Videolar

17 Aralık 2017 Pazar

Asya-Pasifik’te Bu Hafta (67): Hint Felsefesinin Aykırıları: Caincilik ve Budacılık

Asya-Pasifik’te Bu Hafta (67): Hint Felsefesinin Aykırıları: Caincilik ve Budacılık

Ulaş Başar Gezgin


(1)

Toplumsal yansıbilim (psikoloji) bize şunu söylüyor: Bilmediğimizi ve/ ya da ötekileri türdeş sayarız. Bunun kavramsal ve algısal düzeyde çokça örneği vardır: Örneğin, Doğu Asyalılar’la uzun süre yaşamamışsak, bize, hepsi birbirine benziyor gibi gelir; binlerce dilin konuşulduğu Afrika’da, bize, birkaç dil konuşuluyormuş gibi gelir –öyle ya, tüm ‘siyahlar’ birbirine benzer- ve dahası, Muhammedci bir ülke olduğu için, İran’ın resmi dilinin Arapça olduğunu sanabiliriz. Daha ötesi var: İngilizce’de ‘Gürcistan’ ve ‘bir ABD eyaleti’ olarak iki karşılığı bulunana ‘Georgia’ sözcüğü nedeniyle, Rusya-Gürcistan savaşı haberlerini izledikten sonra penceresini açıp “hani!? Ben (Rus) tank(ları) görmüyorum” diyen Georgia eyaleti yaşarı ABD’liyi düşünüerek, ABD’lilerin ne kadar salak olduklarına güleriz; çünkü, bize ne kadar akıllı olduğumuzu gösterir. Oysa, İstanbul’daki ortalama insanımız, haritada, değil Georgia eyaletini ya da Gürcistan’ın yerini; Siirt’in yerini bile gösteremez; hatta Kütahya’yı, Yozgat’ı, Gümüşhane’yi bile gösteremez. Her ülkede halkların ahmaklaştırıldığını; bunun ABD’ye ya da Türkiye’ye özgü olmadığını unuturuz. Bu köşenin, başından beri amacı, ötekinin ‘bizim’ kadar çeşitli olduğunu göstermek oldu. İşte bu düşünceyle, bu yazıda, Türkiye’de, gizemci ve ruhçu olmaktan öte pek bir anlam taşımayan Hint felsefesini ele alıyoruz. ‘Hint felsefesi’ deyince, akla, ilk önce Hinduculuk geliyor. Oysa, Caincilik, Budacılık ve özdekçi (materyalist) Çarvakalar da, bu geleneğin bir parçası; çatlak sesleri... Çabamız, çatlak sesler gür çıksın diyedir.

Hint felsefesi, temelde 3 felsefeyi kapsar: Hindu, Budacı ve Cainci felsefeler. Bu 3 felsefenin ortak özelliği, kendini aşmanın yollarının aranması ve farklı sürümlerle de olsa “ne ekersen onu biçersin” biçiminde özetlenebilecek karma görüşünün benimsenmesidir.

Hint felsefesi altında, Avrupa felsefesinden kat kat çeşitli görüşler bulunmakta. Bu görüşler, temelde, astikalar (düzinançlılar; ortodokslar) ve nastikalar (aykırılar, heterodokslar) olmak üzere ikiye ayrılmakla birlikte, bu iki ayrım altında onlarca hatta yüzlerce düşünce okulu bulunmakta. Astika-nastika ayrımı, Hinduculuk’un kutsal kitapları Vedalar’a bağlı kalınıp kalınmadığına dayanıyor. Böylece, Hinducular, astika; Hinducu inançlara başkaldıran Cainciler ve Budacılar, nastika olarak sınıflandırılıyor. Bunların dışında, Hindulara karşı çıkan ve daha devrimci olan Çarvakalar, kimilerince nastika olarak değerlendirilirken, kimilerince nastikanın da dışında değerlendiriliyor. Günümüze, Vedalar’da kendilerinden söz edilmesi dışında pek bir kaynak ulaşmayan Çarvakalar, Cana ve Hubli Purana Opera Librettosu’nda şöyle anlatılmakta:
“Evet, ne garip, yabancılar,/ Gizemci falan sanırlar biz Hinduları,/ Gizemci, ruhçu, boşinançlı tümden…/ Oysa evet, Hubli, Çarvakalar,/ “Tanrı yoktur, ruh da yoktur” diyorlar./ Başkacası yoktur bu dünyanın,/ Bu dünyada çekilen,/ Acılardır cehennemse…/ Çürüyüp gitmesidir bedenin, kurtuluş…/ Vedalarsa, boş sözleridir düzenbazların…/ İnsan, ölünce, kaybolur bilinci, (...)// “Dahasını da söyler Çarvakalar, Cana,/ Bu dünyanın ihtiyacı yoktur tanrıya!/ ‘Ayin’ desek, ‘tören’ desek sahtekarlık,/ Pahalıdır törenler, at kurbanları da…/ Açlık çekerken toprağın çocukları,
Brahmanlar doymaz paralara,/ Ve bizi de savaşlara sürerler,
Sürsün diye daha çok, saltanatları…/ Ve benim öldürdüğüm o çocuk, Cana,/ O da toprağın bir evladı,/ Sürmüşler önüme vurayım diye,/ Ya vurayım ya vurulayım diye…// “Cennete gidiyorsa kurban edilen hayvanlar,/ Önce babalarını kurban etseler ya” demiş Çarvakalar,/ Cennete gidiyorsa kurban edilen hayvanlar,/ Brahmanlar, çocuklarını savaşa yollasalar ya…” (Gezgin, 2007)

Türkiye’de çok az bilinen ve Budacılık’a göre daha eski olan Caincilik’in İÖ 550 yıllarında Hindistan’da Mahavira tarafından geliştirildiği biliniyor. Cainciler’e göre, Mahavira, kurucu değil, 24. ve son öngörücü/ cina idi. Cainciler, “cinaların yolundan giden anlamına geliyor”. Cina, Türkçe’deki ‘cin’e karşılık geliyor. (‘Cin’ sözcüğünün Arapça’ya eski Hint dillerinden geçmiş olması olası.) Cinalar, ‘hak yolu bulan utkulular (muzafferler)’ olarak tanımlanıyor. Dolayısıyla, Caincilik’te peygamber yok; peygamber yerine, cin var. 

Dahası, Cainciler’e göre tanrı da yok. Cainciler’e göre, evren, öncesiz ve sonrasızdır. Bir yaratıcı gücün varlığı gereksiz ve olanaksızdır. Bu yaratıcı güç, evreni yoktan yaratmış olamaz; yoktan yaratmış olsa bile, kendisinin varlığı kavramsal bir sorun yaratır: Evreni yaratıcı yaratmışsa, yaratıcı nasıl yaratılmıştır? Onun bir yaratan varsa, bu kez onu yaratan nasıl yaratılmıştır? Bu soru sonsuza dek gider. Ortaçağ sonrasında Avrupa’da ortaya çıkan bu görüş, Cainciler tarafından çok önce dile getirilmiştir.



İlgilisine Kaynak

Gezgin, U. B. (2007). Cana ve Hubli Purana opera librettosu. İstanbul: Çekirdek Sanat. http://www.pandora.com.tr/urun.asp?id=157378



(2)

Geçen hafta Cainciler’in inanışlarından söz ettik. Cainciler, başkaldırdıkları Hindu felsefesini de derinden etkilemiş; neredeyse onun bir parçası olmuştur. Yüzyıllarca yeniden yazılıp geliştirilen, Hindular’ın kutsal kitapları olan Vedalar’da, Cainciler’in yaradılış anlayışının işlendiğini görürüz:

“Yaradılış/// Oluştan önce, olmayıştan bile önce, hava yoktu, yoktu gökkubbe./ Nefes alan neydi peki? Ve nerede? Ve kimin emriyle? Ve su/ var mıydı bitimsizcesine derin?/ Ölümden önceydi bu ya da ölümsüzlükten. Bölünmemişti/ gün ve gece, ama nefes alış veriş vardı içgüdüsel olarak, rüzgarsız nefes alış veriş ve dahası değil./ Öyle karanlıktı ki görünmüyordu karanlık, karanlıkta. Suyun/ hiçbirşey yoktu her yerde olduğunu gösterecek. Ve bir örtüydü boşluk/ sıcaklıktan çıkmış Oluş’un üstünde./ Deldi geçti Oluş’u arzu, zihnin ilk tohumu ve bilge şair azizler/ yokladılar kalplerinde, olmayıştaki oluşun düğümünü,/ ve bu ipi, gerdiler onlar… ne? Var mıydı yukarı? Aşağı?/ Tohum saçıcılar vardı ve doğurgan güçler, itki yukarı ve/ erke aşağı,/ ama kim bilebilir gerçekten ve söyleyebilir burada? Nereden geldi bu/ yaradılış? Sonradan geldiler tanrılar, kim bilebilir öyleyse, kaynağı?/ Kimse bilmiyor yaradılışın kaynağını. Kendinden doğdu o. Ya da doğmadı. Yüce/ göklerden aşağı bakan bilir. Ya da bilmez belki” (Rig Veda, çev.U.B.Gezgin)

Yukarıdaki metnin bitimindeki “belki bilir, belki bilmez” görüşü, Caincilik’in düşünce tarihi bir diğer katkısıdır: Caincilik, Anekantavada ilkesi altında, Avrupa’da görececilik düşüncesinin gelişmesinden yüzlerce yıl önce, gerçekliğin farklı açılardan farklı farklı algılanabileceğini ve tek tek hiç bir bakışın doğru olamayacağını ileri sürmüştür. Bu yönüyle, gerçekte, Marksçılık’taki düşünyapı (ideoloji) ve yanlış bilinç tartışmalarının büyükannesi sayılmalıdır.

Cain rahipleri, Budacılar gibi, ben ve ben-değil’i bir bütün olarak aldıklarından, gözle görülemez canlıları bile öldürmemek için maskeyle soluk alırlar. Sanırız, etyemez olduklarını söylemeye gerek yok. Hindular’ın ilk dönemlerinde uygulanan hayvan kurbanı geleneğinin (örneğin, geçen hafta, Cana ve Hubli Purana Opera Librettosu’ndan yaptığımız alıntıda, at kurbanı törenini andık), etyemez Cainciler’in Hint toplumuna olan etkisi nedeniyle ortadan kalktığı düşünülmekte. 

Cainciler’e göre dünya adildir; “ne ekersen onu biçersin” biçiminde özetlenebilecek karma inancını benimsemektedirler; ancak, karma, Cainciler’e göre, fizik yasası gibidir; karmayı yöneten ruhsal bir güç yoktur. Dolayısıyla, Cainciler’deki karma inancı, Türkiye’deki ‘ilahi adalet ticareti’ yapan dizi filmlerden ayrılır. Frank Coraci’nin yönettiği ve başrolü Adam Sandler’ın oynadığı 2006 yapımı ‘Click’ (‘Tıkla’) adlı film, tam da Cainci karma düşüncesini yansıtır: Kahramanımıza birgün özel bir uzaktan kumanda armağan edilir. Bu kumandayla, yaşamınızı ileri alabilmekte, ses kısabilmektesinizdir vb. Sonra kumanda, sizin isteğiniz dışında, yaşamınızı hızla ileri alır ve kumandanın kölesi olursunuz; yaşamınızın daha önce yaptıklarınızı üstünde biçimlendiğinizi görürsünüz ve geri dönüşünüz yoktur. Dolayısıyla, Cainci görüşe göre, karma içinde özgür istenç (irade) vardır; Caincilik, yazgıyı, kahpe feleği, belirlenimciliği reddeder. Bu da, düşünce tarihine önemli bir katkıdır.

Son olarak, Caincilik’in 5 ahlak ilkesi bulunmakta. Ama bu ilkelere bağlılık, tanrı ya da cehennem korkusuna dayanmaz; çünkü yukarıda belirtildiği gibi, Caincilik’te tanrı inancı bulunmamakta. Bu 5 ilkeye bağlı olanların, kendini aşıp ruhsal acı döngüsünden kurtulacağı inancı var. Yani Cainciler, bu ilkelere kendilerini aşmak için bağlı kalıyor. Bu 5 ilke şunlar: Saldırmazlık, mülksüzlük, çalmama (hırsızlığın karşıtı anlamıyla), doğruluk, bakir(e)lik. İkinci ve üçüncü ilke, özel mülklüğü ahlaksız bulması nedeniyle, Caincilik’in ortaklaşmacılığa (komünizm) yakın bir duruşu olduğunu gösteriyor. Caincilik’in genel olarak düşünce tarihine katkısını değerlendirdiğimizde ise, bireysel kurtuluşu, görececiliği ve varolan inanışları sorgulamayı öne çıkaran Caincilik’in, bireyselci görüşün olumlu anlamdaki ilk örneklerini verdiğini görmekteyiz. Çünkü devrim, bireyde başlar. Kendi devrimini gerçekleştirmemiş bireyden devrimci olamaz.

Caincilik, Budacılık’tan daha eski olduğundan Budacılık’ı da etkilemiş olması olası. Budacılık da, Caincilik gibi, tanrısız ve peygambersiz bir din. İkici (dualist; ruh ve maddenin bağımsız varlığına inanan) Cainciler’in tersine, Budacılar, özdekçi; ruh varlığı görüşünü reddediyorlar. Evrenin yaradılışında Caincilik’le benzeri görüşler sahipler. Haftaya Budacılık’ı ele alacağız.



İlgilisine Kaynak

Gezgin, U. B. (2005). Yaradılış (çev. U.B. Gezgin), Arta Dergisi, sayı 13, s.36 (Almanya’da Almanca-Türkçe-Farsça yayınlanan dergi).




(3)

Geçen hafta Caincilik’i ele aldık; bu hafta Budacılık’ı ele alıyoruz. Öncelikle, Buda, kendisi ve Budacılar tarafından, peygamber olarak görülmüyor çünkü ‘peygamber’ eski İran dillerinde ‘tanrıdan haber getiren’ anlamındadır; ancak, Budacılık’ta tanrı inancı yok. Buda, aydınlanmış bir öğretmen olarak görülüyor; ancak, Buda, kendisinin insanları aydınlatamayacağını söylüyor; yalnızca insanların aydınlanmasına yardımcı olabileceğini söylüyor. Bu yönüyle, Budacılık, dikkate değer bir eğitim kuramı ileri sürüyor: Öğretmenlik, öğrencinin kafasını bilgiyle doldurmak değildir; öğrencinin kendini geliştirip kendi kişiliğini oluşturmasını sağlayacak kavramsal araçlar ve seçenekler sunabilmektir. Ve ‘kendini aşmış’ anlamına gelen ‘Buda’, kendisinden önce de Budalar olduğunu, kendinden sonra da olabileceğini; herkesin Buda olabileceğini söyler. Bu önderlik anlayışı, Caincilik’te olduğu gibi, bireyciliğe olumlu vurgusu nedeniyle, örnek alınası bir yönetim biçimidir. Ayrıca Budacılık, insan algısının, algılama aracı olan duyularından etkilendiğini ileri sürerek, kendine dönük olan eleştirinin, yani özeleştirinin ilk örneklerini vermiştir.  

Cana ve Hubli Purana Opera Librettosu’nun ‘Buddha Parvan’ adlı 8. bölümünde, Buda’nın görüşleri şöyle dile getirilmektedir:
“Öyle boyun eğerek bakmayın bana/ Ben de bir insanım herkes gibi./ Haber getirmedim tanrıdan, tanrılardan,/ Ben bir öğretmenim yalnızca./ Yıllar, yıllar, yıllar geçti/ Ve oturdum birgün, bir ağacın gölgesine./ Ve kalkmadım oradan/ Aydınlanana kadar!//
Görüşmeseydim kimseyle,/ Kapansaydım ormana,/ Ben aydınlanmış olacaktım yalnızca./ Ama yardım etmeye karar verdim başkalarına da.../ Ben kimseyi aydınlatmam, aydınlatamam./ Yardımcı olurum aydınlanmaya yalnızca./ Benden önce de aydınlanmışlar vardı,/ Olacaklar benden sonra da!//
“Saygıdeğer Buddha/ Söyle bize” dedi Cana./ “Nereye gitti Hubli ölünce?/ Ve nasıl oldu da geldi/ Bir fil olarak, yeniden, ömrüme?/ Sonsuza mı gider ölenler/ Sonsuz mudur ömürse?”//
“Ne sonlu ne sonsuz/ Ne ‘ne sonlu ne sonsuz’/ Ne de ‘hem sonlu hem sonsuz’//
Yanıtlamıyorum bu soruyu/ Çünkü şuna benzer bu soru:/ Bir adam yaralanmıştır/ Zehirli bir okla/ Ve ölecektir kısa sürede,/ Oku kimse çıkarmazsa./ “Ama” der yaralı/ adam/ “Öğrenmeden kimin okudur bu,/ Çıkartmam yaradan oku.”/ Öğrenir dostları hemen,/ Tatminsizdir adam oysa:/ “Uzun mudur kısa mıdır oku atan,/ Öğrenilmeden, / Çıkartmam oku ben”/ Der bu sefer.//
Öğrenir dostları hemen./ Soru üstüne soru sorar/ Ve bu iş, böyle gider.//
İnsan, kafa yoracağına/ Sonsuzluk üstüne,/ Çıkarsa ya zehirli oku,/ Herşeyden önce...//
Sonsuz olsa da, olmasa da yaşam,/ Sonsuzluğa ya da sonluluğa uğurlansa da ölüler,/ Bir gerçek, hiç değişmez:/ İnsan, varoldukça,/ “Bir güvercinin tedirginliğidir bu”/ Hep acı çeker./ Bütünleşemediği için değil evrenle,/ Atamadığı için benliğini/ Yokluğun derinliklerine.//
Hem, ‘ölüm’ dediğimiz,/ Uğramıştır her haneye./ Varsa bir tane bile/ Ölümün uğramadığı hane,/ Ondan alalım hardal tohumunu/ Ve ölümsüz olalım böylece!/ Ama yok ki böyle bir hane/ Yok ki böyle bir hane...//
Kurtuluş/ Ne eziyet etmede bedenine/ Ne de yaşamakta zevk ve sefa içinde./ Mutluluk, bu iki yaşantıyı, ortada bir yerde/ Dengelemede.//
Yener hayvan yanı insanın,/ Devirmesi gibi rüzgarın,/ Zayıf bir ağacı./ Yener hayvan yanı,/ İnsan, teslim olur ise/ Eziyet etmeye bedenine,/ Geçirmeye ömrünü zevk ve sefa içinde.”//
“Peki ne yapmalı saygıdeğer Buddha,/ Ne yapmalı ki,/ Dönebilsin yeniden Hubli,/ Dönebilsin yeniden insana?”//
“Yerle göğün birleştiği yere gitmelisin/ Bunun için./ Suyla göğün/ Ve suyla yerin.//
Kanatlarını da götürür uçan bir kuş;/ Götür oraya, seni götürenleri de./ Ayaklarını da götürür yürüyen bir fil;/ Götür oraya, seni götürenleri de./ Yüzgeçlerini de götürür yüzen bir balık;/ Götür oraya, seni götürenleri de./ Bin gönüllü olsun yanında,/ Bin gönüllü...Dokunmamış olsun kimseye/ Onların kötülüğü...”//
(...)
“Uzundur gece,/ Uyuyamayan için./ Uzundur yol,/ Yorgun için./ Uzundur yaşam,/ Bilmeyenler için/ Evrenin dilini.//
Karşılaşmadıysanız yolda/ Sizinle eşit/ Ya da derin anlayışlı birine,/ Hiç zaman kaybetmeyin,/ Yolunuza devam edin./ Yolda her çeşit insan olur,/ “Benim hazinem var” diyen olur./ Nasıl sahip olunabilir ki hazineye,/ Diğer nesnelere;/ Sahip olamazken insan,/ Kendine bile...//
Bir bilgelik vardır yine de,/ Akılsızlığını bilende./ Akılsızlığını bilmeyen/ Akılsızlar ise,/ En akılsızlardır/ Tüm insanlar içinde.//
Verin böyle bir akılsızı,/ Bir bilgenin yanına,/ Olsun O’nun çırağı/ Tüm ömrü boyunca;/ Bir kaşık ne kadar algılarsa/ Çorbanın tadını,/ Akılsız da o kadar anlar/ -Bilgeyle yaşamasına karşın yıllarca-/ Evrenin yasalarını./ Gelecekten sesler duyar gibi olur insan/ Böyle zamanlarda:/ “Eşşek hoşaftan ne anlar” ve/ “Yok, değil; soyluluk mu verir hiç üniforma,/ Altın semer vursan eşşek, eşşektir hala...”/ Hatta/ Bilgeymiş şu sözü diyen de:/ “Yalnız gideceksin/ Doğru bildiğin yolda...” (Gezgin, 2007).


İlgilisine Kaynak

Gezgin, U. B. (2007). Cana ve Hubli Purana opera librettosu. İstanbul: Çekirdek Sanat. http://www.pandora.com.tr/urun.asp?id=157378






(4)

Geçen haftadan Budacılık yazısını sürdürelim: Budacı felsefesinin dikkate değer diğer yönleri şunlar: Benlik, geçicidir; varlık, kalıcıdır. Gerçek, algıladıklarımız değil, benlikten bağımsız olarak varolandır. Bu yerinde görüşün, Budacılık’ın değişik okulları içinde, “duyularımız yanıltıcıdır; öyleyse gerçeklik yoktur” biçiminde hiççi (nihilist) sürümleri de bulunmaktadır.

Buda’ya göre evrenin bir ilk nedeni yoktur ve herşey, neden sonuç ilişkisiyle açıklanabilir. Aynı biçimde, bedende yaşayan ruh yoktur çünkü evrende hiç bir varlığın hiçlik dışında bir özü yoktur. İnsanı da içermek üzere, evrendeki tüm varlıkların arasındaki fark, nitel değil niceldir. Örneğin, bir insan da bir dağ da, aynı canlı ve cansız öğelere sahiptir. Dağ-olanla dağ-olmayan, öğeleri açısından birdir. Demek ki, Budacı felsefeye göre, Aristo mantığının ve eytişimsel (diyalektik) düşüncenin tersine, A da A-değil de A’dır. İşte tam da bu nedenle, Budacılar’ın büyük bir bölümü, etyemezdir; çünkü ben ile ben-olmayan birdir; ikisi de, ‘ben’in parçasıdır. Hayvan eti yemek, kendi etini yemek anlamına gelir. Bu, A ve A-olmayanın bir sayılışı, Budacılık’ta ben’i aşma, yol alma ve evreni anlama arasında kopmaz bir ilişkinin kurulmasına neden olmuştur. Yine Cana ve Hubli’den alalım haberi:
“Kuyucuların yürütmesi gibi suyu,/ İstedikleri yöne;/ Yönlendirmesi gibi oku,/ Okçunun;/ Biçim vermesi gibi marangozun/ Kaba bir tahtaya./ Siz de bakın bu yolculukta/ Kendinize, derinliklerinize/ Ve biçim verin kendinize/ Kuyucu gibi/ Okçu gibi/ Marangoz gibi.../ Budur anlamı yolculuğun,/ Yoksa Everest meverest bahane...// (...)
Bir insan/ Bin kere bin insanı/ Yense savaş meydanında,/ Ve bir başka biri,/ Yense yalnızca kendini,/ Ondadır en büyük zafer./ Zafer, yenendedir kendini./ Yenmekten iyidir bin insanı bin kere,/ Yenmesi insanın kendi kendini/ Ve yok etmesi böylece benliğini.// (...)
 “Öğreneceksiniz orada, evrenin dilini./ Yeni bir dildir gereken, size,/ Aşmak için kendinizi./ “Bir dil nasıl dönüştürebilir ki evreni?”/ Diye soranlar, bilmeyenlerdir o dili./ Göreceksiniz, evrenin sınırları,/ Sınırları mıdır o dilin/ Yoksa aynı şey midir ikisi.../ Öğreneceksiniz düşünürken/ Varlıkla yokluk arasına karışmayı...//
Rüzgar gibidir evrenin dili./ Kalın mıdır, ince midir rüzgar;/ Bilinmez, nasıl ki,/ Dokunan olmamıştır rüzgara şimdiye kadar./ Ve görmeyiz rüzgarı/ Ve görürüz yalnızca, onun etkilerini./ İşte böyle birşeydir evrenin dili./ Zordur, rüzgara dokunmak denli,/ Konuşmak, evrenin dili üstüne.//
O zaman duymaya başlayacaksınız, işte o zaman,/ Evrenin her yanında olan/ O esintiyi./ Kulaklarınızda uğultu, derinizde hareket!/ Görülmemiş, koklanmamış varlığı esintinin./ İşte o zaman anlayacaksınız/ İnsan yaşamı,/ Değildir esintiden başkacası./ Sallar, silkeler kimi zaman ağaçları/ Ve bu kadar./ Yine de bu koca evrenin,/ Esintilere de ihtiyacı var.//
Ve farkedeceksin öğrenince/ Rüzgarın dilini;/ Sen O’nu görmesen de/ Var Hubli, evrenin bir yerlerinde.../ Henüz görmedin Everest’i/ Ama vardır Everest de!//
Gökle yerin birleştiği yerden,/ Himalayalardan/ Çıkar, göksel ırmaklar da/ Ve bitimsizce karışırlar yamaçlardan/ Uçsuz bucaksız okyanusa.//
Dağlar hep boşalır,/ Dolar durur okyanussa.../ Bitimsizdir akıntılar./ Kimi der, “gündüz dağdan okyanusa/ Boşalır ırmaklar./ Tersine akar ırmaklar geceleriyse,/ Okyanustan dağlara...”//
İşte o zaman öğreneceksiniz o zaman,/ Hem bur’da varolmayı/ Başka yerde hem de./ Alevi gibi ateşin,/ Bir o yönde, bir bu yönde./ Ve yitip gideceksiniz yine de,/ Küller çoğalıp söndüğünüzde./ Yokolacaksınız bir süre önce,/ Hem bur’da hem başka yerde/ Olan siz değilmişsiniz gibi.../ İşte böylesine güçlüdür, güçlüdür/ Evrenin dili!//
Benliğini bırakıp taşımak evrenin yükünü,/ Böyledir ‘evrenin dili’ denilen türkü...”//
“Ya sonra saygıdeğer Buddha, ya sonra?/ Dönüşecek mi Hubli insana?”//
“Dev yağmur bulutları göreceksiniz tepede ve sis;/ Buzlu, karlı göreceksiniz tepeyi,/ Ve o dev yağmur bulutları,/ Bıraktıklarında yüklerini size,/ Yeni bulutlara/ dönüşeceksiniz siz de/ Varlıkla yokluk arasında./ Ve göreviniz, kuraklıktan çatlamış insanlara,/ Boşaltmak olacak yükünüzü/ Bundan sonra.//
İşte o zaman,/ Görebileceksiniz gözünüzü kendi gözünüzle,/ Bakmadan aynaya./ Duyabileceksiniz kulağınızı./ Tadabileceksiniz dilinizi./ Koklayabileceksiniz burnunuzu işte o zaman.//
Yürüyebileceksiniz kafanızla,/ Düşünebileceksiniz elinizle,/ Tutabileceksiniz ağzınızla tüm evreni/ Ve doyurabileceksiniz karnınızı/ Gözlerinizle.//
Silinecek, gölgeniz, ardınızda/ Ne de düşecek önünüze,/ Güneşli günlerde./ İşte böyle saydam, şeffaf bir varoluş/ Verecek Everest size!//
Bakıyor ama göremiyorsunuz şimdi evreni,/ Bir körün yalnızca/ Karanlığı görmesi gibi/ Bakıyor ve görüyorsunuz aynı şeyleri./ Everest, öğretecek, size, görmeyi,/ Uzaktaki bir daldaki böceği,/ Böceğin gözlerini,/ Gözlerindeki gölgeyi...//
Yeni bulutlara dönüşeceksiniz siz de/ Varlıkla yokluk arasında./ Ve göreviniz, kuraklıktan çatlamış insanlara,/ Boşaltmak olacak yükünüzü/ Bundan sonra.” (Gezgin, 2007)





(5)

Hint felsefesinin aykırılarını ele aldığımız ilk 4 bölümde, Caincilik ve Budacılık’ın çok olumlu bir resmini çektik. Oysa, Budacılık’ın çıktığı ülke Hindistan olmasına karşın, bugün Hindistan’da, tanrısız Buda, Hindu dinindeki tanrılardan birinin başka bir bedenle dünyaya gelmiş görüntüsü (buna ‘avatar’ denir; çağdaş dillerde, ağbağda (internet) ‘bir ağ kullanıcısının ‘sanal görüntüsü’ ya da ‘sanal kesit’ olarak ikinci bir anlamla yaygınlaşmaktadır; sözcüğün bu biçimde ikinci bir anlam kazanmasının, bilgisayar dünyasında yaygın olan Hindu yazılımcılardan ileri gelip gelmediği, ayrı bir inceleme konusu) olarak yeniden tanımlanarak, Buda’nın eleştirel ve devrimci yönü tırpanlanmıştır. Hindistan’da tanrının görüntüsü sayılan Buda’ya bugün tanrısız Buda olarak değil, tanrı olarak inanılmaktadır.

Budacılık’ın özdekçi ve devrimci yönü ilgi çekici gelse de, ‘Dalai Lama şeriatı ve Budacılık karanlığı’ başlıklı, 9 Eylül 2007 tarihli Evrensel Hayat yazımızda belirttiğimiz gibi, din, felsefe, bilim ve siyaseti ayırmayan bir inanış, laik bir hesaplaşmanın sonucu olarak kendini yenilemediği ölçüde bağnazlık ve şeriat üretmiştir ve üretecektir. Günümüzde, Budacılık’ın şiddete eğilimli bir din olmaması dışında, inanışlardaki tutuculuk açısından diğer dinlerle bir ayrımı bulunmamaktadır.

Yine de, Budacılık’ın çıkışında, Buda’nın prensliği bırakıp aydınlanmak umuduyla ormana çekilmesi ve Hindu toplumunun atar ve toplardamarı olan kast düzenini reddetmesi, düşünce tarihinde önemli bir katkı olarak yer etmiştir. Marks’ın dinin halkın afyonu olduğu biçimindeki ünlü görüşüne (gerçekte, günümüzde bu konuda anlam kayması var: Marks zamanında, afyon, yaygın bir ağrıkesici olarak kullanılıyordu; bu nedenle, Marks, bu görüşüyle, aynı zamanda, dinin, acıları dindirici bir düş olmasına vurgu yapmıştı) belki de en iyi örnek, Hinduculuk’tur. Hinduculuk’ta, bilindiği gibi, birbirleriyle ilişkileri kesin sınırlarla ayrılmış ‘kast’ adlı toplumsal sınıflar bulunmaktadır (‘Cana ve Hubli Purana Opera Librettosu’, tam da bu sınıfları, bunların yıkımını, bin insanın yüzünü Budacılık’a dönüp dağlardan yağmur bulutu olarak ülkeye süzülerek yeni bir dünya kurmalarını anlatır); ve bu toplumun en alt tabakası olan dalitler (‘ezilenler’ diye çevirebiliriz), kastların bir parçası bile sayılmaz. Brecht’in şu şiirindeki inerkalkar (tahteravelli, çöğüncek) benzetmesi, tam da bu durumu anlatır: 
Tahtaravalli///
İyice görüyorum artık düzeni./ Orada, bir avuç insan oturuyor yukarıda,/ aşağıda da bir çok kişi./ Ve bağırıyor yukardakiler aşağıya:/ "Çıkın buraya gelin ki,/ hepimiz olalım yukarıda."/ Ama iyice gözlediğinde görüyorsun, /neyin saklı olduğunu/ yukardakilerle, aşağıdakiler arasında./ Bir yol gibi gözüküyor ilk bakışta./ Yol değil ama./ Bir tahta bu./ Ve şimdi görüyorsun açıkça;/ Bu bir tahtaravalli tahtası./ Bütün düzen bir tahtaravalli aslında./ İki ucu birbirine bağımlı./ Yukardakiler durabiliyorlar orada,/ sırf ötekiler durduğundan aşağıda.//
Ve ancak;/ aşağıdakiler, aşağıda oturduğu sürece/ kalabilirler orada./ Yukarıda olamazlar çünkü,/ ötekiler yerlerini bırakıp çıksalar yukarı./ Bu yüzden isterler ki; 
aşağıdakiler sonsuza dek/ hep orada kalsınlar./ Çıkmasınlar yukarı./ Bir de, aşağıda daha çok insan olmalı yukardakilerden./ Yoksa durmaz tahtaravalli./ Tahtaravalli./ Evet, bütün düzen bir tahtaravalli.”


Hindu toplumunda en ‘pis’ işler, birçok toplumda olduğu gibi, en alttakilere yaptırılır; en alttakilerin görevini, adı Ankara’daki Tandoğan Meydanı’na verilmiş Ankara valisi ve belediye başkanı (1929-1946) Nevzat Tandoğan’ın (1894-1946) sözleri çok iyi açıklamaktadır: "Ulan öküz Anadolulu! Sizin milliyetçilikle, komünizm ile ne işiniz var? Milliyetçilik lâzımsa bunu biz yaparız. Komünizm gerekirse onu da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var: Birincisi, çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek. İkincisi, askere çağırdığımızda askere gelmek."(Vikipedi, Nevzat Tandoğan girdisi).

Evet, bu durum, hemen hemen tüm toplumlarda görülür; ancak, kuralların Hindu toplumundaki meşrulaştırılma biçimi farklıdır: Bu kurallara uymayanlar, “yeniden doğumunda engelli ya da hayvan olarak doğacaksın” diye korkutulmuştur/ korkutulmaktadır. ‘Denizlerden, Irmaklardan, Dağlardan Konuşmalı...’ başlıklı, 12 Ağustos 2007 tarihli Evrensel Hayat yazımızda da belirttiğimiz gibi, Hindistan’da en alttakilerin daha eşitlikçi bir düzen öneren Muhammedcilik’e yönelmesine işte bu nedenle şaşmamak gerekir.



İlgilisine Kaynak

Gezgin, U. B. (2007a). Asya-Pasifik’te Bu Hafta (8): Dalai Lama şeriatı ve Budacılık karanlığı. Evrensel Gazetesi Evrensel Hayat Eki, sayı 167, 9 Eylül 2007. http://www.evrensel.net/ekhaber.php?haber_id=16717

Gezgin, U. B. (2007b). Cana ve Hubli Purana opera librettosu. İstanbul: Çekirdek Sanat. http://www.pandora.com.tr/urun.asp?id=157378

Gezgin, U. B. (2007c). Asya-Pasifik’te Bu Hafta(4): Denizlerden, ırmaklardan, dağlardan konuşmalı... Evrensel Gazetesi Evrensel Hayat Eki, sayı 163, 12 Ağustos 2007. http://www.evrensel.net/ekhaber.php?haber_id=15214

Vikipedi (2008). Nevzat Tandoğan. http://tr.wikipedia.org/wiki/Nevzat_Tando%C4%9Fan





(6)

Bu son yazımızda, Caincilik ve Budacılık ile ilgili görüşlerimizi özetliyoruz: Önceki 5 bölüm boyunca, Caincilik’i ve Budacılık’ı ele alırken işlediğimiz temel bir konu, bu iki felsefenin olumlu anlamda bireyselliğe ve eleştirelliğe yaptıkları katkılar ve vurgudur. Avrupa felsefenin ve Aydınlanma düşüncesinin temeli olarak görülen bireysellik ve eleştirellik, gerçekte Avrupa felsefesinin çıkışından yüzyıllarca önce Hindistan’da ileri sürülmüş ve hatta aşılmıştır. “Aşılmıştır” diyoruz çünkü Avrupa’da Aydınlanma düşüncesinin baskıcı yüzünün tartışmaya açıldığı 20. yüzyıldan yine yüzlerce yıl önce Buda, “ben sizi aydınlatamam; aydınlanacak olanlar sizlersiniz; ben size yalnızca yardımcı olabilirim” diyerek hem ‘Aydınlanma’nın baskıcılığını hem de Gramsci’nin ileri sürdüğü geleneksel aydın-uzuvsal (organik) aydın görüşünü aşmış görünmektedir. Budacı aydının görevi, kitleye bilinç götürmek ya da bilgisini dayatmak değil; kitlenin kendi bilincine kavuşacağı kavramsal araçları sağlamaktır. Dolayısıyla, Budacı bakış, öğretmenle öğrenci arasındaki uçurumu çok önce geri çevirmiş; öğretme görevi yerine, öğrenmeyi kolaylaştırıcı olma görevini ortaya koymuştur. Aydın, ‘öğreten adam’ değil; öğrenmeyi kolaylaştırıcı kişidir. Aynı biçimde, Caincilik, bize, görüşlerimizin baktığımız açı nedeniyle eksik olabileceğini söyleyerek, çağdaş anlamdaki görececiliğin büyükanneliğini yapmıştır. Yine Caincilik’in, ‘ilahi adalet’e dayanmayan karma inancı ile ve yaratıcı güç kavramını reddedişiyle sunduğu katkı gözardı edilemez. Son olarak, bu iki felsefe de, özel mülklüğe karşı çıkarak, ilk ortaklaşmacı (komünist) düşünceler olarak insanlık tarihinde yerlerini almışlardır.

Türkiye’de Budacılık’ın yanlış tanınmasında Orhan Hançerlioğlu’nun büyük etkisi vardır. Öyle görülüyor ki, Hançerlioğlu, ‘tektanrılı’ dine sahip bir toplumdan gelmiş bir insan olarak, her dinde ‘peygamber’ aramış ve Hindular’ın yorumlarını, Buda’nın gerçek görüşleri kabul ederek, ‘peygamber’ olmadığını kerelerce dilegetiren Buda’yı ‘peygamber’ ilan etmiştir!:

Tektanrıcı dinlerin başka bir niteliği olan peygamber de bir süre sonra Buda’nın kişiliğinde meydana çıkacaktır. Onun meydana çıkışına kadar peygamberlik görevini güçlü bir sınıf halinde kendilerine brahman adını vermiş olan rahipler yapmışlardır. Budist inançlarına göre Buda, bütün bilgilerini Brahma’dan almıştır, artık olgunlaştığını ve bildiklerini başkalarına öğretmesi gerektiğini kendisine Brahma söylemiştir, Buda da Brahma’dan aldığı bu buyrukla kalkıp Benares’e gelmiştir.
Buda’nın ünlü Benares söylevi, Brahma’nın kendisine verdiği bilgilerin ürünüymüş.” (Hançerlioğlu, 1995, s.40).

Zaten Hançerlioğlu, aynı kitabında, yukarıdaki ‘miş’li yorumuyla çelişmektedir:
“Budizmde olduğu gibi, din düşüncesinde bir adım daha ilerleme, engin
evrenin varlığını anlamak ve açıklamak için tanrı düşüncesinin gerekmediğini,
bu anlama ve açıklamanın tanrısız da yapılabileceğini ilerisürer” (Hançerlioğlu, 1995, s.23).
O zaman Hançerlioğlu’na sormak isterdik: Budacılık, tanrısızsa nasıl peygamberli olacak...

Hançerlioğlu yerine, Türkiye’nin en üretken hintbilimcisi Prof.Dr. Korhan Kaya’nın çalışmaları, daha aydınlatıcı olacaktır. Özellikle, ‘Hint Mitolojisi Sözlüğü’ (İmge, 1997) ve ‘Hintliler’de Tanrı’ (Kaynak, 1998) okunmaya değer.

Günümüzde, Caincilik’in ve Budacılık’ın sevilgen (popüler) biçimleri yaygınlaşıyor: Başlarına kötü birşey gelmesin diye iyilik yapan Budacılar ve varsıl olma umuduyla pahalı adaklar sunan Cainciler, bu iki felsefenin devrimci niteliğini zedeliyor. Ancak, yine de, bu uygulamalar, bu iki akımın, Hint felsefesinin çatlak sesleri olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Ben-özekçiliğin ve imparatorluk geçmişinin bir ürünü olarak, Şeyh Bedreddin’i ilk toplumsalcı (sosyalist); Tasavvuf’u da Anadolu’nun özgün bir bireşimi gibi görenler, Buda’da ve Mahavira’da, Şeyh Bedreddin’den 2000 yıl öncesinin toplumsalcılarını ve tasavvuf görüşlerini bulacaklardır. Umarız, bu yazı dolayısıyla, ‘gizemli ve ruhçu Hint felsefesi imgesi’ tuzla buz olmuştur. Hint felsefesi, Avrupa felsefesi kadar varsıldır; yalnızca önümüze ve Avrupa’ya baktığımızdan ve arkada gözlerimiz olmadığından, Asya’daki bu büyük hazineyi göremiyoruz.

Sözlerimizi, “Ellerin Kabesi var, benim Kabem insandır”ın (Ruhi Su) Buda diline çevirisi ile bitirelim: 
Kendini aşan insana tapan insanlar,/ Aşamazlar kendilerini, kendi başlarına.../ Kendini başkasına açan, kendine kapatan insan,/ Açamaz kendini, kendine; başkaları olmadıkça...//
Ve dağlar da düzlenemez, ovalar yükselemez,/ Okyanus durulamaz, yollar uzanamaz,/ Yağmurlar dinmek bilmez, güneş doğamaz,/ İnsan kendin' aşmak için yaşamadıkça!//
Kendini aşan insana tapan insanlar,/ Aşan insanlar olsunlar, kendilerine tapsınlar!.../ Kendini aşan insana tapan insanlar,/ Kendilerine tapan insanlar olmalıdırlar!...//
Kendini aşan insana tapan insanlar,/ Ancak kendilerine taptıklarında insan olacaklar!” (Gezgin, 2007)


(son)


İlgilisine Kaynak


Gezgin, U. B. (2007). Gezgin şiirleri (2000-2005). Lulu. http://www.lulu.com/content/1232382

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder