisco
de Quevedo (1580-1645)
Sone (I)
Sone (II)
Güftecik (Para Efendi)
Yıkıntılara Gömülmüş Roma’ya
Miraçta
16.
YÜZYIL
Garciloso
de la Vega (1503-1536)
Sone (I)
Sone (II)
Sone (III)
Sone (IV)
Sone (V)
Şarkı
Lope
de Vega (1562-1635)
Ninni
Yonca
Sone (I)
Sone (II)
Sone (III)
Sone (IV)
Bugün Gemisi Zevkin
San
Juan de la Cruz (1542-1591)
Alevi Yaşayan Aşkın
Pınar
Kara Gecesi Ruhun
Fernando
de Herrera (1534-1597)
Sone (I)
Sone (II) (Helves Kontesi'nin
ölümü üzerine)
Sone (III)
Luis
de Gongora (1561-1627)
Güftecik
Boşuna Gül
Fry
Luis de Leon (1528-1591)
Miraçta
15.
YÜZYIL
Gil
Vicente (y. 1465-1536)
Güfte
Gül Açmakta O Bostanda
Gülistan’dan Geliyorum Anne
Romans
14.
YÜZYIL
Hita
Başpapazı Juan Ruiz (yk. 1283-yk. 1350)
Küçük Hanımların Meziyetleri
Üstüne
SEYİDİMİN
ŞARKISI: BİR XII. YÜZYIL DESTANI
Seyidimin Şarkısı: Önbilgi
Seyit'in Sürgünlüğü
Seyit'in Duası
Himena ve Kızları Sürgünün
Huzuruna Varır
Vedalaşma
Köyde Şafak Sökümü
Ailenin Valensya'ya Varışı
GELENEKSEL
İSPANYOL TÜRKÜLERİ
Çarmıh’a Gerilmiş İsa’ya
Kral Don Sanço
Mahpusun Romansı
Üç Mağripli
Ne Diye Öptü Beni Perico?
Kavaklardan Geliyorum Anne
Şafak Sökende Gel
Çiçek Bahçesi İçinde
Anacığım
Aysın Sen
Esmerim
Aşık Balıkçıl
Uyuyamıyorum
Hepsi Uyuyo’
Girer Mayıs Çıkar Nisan
Elele İki Aşık
Öldürdüler Geceleyin Atlıyı
Mozarabik Şarkılar
Yitik Krallık
Serin Pınarlı ve Aşklı Romans
Montesinos ve Durardante
Alda Hanım’ın Romansı
Mudarra ve Rodrigo
Ölümden Güçlü Aşk
Kont Arnaldos
Abenamar ve Kral Don Huan Romansı
Elhamra’nın Yitirilişi
Kutsanışı Aşkın
Güftecik
Hırçın Sevi
İspanya’nın Kadırgacıkları
Kestiren Kızçocuğu
Mesut Tormes
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder