İzmir’e
Giderken...
Ulaş Başar Gezgin
Otobüsün servisindeyiz.
İzmir’e, oradan Aydın’a geçeceğiz. İzmir’de dostlarla hasret giderecek; sabah
Karşıyaka’da gevreğimizi, boyozumu
yiyip, öğleleyin, Konak’ta, beğendili kebapla zeytinyağlı enginarları
indireceğiz mideye. Akşamına kaleye çıkmalı ya da Narlıdere’de lagunada kuşları
izlemeli ya da kordonboyu bekler bizi. Agoraya da uğramalı mı, ya Batı
Anadolu’nun ilk üniversitesine? Bahçelerinde çiçekler açmış yavaş yavaş... Nar,
çiçeklenmiş ve ayva ve diğerleri. Zeytin ile defne ile donanmış yeşil kuşağı
İzmir’in... Ya da bu akşam Kıbrıs Şehitleri Caddesi’ne mi çıkmalı? Tabla, kanun
ve gitar ile, bizi öte dünyalara götüren sokak çalgıcılarına eşlik mi etsek
bilmediğimiz dillerde? Ya da takım elbiseli kemancıdan tango mu dinlesek,
sokağın cıvılcıvıllığına uyar çünkü bu. Ya da ya da ya da... Uzayıp gider bu
liste. Bir İstanbullu için, İzmir, uzaklarda bırakılmış bir sevgili. Her zaman
özlem duyulur ona... Halikarnas Balıkçısı ile Sait Faik arası bir yerlerine
bırakır ömrün, bizi İzmir...
İşte araçtayız... İnsanlar,
konuşmayı severler. “Nerelisin hemşerim”le başlar ve çorap söküğü gibi gelir,
gerisi... Sonra, kısa sürede, bir bakmışsınız ki, canciğer olmuş, insanlar...
Daha karmaşık biçimlerinde, “o, elindeki çantadaki, flüt mü?” diye başlar
dallanıp budaklanacak sohbet... Bu açılış, bir de, emekli korno profesörüyle
oluyorsa, değme keyfine... Orada bir tek korno eksiktir... Çantadakinin,
fotoğraf makinesinin üçayağı olması da ayrı konu...
İşte, önümde, ellili yaşlarda
bir hanım... Yanında yirmili yaşlarda bir oğlan... Arkada, bir Afrikalı...
Kadınla oğlan, sohbete girişiyor; duyuyor musunuz?
K: Bavulu koymamda yardımcı
olduğun için teşekkür ederim. Ankaralı mısın sen oğlum?
O: Evet teyze...
K: Neresinden?
O: Çankaya...
K: Aaa, ne güzel... Ben de
Etimesgut’ta oturuyorum...
O: Ankaralı mısınız?
K: Hayır, Üsküdarlı’yız.
Eşimin görevi için Etimesgut’tayız. Lojmanda kalıyoruz.
O: İstanbul’a akraba
ziyaretine mi geldiniz?
K: Sayılır. Biz
Fıstıkağaçlı’yız... Biliyor musun Fıstıkağacı’nı?
O: Yok... Eşiniz asker mi?
K: Onun gibi birşey... Özel
görev... Denizcilikle ilgili özel bir görev...
O: Öyle mi? Ben de
gemiciyim...
K: Yaaa. Kaptan mısın?
O: Yok, kaptan olmak için
üniversite mezunu olmak gerekiyor. Ben lise mezunuyum. Güverteden sorumluyum.
K: Olsun, sağlık olsun... Sen
ne yapıyordun İstanbul’da? Limanla ilgili bir iş mi vardı?
O: Evet, Tuzla’da
tamamlamamız gereken belgeler vardı, onları hazırladım...
K: Nasıl, memnun musun?
O: Çok memnunum. İyi para var
bir kere... Neredeyse gezmediğimiz yer kalmadı... Bir tek Latin Amerika kaldı
görmediğim, onu da umarım göreceğim ileride...
K: Görürsün elbette... Daha
gençsin... Güverte yaşamı zor olmuyor mu?
O: Yo, hiç de değil. Tersine,
çok konforlu... Benim çalıştığım gemi, 5 yıllık... İçindeki lüks, Hilton’da
yoktur diyebilirim... Bizim işimiz bittikten sonra, kamaramızda, yatağımız,
uydu kanallarımız, bilgisayar oyunlarımız var... Beklenmedik sarsıntılarda
düşmemek için, kendimize kelepçe takarız; bedeni saran bir kelepçedir bu...
Uyuruz; böylece etkilemez bizi sarsıntılar...
K: Ne güzel... Benim de oğlum
var, senin yaşında... Gemici olmak istemişti, ben izin vermedim... Ana yüreği
dayanmaz öyle... Ya başına birşey gelirse...
O: Keşke izin
verseymişsiniz... Hiçbirşey olmuyor... Benim annem de ilk başta karşı çıktı...
Karşısına oturdum, dedim ki: “Anne, sen benim büyüğümsün. Sana karşı gelemem.
Beni dünyaya sen getirdin, bana sen baktın. Sen olmasan dünyaya gelemezdim. Ama
beni anlamaya çalış, geleceğimi kurtarmak için gemici olmak zorundayım. Bak,
aylardır bir türlü iş bulamadım. Gemide işim garanti...” İkna etmesi zor oldu; ama
şimdi o da memnun. “Oğlum, aç açık kalmadı” diyor...
K: Öyle mi... Oğlum,
“Japonya’ya gideceğim” diye tutturmuştu, ona da izin vermemiştim...
O: (saçını başını yolmak
üzereyken) Keşke izin verseydiniz...
(....)
Onlar sohbet ederken;
Afrikalı, hafif bir kaygıyla camdan yollara baktıktan sonra, saati soruyor bana
ve bir de, doğru yolda olup olmadığımızı... Başka günlerde ve başka ülkelerde,
sohbetin “nerelisin hemşerim” açılışı dışında, “saatin var mı?” ya da “ateşin
var mı?” gibi çeşitlemeleriyle sık sık karşılaşıyoruz... Afrikalı, “nerelisin
hemşerim” diye açacak değil ya, onu biz yapardık... Koyulaşıyor kısa sürede,
sohbetimiz... Bir, çay eksik...
- Nerelisin hemşerim? Nijerya
mı?
- Yok, Burkina Faso.
- İlk kez bir Burkina
Faso’luyla karşılaşıyorum. Nasıl bir yer? (Bunu derken, ‘Burkina Fasa Fiso Halk
Cemahiriyesi’ türü bir espriyi hayal meyal hatırlıyorum, ama çıkaramıyorum.)
- Çok güzeldir, yeşildir,
vatanımdır. Açlığına yoksulluğuna rağmen benim ülkemdir.
- Ne kadar güzel Türkçe
konuşuyorsun. Nerede öğrendin?
- Bir yıldır İstanbul’dayım
ben abi...
- Çok iyi. Adın ne senin?
- Zaka. Ama arkadaşlar bana
Zeki diyor.
- Memnun oldum Zaka. (...) Az
önce İzmir’i sordun. İzmir’e niye gidiyorsun? Gezmeye mi?
- Evet, gezmeye. Belki
adalara gideriz...
- Ne güzel... Çok güzel
yerler orası... İzmir’e de çok yakın... O oh, tadını çıkarırsın. İstanbul’un
koşuşturmasından sonra ilaç gibi gelir...
- (Yüzünde tarif edemeyeceğim
bir ifade ile) Evet, “çok güzel” diyorlar, ben de merak ettim.
- Çocuğun var mı?
- Beş tane. Üç oğlan, iki
kız...
- Onlar da burada mı?
- Yok, Ouagadougou’da
(‘Ugadugu’).
- O nerede? Burkina Faso’da
mı?
- Evet, başkent.
- Hiç özlemiyor musun
çocuklarını?
- Özlemez olur muyum abi...
Onlara bakabilmek için geldim Türkiye’ye. Memlekette işim gücüm olsa,
çocuklarımın karnını doyurabilsem, gelir miyim sanıyorsun...
- Anladım... Bizimkiler de o
nedenle Avrupa’ya göçmüştü...
- Evet, işte ben de Avrupa’da
iş bulursam, çocukları yanıma aldıracağım...
- Ne güzel olur. Böyle güzel
bir aileniz olur... Büyürler, babalarına teşekkür ederler. Babaları yaşlanır,
ona bakarlar...
- (Yüzündeki ifadenin
değiştiğini, hüznün egemen olduğunu görerek) İyi misin?
- İyiyim abi, biraz yorgunum
da... Az uyudum...
Otobüsün kalkış noktasına
vardık. Zaka, bir başka firmanın otobüsüne bindi gitti. Diğerleri, zaten
Ankara’ya gidiyordu... Zaka, yüzünde tarifsiz bir ifade ile bana veda ederken,
birşeylerin ters gittiğini düşünmeye başlamıştım. Ya da herşey yolundaydı da,
bana öyle geliyordu. Belki o, ileride, Osmanlı döneminin bugün Ege’de yaşayan
eski köleleri gibi, vatandaş olacak; işlerini yoluna koyup çocuklarını buraya
getirecekti. Mutlu son... ‘Amerikan rüyası’ gibi bir ‘Türk rüyası’... Otobüse
bindim, yorgunluktan hemen uyumuşum...
Uyandığımda, İzmir’e girmek
üzereydik... Dostuyla, havasıyla, yemeğiyle, deniziyle güzel bir gün
geçirdik... Bir sonraki gün, Aydın’a geçtik. Necile halamla Gönül halamın
ellerini öptük. Daha bir yaşına basmamış yeğenimle keyif çattık... Herşey ne
güzeldi, hayat ne güzeldi. Ege’nin ayrı bir havası vardı, insanın ruhsal
akciğerlerindeki zifti çekip çıkaran... Didim’e gittik oradan... Bir Yeşilçam
filminde gibiydik sanki, “deniz ve mehtap”ı tören müziği gibi yaygın kılan...
Bu kıyılardan, ne korsanlar geçmiş ne kaptanlar... Ne korsan hikayeleri var,
filmleri de var... Enkaz öyküleri, ‘Pi’nin Yaşamı’ gibi, ‘Titanik’ gibi... Çaka
Bey, bu kıyılardan çıkmış ve daha niceleri... İşte şimdi, kahvede, haberleri
izliyoruz:
“Bir teknede kaçak yollarla Yunanistan’a geçmeye çalışan 25 Burkina
Fasolu, teknenin batması sonucu boğuldu. Türk kaptan dışında kimsenin kurtulamadığı
kazada, cesetleri bulma çalışmaları sürüyor.”
Çok yakın bir arkadaşımı
yitirmiş gibi yıkıldım. Kahvedeki bir gencin “yine telef olmuş zenciler”
dediğini hatırlıyorum, ama ondan sonrası silinmiş hafızamda. Ağzını burnunu
kırmışım, zor kurtarmış kendini elimden, kahveciye göre. Bir daha da kahveye
uğramamış... Asıl o telef olmuş demek ki... Hayvanlara denir o, hayvanlara...
Biz sana büyük bir özür
borçluyuz Zaka. Biz Yeşilçam filmlerinde yaşayan insanlar olarak... Çocukları
için bir teknede kaçak olarak açılmayı göze alan bir insandan daha iyi bir baba
var mıdır?! Seni küreselleşme, seni bu rekabet kültürü, seni bu piyasanın o
görünmez eli gömdü sulara. Öyle sömürmüşüz ki biz beyazlar senin herşeye rağmen
öve öve bitiremediğin vatanını; belini doğrultamıyor Burkina Faso hâlâ ve
kıramıyor zincirlerini baştan aşağıya(,) kara kıta Afrika...
Zaka! Bedenin belki
Yunanistan kara sularında bulunacak. O zaman, diyeceğiz ki, “Zaka ne yaptı ne
etti, ulaştı amacına”. Ama Türkiye kara sularında bulunsa bedenin, daha iyi...
Çünkü o zaman, ben senin için bir veda töreni yapacağım İzmir’de. Tüm
denizcileri çağıracağım, kaptanları, modern zaman korsanlarını, balıkçıları...
Sahil Güvenlik’i de çağıracağım. Hepsini hepsini çağıracağım. Seni Burkina
Faso’ya yollamadan önce, saygı duruşunda bulunmaları için... Senin başına
gelenlerin, ileride arkadaşlarının başına gelmemesi için... Ve herkesin kendi
vatanında, sevdiklerinden ayrı kalmadan, huzur, refah ve mutluluk içinde
yaşayabilmesi için... Yaşayabilmesi için Zaka, yaşayabilmen için... Bir
başlangıç olacak yeni bir dünya için, senin ölüm törenin...
Alsancak, 16 Mart 2013
Kaynak: Gezgin, U.B. (2017). Nasıl Olup da Gerçeklere İnanabiliyorsunuz? - Anlatılar Kitabı (2012-2017): Öyküler, Masallar, Film Öyküleri ve Kısa Film Senaryoları [Book of Narratives: Stories,
Fairy Tales, Film Stories, Short Film Scenarios].
NASIL
OLUP DA GERÇEKLERE İNANABİLİYORSUNUZ? - ANLATILAR KİTABI (2012-2017) –
ÖYKÜLER,
MASALLAR, FİLM ÖYKÜLERİ, KISA FİLM SENARYOLARI
Ulaş Başar
Gezgin
İÇİNDEKİLER
Öyküler
Nasıl Olup da Gerçeklere
İnanabiliyorsunuz?
Öyle Bir Numara Seç ki...
Bir Dağbaşı Tapınağında (Ama Ben
Duymaz Olmuştum)
İzmir’e Giderken
İmparator Anıtı’nı Neden
Yıkıyoruz?
10 Dakikalık Öykü
Bir Aydır Neden İzlemiyorsunuz
Bakalım Televizyonunuzu?
Gidiş O Gidişmiş, Bilemedim...
Ayakkabılar ve Kutuları
Öyleyse, Tümden Eğiğiz Ama Ezik
Değil...
İstanbul Bana Neler Etti...
Annemle Yazışmalar 1. Bölüm: Uli
Naber Sesin Soluğun Çıkmıyor
Annemle Yazışmalar 2. Bölüm: Uli
Baban Yanımda
Masallar
Bir Amele Bayramı Masalı
Bir Gelecek Masalı
İyilik Yap Denize At
Film
Öyküleri
Gün Gelir Bu Dünyayı Biz
Kurtarırız
Azat ile Peri
Pacman
Kısa
Film Senaryoları
Hayatın Anlamı Buzdolabında
Kola Kapağı
Körüklü
Önce Atları Vururlar
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder