Bir Dağbaşı Tapınağında: Ama Ben Duymaz Olmuştum
Ulaş Başar Gezgin
“Bizi dağa çıkaran her neyse, düze indirecek de aynı şey” demişti yıllar
önce dağbaşı tapınağında sohbet ederken sessizce. Sanki birileri duyacak gibi
sessizce. Oysa kimse yoktu ortalıkta bizden başka. Tümüyle bambudan yapılmış
bir tapınaktı bu. Uzaktan tapınağı andırıyordu evet ama gerçek bir binadan çok,
maket gibiydi. Bunu kendisine iletince, “hepimiz öyle değil miyiz? Kendimize
yakından bakınca ne kadar sahici geliyor; ama uzaktan bakınca ne kadar sahte
olduğumuzu anlıyoruz” diye yanıtlamıştı. ‘Ben ve diğerleri’ ayrımı yapmayan bu
biz dili, hoşuma gidiyordu aslında. Biz sıradan insanlardan ne üstündü ne de
ileriydi. Hatta “herkesten daha gerideyim, onları daha iyi görebilmek için;
hayat yolunda tökezlerlerse hemen yardıma koşabilmek için” demişti. Küba’ya
cemevi talep ettiğimizi söylediğimde, ben onu şaşırtacakken o beni şaşırtmıştı.
Buralarda, bu uzak diyarlarda kime ‘cemevi’ desem, “o ne?” diye yanıtlıyorlardı
ya da ‘soru’luyorlardı, çünkü buna tam da bir yanıt denemez. Ve karşıma ilk kez
cemevinin ne olduğunu bilen bir Doğu Asyalı çıkmıştı. Büyük başarı. Bu
dağbaşına geldiğime değmişti. Bir kez daha anlamıştım bunu.
O, birçoklarının tersine, ateist bir aileden gelip bütün dinleri incelemiş;
sonra Tanrı inancı olmayan dinlerden biri olarak Budacılık’la yakınlaşmış. Hem
ateist hem Budist olduğunu söylüyordu büyük bir keyifle. Hatta neredeyse ben de
Budist oluyordum tam da oracıkta, sonra tuttum kendimi. Yine de, bu ateist
dindarlar, çekici olmayı sürdürdü içimde. Ve İTÜ’ye Budist tapınağı açılması
için toplanan binlerce imzadan bahsettiğimde katıla katıla güldüğünü anımsayıp
ben de katıla katıla güldüm, ruhsal olarak çok zorlandığım günlerde. “Ya bak
gördün mü, gülünecek çok şey var dünyada aslında; gülüntüler üzüntülerden her
zaman fazladır ve iyi ki fazlalar; yoksa nasıl yaşayacaktı acılar çeken tüm o
insanlar.” demişti.
- Onları yaşatan sizin gibi rahipler zaten. “Bir sonraki yaşamında hayvan
olarak ya da engelli olarak doğmamak için iyilik yap iyilik bul” değil mi temel
düşünceniz...
- Öyle ama insanın içindeki iyilik, Buda’dan çok önce vardı; yoksa Buda
ortaya çıkmazdı. Yani Buda, iyiliğin kaşifi de değil mucidi de. Onu önceleyen
iyilik, beşiğini salladı Buda’nın.
Dertleşmeye gelenlerin bağışlarıyla yaşayıp gidiyordu burada. Kimisi, biraz
konuşunca kendi kendine iyileşiyormuş; kimisinin daha sık gelmesi gerekiyormuş.
Doktora gönderdikleri de olmuşmuş. Öyle diyordu. Kendisine ne kadar çok
zenginin geldiğini anlattı. İlk başlarda şaşarmış bu duruma. “Malları mülkleri
herşeyleri var. Bir el yağda, bir el balda. Ne işin olur senin dağbaşıyla, git
bir tatil köyüne, daha makbule geçer” diye geçirirmiş içinden; ama sonra
Buda’nın hayatını hatırlarmış. Nice zenginlik içinde prens olarak büyüyen
Buda’nın bir çilekeş gibi yıllarca yaşadığı bedensel yoksunlukları, sonrasında
ılımlı yolu bulmasını ve nice önemli ayrıntıyı... “Düşünebiliyor musun” diye
eklemişti, “çok zengin bir aile, malikaneleri var ama çocukları ölümcül bir
hastalığa yakalanıyor. Çare yok. Bizde de mucize yok. “Zenginlik eşittir
mutluluk” sözü, doğru değil. Ya da kardeşler arasındaki o miras kavgaları.
Ünlülerden de gelenler oluyor, sahne ışıkları söndüğünde hiç de mutlu bir
yaşamları olduğu söylenemez.”
““Zengin olalım da onların dertlerini tasalarını devralalım razıyız; zaten
öyle de böyle de bir sürü sıkıntımız var” diyebilecek nice insan yok mu bu
dünyada?” diye sormuştum, gülmüştü. Aslında benim asıl merak ettiğim, onun
yaşam öyküsüydü. Çok sonra rahip olduğunu duymuştum. Neydi onu buraya
sürükleyen? Orta yaş bunalımı mı?.. “Bir kız sevdim vermediler” efkarı mı?..
Çok çok daha derin sorular ve sorunlar mı?.. Öğrenemedim. Bu soruyu ne zaman
sorsam geçiştiriyordu. Rahipler, tapınağa girerlerken, egolarını dış kapıya
asarlarmış ve isterlermiş ki rüzgar onu yontup yontup un ufak etsin. Benim sorularım
o un ufak olmasını dilediği egosunu şişiriyormuş. “Benden bahsetmeyelim, sen
anlat” dedi. Anlatıp durdum uzun uzun. Ben bile anlatmaktan sıkıldım; o ise
dinlemekten sıkılmadı. Sonunda anlatmayı bırakınca “daha da anlat; sana iyi
geliyor birilerine birşey anlatmak; uzun süre yalnız kalmış gibisin” diyor,
ısrar ediyordu daha da anlatmam için. Gerçekten işe yaramıştı. Bu uzak diyarda,
bu gerçek dostlukların bir tek nadide eserler koleksiyonunda yer bulabildiği
muhabbet çölünde ilaç gibi gelmişti, ama yenemiyordum merakımı. Kimdi, neydi,
neciydi? Buraya nasıl gelmişti? Ve bu sorulara vereceği yanıtlara göre ortaya
çıkacak bir sürü yeni soru...
O gece tapınakta kaldım. Geç olmuştu, bu saatte bayır aşağı bile olsa dağda
dolaşmak iyi bir fikir olmayabilirdi. Ben gelmeden zaten çoktan hazırlamışmış
kalacağım odayı. “Öğleden sonra gelip de dertleşenler hep geç kalıp burada
konuğumuz oluyorlar; o yüzden hazırlıklıyız” demişti. “Zaten biz de misafiriz.
Er ya da geç gideceğiz. Hazırız.” diye eklemişti. Başkası söylese klişe gibi
gelirdi kulağa; ama o söyleyince inandırıcı oluyordu. “Ruhsuz bir dünyaya
Budist ama ateist bir ruh üfleme düşü” gibi ifadeler de çok klişe geliyordu;
ama orada anlamıştım, klişeyi klişe yapanın klişenin kendisi değil, söyleyeni
olduğunu... Daha uzun kalmayı düşündüm orada. Zaten kahvaltıda bile pirinç
yemeye fazlasıyla alışmıştım. Yoga eğitmeni olan arkadaşımdan biraz bilgi
almıştım kendi tapınak deneyimleri hakkında bundan birkaç yıl önce. “Ama
sıkılabilirsin sen inzivada” demişti bana, “fazla hareketli bir insansın.” Yine
de egoyu sessizce kapıda bırakmayı düşündüm ciddi ciddi o gece.
Sabah uyandığımda tapınakta değildi. “Ferrarisine binip gitmiştir” deyip
kendi kendime gülmüştüm, sonra da hafif bir suçluluk duyar gibi olmuştum. Böyle
değerli bir insan için nasıl bir laftı bu böyle... Döndüğünde çok sayıda köylü
vardı yanında. Onlar da dertleşmek istiyormuş. Psikolog yok ki koca bölgede;
olsa da zaten orta sınıf ve üstüne hizmet eder. “Köylü psikolojisi” diye arama
yapın bakalım, ne çıkıyor... Tek tük sayfalar çıkıyor, onlar da konuyla tümden
ilgili değil. Buralarda dertlenenler gider pirinç rakısı içer, kendine gelir.
Ama gelmeyenler de oluyormuş; işte bunlar onlar. Hele kadınlar; onlar
içebilirler isteseler ama içmezler genelde, içkiye alışık olmayıp da çok kısa
sürede sarhoş olmaktan korkarlar buralarda onlar. “Ne yapmalı hayırsız evlata”
ya da “aldatan kocaya”... “Bizde sihirli değnek yok ki” diyordu rahip, “yine de
bize geliyorlar; sihirli değneğimiz var gibi davranıyorlar, biz de bozmuyoruz.”
****
Üstünden yıllar geçmiş bütün bu anıların. Şimdi karşımda işte, ama rahip
elbisesi değil, üstündeki. Sıradan halk giysileri. Bir gömlek bir pantolon ve
sandalet... Tanıyamadım önce ama o beni tanıdı. Mermer Dağı’ndan dönerken denk
geldi. Bu dağa fırsat buldukça giderim. Mağaraları, dorukları ve tapınaklarıyla
beni hep artık ayrıntılarına erişemediğim çocukluğumdan anılara götürür.
Çengelköy’de bir tarla mıydı, Yeşilköy’de bir bostan mıydı, yoksa Yalova mıydı
orası? Belki de Akçakoca? Kanarya? Halkalı? İyi de bunların hiçbiri Mermer Dağı
kadar dağlık değil... Olsun, çocukluğa götürüyorsa sorun yok.
İşte o Mermer Dağı’nda hep geçmişe giderim; geleceğe de giderim, eksik
olmasın sözlerim. Gelecekteki bir daha gelişimi düşünürüm buraya. Daha önce
geldiğimde nasıldım, şimdi geldim ne değişti benliğimde ne değişmedi... Bunları
sorarım kendime. Yani havaalanlarındaki bekleme salonları gibidir benim için
bir nevi, Mermer Dağı, ama onlardan kat be kat öte. Muhasebe defteri bu dağ;
bildiğimiz muhasebe defteri, ruhsal gelirler giderler... İflas bayrakları ve
yeni atılımlar... Hepsinin bulutlar üstünde dökümünü yaptığım yer. Eskiden
buradaki mermerlerden yaparlarmış yöre halkının heykeltraşları, ticari kalıptan
heykellerini. Binlerce, onbinlerce tıpkısının aynısı Buda heykeli, genç kız
heykeli. Pipisinde fıskiye olan çocuk heykeli, yunus heykeli vb. İnsanın
“‘heykeltraş’ yerine ‘yontucu’ demek daha mı uygun olur” diyesi geliyor kimi
zaman.
Bu yontucu dükkanlarından biri dikkatimi çekmişti. Kalıp eserler yoktu
burada; hatta gerçeküstücü diyebileceğim öğeler bile vardı bu heykellerde. Bir
yontudan öteydi bu çalışmalar. Her birine ayrıca özenildiği belliydi. Merak
duygusuyla içeri girdim. Sağa sola bakındım. Kimsecikler yoktu. Yandaki
dükkanlara sordum, “bir sanat toplantısı mı ne varmış, ona gitti, gelecek”
dediler. Dükkana girdim tekrar, heykellere baktım. Beynini sırtına takıp yola
çıkmış bir adam. Saçlarını kazıtıp boynuna dolamış bir kadın. Sigara içen bir
adam ve hemen arkasında onu taklit eden bir çocuk. Kement diye bir yılan atan
kovboy. İşçi tulumlu, önden işçi, arkadan robot görüntülü bir genç. Ve daha
niceleri... Dükkanda, panolara astıklarına baktım bir de. Bir sürü gazete
küpürü vardı panolarda. Belki onlardı ilham kaynakları. Bazılarında da
kendisinden bahsediliyordu.
Tam çıkıyordum, geldi. Saçları uzatmış, saç sakal da birbirine karışmış.
Bin şahit isterdi onun aynı rahip olduğuna. O yüzden, söylediğinde inanmadım
ilk başta. Yıllar önce tapınakta konuştuklarımızı hatırlatınca ikna oldum. Oydu
bu. Ama burada ne arıyordu?
- “Bizi dağa çıkaran her neyse, düze indirecek de aynı şey” demiştim yıllar
önce, anımsadın mı?
- Evet. Çok sormuştum, ama kendin hakkında hiçbirşey anlatmamıştın. Hâlâ
geçerli mi bu durum?
- Yok. Değil. Tapınaktan ayrılalı birkaç yıl oldu.
- Ayrıldın mı? Nasıl? Şaşırdım.
- Herkes şaşırdı. Ben bile şaşırdım.
- Evet, anlat. Zaten neden rahip olduğunu merak ediyordum, onu
anlatmamıştın. Şimdi de ayrılmışsın.
- Tamam, anlatıyorum, dinle. Kardeşimi bir trafik kazasında kaybetmiştim.
Babam da zaten kanserden ölmüştü ben küçükken. Tek kardeşimdi. Onu o gece
şehirlerarası otobüse bindirmiştim. Görüntüsü terminalde kayboluncaya kadar
beklemiştim. Uzun süre el sallamıştık karşılıklı. 5-6 saatlik bir yoldu alt
tarafı. Birkaç günlüğüne şehirdışına çıkması gerekiyordu, sonra dönecekti eve.
Ama dağlık bir yoldu bu. Benim tapınağım gibi dağlık.
- Çok kötü. Çok üzücü.
- Evet öyle ve yokluğuna alışamadım bir türlü. İlk başlarda kendimi bile
suçladım “daha pahalı bir otobüse bindirseydim kaza olmazdı” diye. Şoförün
birkaç saniyelik dalgınlığı neden olmuş. Dağlık yerde olunca kaza, ambulans da
yetişememiş. Daha hastaneye kaldırılamadan kaybetmişiz. Önde oturmasaymış
kurtulurmuş; bir tek ön koltuklarda oturanlar yitip gitmiş. Gerisi sağ. Önde
oturmayı hep severdi. “Dağ manzarası ne güzel. Önde oturunca daha keyifli
oluyor” demişti yola çıkmadan önce. Bir abi olarak engel olmam gerekirdi.
“Arkada otur, birşey olmasın sonra” diye uyarmalıydım onu; uyarımın yersiz
olduğu, aşırı şüpheci olduğum düşünülecek olsa da. Olsundu, kim ne düşünürse
düşünsündü; yeter ki kardeşim sağ çıksaydı o otobüsten. İlk başta çok kızdığım
şoför de daha sonra yoğun bakımda ölmüş. Üstüste uzun süre araç kullanmak
zorunda kalmışmış meğer, personel eksikliği nedeniyle. Oysa o şirket çok büyük
kârlar elde ediyordu o yıl. İsteseler her araca kaç şoför dikerlerdi... Daha
fazla kazanç için daha az şoförle yolculuk etmek ve bunun getirdiği ölüm.
Kabullenemedim. Nasıl kabulleneyim ki!.. Karışık duygular içindeydim. Neydi
duygularım, sürekli değişiyorlardı ve içiçe geçiyorlardı: Öfke mi? Çaresizlik
mi? Kin mi? İntikam duyguları mı? Suçluluk mu? Üzüntü mü? Yas mı? Hepsi bir
arada saldırıyorlardı benliğime. Kemiriyorlardı beni içten içe. Başa
çıkamıyordum.
- Üzüldüm. Şimdi neden daha önce anlatmadığını anlıyorum.
- Evet, anlatmadım çünkü başkaları üzülsün istemedim. İşin aslı, bencil bir
gerekçem de vardı: Her gelen, kendi yaşam öykümü soruyordu ve her anlatışımda
gözümün önünde yeniden ölüyordu kardeşim ve ben hiçbirşey yapamıyordum. Bir kez
daha, bir kez daha ve bir kez daha...
- Bana o sırada anlatmış olsaydın, ben de etkilenirdim. Allak bullak
olurdum. Yıllar sonra anlatırken bile şu an, çok yoğun duygularla yüklü olarak
anlatıyorsun. Dinliyorum.
- Ben aslen heykeltraştım, rahip olmadan önce. Şu an nasıl görünüyorsam
aynen öyleydim tapınaktan önce; elbette çok daha gençtim. Her zaman yaptığım
gibi, “acılarımı, dertlerimi, tasalarımı taşa dökeyim” dedim. Şimdiye kadar çok
iyi işlemişti bu savunma yöntemi. Çok sevdiğim kız arkadaşım üniversite yıllarında
beni terk ettiğinde, bir heykelini yapmıştım. Artık beni terkedemeyecekti, hep
yanımda olacaktı. Canlısını ikna etmek zor olsa da, heykeli söz dinliyordu
işte. Sonsuza dek benimle olmaya yeminliydi. Ya da annemle sorunlar
yaşadığımda... O zaman da kızgınlığımı figüratif olmayan bir heykelle
atlatmıştım. Annem, heykeltraş olmamı istemiyordu. “Zaten sefaletten
sürünüyoruz” derdi, “taştan para kazanıldığını kim görmüş kim duymuş...”
Elbette o zamanlar böyle bir sürü kalıp heykel dükkanı yoktu. “Ekmeğini taştan
çıkaran” hiç mi hiç yoktu. Heykel yapsan, satacak kimseyi bulamazdın. Şimdi hak
veriyorum anneme ama iyi ki dediğini yapmamışım. Yoksa asker falan olacaktım.
“Elveda heykel” diyecektim, “elveda hayat”, “yaşasın kuralların hükmettiği
dünya”...
Fakat bu acıyla başa çıkmaya heykeller bile yetmedi. Hatta heykel yapasım
gelmemeye başladı, kardeşimi kaybettikten sonra. Boşuna uğraşıyordum hayatta.
Kardeşimin yitip gitmesini engelleyemedikten sonra neye yarardı bütün o
heykeller... En tanınan heykeltraş olsam –ki bu, hiç mi hiç olanaklı değildi-
ne yazardı bundan böyle... Bazı heykellerimi kırdığım bile oldu o günlerde.
Balyozla dalıyordum onlara. Öfkemi geçiriyordu bu, ancak diğer duyguları daha
da güçlendirmek üzere...
- Ama ya o tapınak?
- O ara Budist bir tanıdıktan siparişler aldım. İleri bir yaştaydı. Geniş
bir ev inşa ettirmişti kendine. “Ben ölünce çocuklarla torunlarla şenlensin”
diyordu. Yeni evi için Buda heykelleri istemişti benden. Ödeyeceği rakamlar da
iyiydi. Bir aile dostu önermiş beni. Ama kafa, yerinde değil ki... Yaptığım ilk
heykelde Buda’nın yüzü hüzünlüydü. Olumlu bir duyguyu düşünemediğim için
malzemeye de yansıtamıyordum. İlk heykelin ilk aşamalarını görmüştü müşterim.
Sonuçta üzüntülü bir yüz çıkınca utandım. Malzemeyi de peşin ödemişti üstelik.
Tam bir rezalet. Allem etti kallem etti, şöyle ısrar böyle ısrar derken ilk
heykelin bitmiş sürümüne baktı. Daha doğrusu bakakaldı. Önce kızar gibi oldu;
sonra üzüldü, sonra da güldü. “Sen” dedi, “bu aralar çok mu dertlisin?”
Anlattım durumu. Bir Budist rahiple tanıştırdı beni. “Ona daha ayrıntılı anlat,
açılırsın” dedi.
- Üzüntülü Buda heykeline ne oldu peki? Çöpe mi gitti?
- Hayır. Müşteriyle Budist rahip birgün geldiler, dediler ki: “sen çok
güzel bir heykel yapmışsın ve çok özgün bir çalışma olmuş. İleride çok büyük
bir sanatçı olacağın belli oluyor bu eserden.” Dediklerine anlam veremeyince
açıkladılar: “Sen Buda’nın Buda olmadan önceki halini yontmuşsun. Buda da böyle
üzüntülüydü, arayıştaydı Buda olmazdan evvel. Yıllar geçti o üzüntülü yüzde bir
tebessüm belirmesi için. Sana da tebessüm lazım, en küçüğü bile yetecek sana
emin ol.”
- Ve o tebessüm umuduyla tapınağa mı kapandın?
- En sonunda öyle oldu ama tapınağa kapanmadan önce, her gün rahiple sohbet
ede ede yeni heykeller yaptım. O içsel yolculuğu dışa vuruyordum adeta. İlk
Budistlerin heykelinin olmadığını da bu süreçte öğrendim. İskender’in ordusuyla
Hindistan’a gelip yerleşen Yunanlılar getirmişler Budizm’e heykelciliği. O
yüzden Buda heykellerinde bir antik Yunan hissi vardır hep.
- Çok ilginç. Çok çok ilginç. Gerçek mi bu?
- Evet, gerçek. Eski dünyada değişik kültürler, bizim bildiğimizden çok
daha fazla içiçeymiş. Bunu öğrendim bu süreçte. Yolculuklar ulaşım zorluğu
nedeniyle daha uzun sürse de İpek Yolu varmış örneğin. Hem de bir değil çok
sayıda varmış böyle güzergahlar, ülkeleri kavuşturan.
- Evet. İlginç.
- İşte böyle, bu heykelleri yaptıktan sonra kapandım tapınağa. Önce o
rahiple birlikteydik, öğretti bana neler yapmam gerektiğini, nasıl yaşamam
gerektiğini. Sonra kendisi ayrıldı tapınaktan, “içsel yolculuğunu kendin
yapmalısın” diyerek.
- “Ben sana yardımcı olurum ama kendini aşacak olan sensin; sen irade
göstermezsen kimse gösteremez” der gibi olmuş.
- Evet, bu dediğin zaten, Budizm’in temellerinden biri.
- Evet, bir kitapta okumuştum. Sonra? Dinliyorum.
- Ondan sonra senin gibi binlerce onbinlerce insan geldi tapınağa. Çoğu
dertleşmek istedi; çok azı, “hayatın sırrı ne?” gibi sorular sordu. Her
dertleşen, benim kardeş kaybımı hafifletti. “Yalnız değilmişim acılarımda”
dedirtti bana. Hâlâ içim acısa da, bir rahip olarak güçlü görünmem gerekiyordu.
Öyle de yaptım. Bu güçlü rolünü oynaya oynaya rolümü iyice benimsedim sonunda
ve bir gün bir baktım ki artık rol yapmıyorum. Güçlenmişim. Kardeşimi unutmasam
da, acısı geride kalmış. Geleceğe bakıyorum, nice insanla kardeşleşmek için.
“Hayatın sırrı”nı soranlar da iyice dağıttı kafamdaki efkarlı havayı. Ne kadar
derin konulara girdiysem o kadar uzaklaştım bireysel acılarımdan. Hesapta
karşımdakiler dertleşerek acılarını hafifletiyorlardı; aslında tam tersiydi
durum. Acısı hafifleyen bendim. Her defasında acılarım daha da hafiflediği
için, başkalarının acılarını da hafifletebilmeye başladım.
- Ama sonra yeniden düze döndün? Aynı nedenle mi? Nasıl? Tahmin edemedim.
- Kardeşimin kaybından sonra ailede geriye kalan tek çocuktum. Babamızı da
çok önce kaybetmiştik. Annem bir başına kaldı ben tapınağa kapanınca. İlk başta
çok da sorun değildi. Komşularla dertleşiyordu, aile dostlarımızla bir de. Ama
birkaç yıl sonra, korkunç bir yalnızlık girdabına girmiş. Öyle anlatıyordu.
“Zaten kardeşin de gitti; bari sen gel evde kal” diye çok ısrar etti ama ben
daha tam olarak iyileşmemiştim. Yavaş yavaş toparlanıyordum. Ta ki bir gün
yalnızlıktan yataklara düşene kadar. Bunu duyunca çok üzüldüm. “Ne kadar
bencilim” dedim kendime. “Kadıncağız ne yapacak bir başına...” Döndüm ve
tapınağa sık sık gidenlerin cömert bağışlarıyla bu dükkanı açtım. Annemde
kalıyorum. Bazen annem de geliyor dükkanda oturuyor. Çok mutlu.
- Çok güzel. Yaş ilerleyince farklı bakıyor dünyaya insan, öyle değil mi?
Elbette tapınak yaşamının da büyük etkisi olmalı bu değişimde. Doğru mu?
- Doğru. Aynen. Dahası var. Yakında evleniyorum!
- Oooo. Mutluluklar dilerim. Şimdi bilmeyenler de “evlenmek için tapınağı
bırakmış” diye düşünürler.
- Düşünsünler. Zaten bütün sorunların başlangıç noktası, “elalem ne der”
korkusu değil mi...
- Aynen. Peki üzüntülü Buda heykeline ne oldu?
- Burada. Paravanın arkasında. Çok yorulduğum ya da kızdığım zaman
geçiyorum paravanın arkasına, üzüntülü Buda heykeline bakıp kendime geliyorum.
Nereden nereye geldiğimi hatırlatıyor bana üzüntülü Buda ve garip bir biçimde
beni güldürüyor. “Üzüntün geride kaldı, şimdi ileriye bak bakalım” diyor sanki
bana her defasında.
Daha da anlattı. Çok neşeliydi. Hatta benim için şarap bile açtı. Kadehleri
tokuştururken, karşımdakinin aynı rahip olduğuna inanmakta hâlâ zorlanmakta
olduğumu duyumsadım.
- Çok güzel. Şimdi çıkıyorum ben. Arada uğrayabilir miyim? Hiçbirşey
almadan dükkandan çıkmak ayıp olur mu?
- Olmaz, almış kadar oldun zaten.
Çıkarken düşündüm. Hepimize böyle yüzler gerekliydi tam da, duygularımıza
söz geçirebilmemiz için. Canın mı sıkıldı? Bak Gezi Parkı’ndaki günlerine.
Kızdın mı? Bak falanca resme, orada nasıl sakindin... Hafakanlar mı bastı? Bak
daha önce hafakanlar bastıktan sonra turp gibi çıktığın günlerin fotoğrafına...
‘Tetikleme etkisi’ diyordu buna araştırmacılar. Basitti ama çoğumuzda işe
yarıyordu. Heykeltraşı rahibe, rahibi heykeltraşa dönüştüren sürecin söylediği
çok şey vardı bana. Ama ben duymaz olmuştum. Son yıllarda neyden neye
dönüştüğümü düşündüm ağırlıklı olarak ve neyden neye dönüşemediğimi...
Milyonlarca düşünce geçti kafamdan, yazmaya yetişemediğim. Birini tutacağım
derken eldekini kaçırıyordum ve sayısız kez yinelendi bu durum. Sonra oturdum
Mermer Dağı’nın doruklarından birine, anca’ bunları yazabildim sonunda...
30 Temmuz 2015
NASIL
OLUP DA GERÇEKLERE İNANABİLİYORSUNUZ? - ANLATILAR KİTABI (2012-2017) –
ÖYKÜLER,
MASALLAR, FİLM ÖYKÜLERİ, KISA FİLM SENARYOLARI
Ulaş Başar
Gezgin
İÇİNDEKİLER
Öyküler
Nasıl Olup da Gerçeklere
İnanabiliyorsunuz?
Öyle Bir Numara Seç ki...
Bir Dağbaşı Tapınağında (Ama Ben
Duymaz Olmuştum)
İzmir’e Giderken
İmparator Anıtı’nı Neden
Yıkıyoruz?
10 Dakikalık Öykü
Bir Aydır Neden İzlemiyorsunuz
Bakalım Televizyonunuzu?
Gidiş O Gidişmiş, Bilemedim...
Ayakkabılar ve Kutuları
Öyleyse, Tümden Eğiğiz Ama Ezik
Değil...
İstanbul Bana Neler Etti...
Annemle Yazışmalar 1. Bölüm: Uli
Naber Sesin Soluğun Çıkmıyor
Annemle Yazışmalar 2. Bölüm: Uli
Baban Yanımda
Masallar
Bir Amele Bayramı Masalı
Bir Gelecek Masalı
İyilik Yap Denize At
Film
Öyküleri
Gün Gelir Bu Dünyayı Biz
Kurtarırız
Azat ile Peri
Pacman
Kısa
Film Senaryoları
Hayatın Anlamı Buzdolabında
Kola Kapağı
Körüklü
Önce Atları Vururlar
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder