Cana ve Hubli
Purana Opera Librettosu
12 Bölüm
Ulaş Başar
Gezgin
Buddha’dan Sonra
2550
İsa’dan Sonra 01.03.2007
Ankara
Cana
ve Hubli Purana Opera Librettosu Bölüm Başlıkları
Dr.
Ulaş Başar Gezgin, 17.01.2007-01.03.2007
İ.Ö.
6. yüzyıl, Hasankeyf, Pers egemenliğinde;
Hindistan’da
Upanişadlar dönemi,
Buddha’nın
yaşadığı yıllar.
1.
Parvan: Hasankeyf Parvan: Hasankeyf’te bir karşılaşma
2.
Parvan: Ananta Parvan: Upanişad sohbetleri
3.
Parvan: Manana Parvan: Cana’nın ayrılışı, Hubli’nin Hasankeyf’te yalnız geçen
günleri
4.
Parvan: Tigris Parvan: Tigris’e (Dicle) düşüş ve bir içsel nehir yolculuğu
5.
Parvan: Samudra Parvan: Hint Okyanusu
6.
Parvan: Aranya Parvan: Falcı ana ve Cana
7.
Parvan: Punarcanaman Parvan: Cana ve Fil Ga-ga
8.
Parvan: Buddha Parvan: Cana’nın Buda’yla görüşmesi
9.
Parvan: Himalaya Parvan: Cana’nın 1000 gönüllüyle Everest’e yolculukları
10.
Parvan: Avartana Parvan: Cana ve 1000 gönüllünün dönüşü
11.
Parvan: Maryada Parvan: Hindistan’da son
12.
Parvan: Uzakdiyar Parvan: Uzakdiyar’da 2500 yıl sonra bir karşılaşma
-1.
Bölüm-
Hasankeyf
Parvan
Hava
sisli,
Sisli
olduğu denli, yorgun ve bitkindir Hubli, yarı baygın…
Bir
savaştan dönmededir, bırakarak belleğini savaş meydanlarında…
Fil
de Hubli gibi yaralı bereli,
Taşımaktadır
yine de ölgün sahibini…
Aman
vermez sis, nere gider bu yol, ya da var mı bir yol önümüzde,
Bir
uçurumdan geldik ve uçurumdur önümüz belki de…
Büyüyor
karaltı hafif hafif ve bu, bir dilencinin yüzü olsa gerek,
“Ey
benliğinin yırtıklarını, urbasında taşıyan dilenci,
Ben
ki senin kadar aç, senin kadar yorgun, ölgün,
Ama
sende, bende olmayan bir şey var:
“Nere
gider bu yol ve önce bu, bir yol mu uçurum mu?
Neresidir
burası, evrenin hangi köşesi?
Ve
az kalsın unutuyordum,
Hubli’dir
adım benim ve başka hiçbir şey bırakmadı yaşadıklarım,
“Benimdir”
diyebileceğim…”
“Ey
Hubli, Hasankeyf’tir burası, belki birgün sular altında kalacak,
Sisler
altındadır şimdilik yalnızca…
Şu
görünen ışığı izle ve yalnız ışığı izle ömrün boyunca…”
Uzaklaşır
dilenci, geride kalır daha doğrusu,
Ve
bir yokuş başlar onun ayrıldığı yerden,
Engebe
desen yok, yok; yok, yok, zorluk, çetinlik desen…
“Ey
fil, sadık fil, nedir ki yokuşlar,
İnsan
tekine düşen acıdan bize de böyle bir pay var,
Yokuşlar
var olsun ki değerini bilelim düzlüklerin,
Ve
sonsuza dek uzanmayacağına göre bir yokuş,
En
kötüsü, bir dağın doruğunda buluruz kendimizi, kutsanırız;
En
iyisi, bir düzlükte buluruz kendimizi, dinleniriz…”
Nice
sözler etti filine Hubli, kendinden başkası değildi gerçekte, teselli etmek
istediği.
Ve
sesi önce geldi yokuşun sonunun,
Bu
ses, bindirdi onu sırtına puslu bir anının,
Bu
su sesi, Ganj mıydı yoksa, yoksa Yamuna mı?
Bu
su sesi, hangi göksel varlığının hangi renk nefesi?..
Ama
hayır, bir çağlayandı bu, tanımadıkları.
Ne
fil tanır, daldırır çekinmeden hortumunu
Ne
de Hubli uzatır ellerini akıntıya, çekincesiz, silmek için bulaşmış taze kanı…
Ama
evet, suların dövdüğü kayalarda,
İnsan
izleri vardı.
Hubli’nin
rahatlaması için,
Bu
kadarı yeter de artardı…
Koyverdi
kendini suyun akıntısına,
Tepeden
akan sular, döküldü onun başına…
Ve
ateş yakıp kıyıda, dinlendi…
Ve
yorgunluktan
Ya
bayıldı ya uyudu…
***
“Ey
göksel varlık hangisi düş hangisi değil, de bana!
Uyudum
ve uyandım, Cana var karşımda,
Canavar
değil Cana, Cana!
Henüz
görmedi beni yattığım bu odada,
Karıştırmadadır
şimdi o, ateşi; harlamadadır,
Beş
yıl öncesi mi idi en son,
Bir
düş gecesi geçirmiştik onunla,
Islak
ve karanlıktı bütün dünya…
Oysa
evlenecekti o, Peter’le,
Oysa
evlenecektim ben, Pu Ying’le…
Ve
kanıtlamak için yiğitliğimi,
Savaşa
gitmiştim ben de, aklı havada her genç gibi…
Ve
hiç yaşanmamış saymaya karar vermiştik o geceyi…
O,
Brahman Peter’le,
Ben,
Çinli prensesle…
Ve
hiç yaşanmamış saymışsak da o geceyi,
Şiirler
yazmıştım Cana’ya dair,
Ve
okumamıştım Cana’ya,
Savaşa
giden bir gence, yakışan buydu, öyle ya…
Ama
şimdi savaş meydanlarında bıraktığım belleğimden,
Birkaç
parça kaldıysa,
Burada
bu odada,
Bu
nerede olduğunu bilmediğim odada,
Birkaç
parça kaldıysa,
Onlar
da, geçirdiğimiz o gece Cana’yla
Ve
şiirlerdir yazdığım, Cana’ya…”
***
“Ateşi
harlamayı bırak da beni dinle Cana,
Ömrümü
bırakmışım meydanlarda nasıl olsa…
De
bana, düş müsün, gerçek misin?
Düşmüşüm
bir çağlayanın kollarına,
Or’da
esrime halinde miyim?”
“Ey
Hubli, yazgı yine, başladı oyununa,
Ben
de bunu sordum önce kendime,
Bulduğumda
seni, Tigris kıyısında…
Bir
beş yıl daha geçmiş gibi geldi bana,
Kendine
gelmen…
Ve
evet yaklaşıyorum sana,
Daha
yakından bak,
Sen
karar ver, düş mü gerçek mi bu manzara?”
Hubli,
çekinerek ve korkarak daha fazla,
Dokundu
Cana’nın zarif omzuna.
Düşlerinde
çok dokunmuşsa da bu omza,
İnandı
bu kez, gerçek olduğuna…
Bir
şey demedi Hubli önce, sarıldılar,
Yaralarındaki
kan bulaştı Cana’ya Hubli’nin,
Ama
hayır, hepsi bu kadardı,
Peter’le
evlenecekti Cana,
Ve
Hubli, Pu Ying’le…
“De
bana Cana, yazgı, nasıl bir oyun oynadı,
Nasıl
bir oyun oynadı da seni çıkardı karşıma?
Çok
uzaklardayken yurdumdan, yurdumuzdan…”
“Bilirsin,
at kurbanı geleneği vardır bizde,
Hasankeyf’e
kadar geldim, atın peşinde…”
“Kimin
atı, kime kurban, kimin yargısı?”
“Evlenecektik,
evleneceğiz Brahman Peter’le,
Ve
az kala o kutlu güne,
Bir
dilenciyi öldürdü müstakbel eşim,
Hayır,
günah benim değil, ben günahkar değilim.
Bilirsin
Hubli, sen ne kadar kşatriyaysan, savaşçı kastındaysan,
Ben
de bir o kadar vaişyayım, köylüyüm, tüccarım.
Bana
düşmez at kurban etmek göksel varlıklara,
Brahman
değilim.
Bir
Brahman’dansa, bir dilenciye daha yakınım,
Yakında,
Brahman eşi olacak olsam da…
Ve
bundan, yalnızca bundan, şart koştum Peter’e,
Dedim
ki, “günahlarını temizle, benlen evlenmezden önce,
Ve
iki nilüfer gibi birleşelim, temiz, tertemiz…”
Ve
uygun olarak geleneklerimize,
At
kurban etmeye karar verdik.
Bilirsin
Hubli, geleneğe göre,
Bir
Brahman, arınmak için günahlarından,
Bir
at seçer, kutsal bir at,
Ve
bırakır onu, dolansın diye, canı nereye isterse…
Bir
yıl sürer bu rahatlığı atın,
Bir
ordu da peşinden gider nereye giderse,
Ve
savaşlar olur, fetihler olur, nalının değdiği her yerde…
Ben
de katıldım işte bu orduya,
Ve
izledim atı orduyla,
Hafifletmek
için vicdan azabımı,
Benim
olmayan günahın azabını…
Ve
savaşlar oldu peşi sıra atın,
Ve
kanlı çarpışmalar oldu,
Bunları
bilirsin sen ey savaşçı, geçeyim.
Kimse
kalmadı sonunda, koca ordudan
Hindistan’dan,
bu uzak diyarlara…
Ve
ben ve şu an kapıya,
Bağlı
olan at kaldı kala kala…
Gizlice
izledim çarpışmaları,
Ağaçların,
çalıların ardında,
Ve
uzaklaşmak için usulca,
Bir
rahip karası biçtim kendime,
Giydim
cübbesini kara rahiplerin,
Ve
bilerek dolmadığını bir yılın,
Günlerce
peşinden gittim atın…
Ve
yazgı…
İşte
bur’dayım…
Kutsal
at gibi gerçeksin sen de,
Bulutlardayım…”
“Anlıyorum
Cana, ben de öykümü anlatayım sana,
Beş
yıl öncesiydi vedalaştığımızda,
Yaşanmamış
saymıştık o geceyi,
Savaşa
katıldım, kanıtlamak için yiğitliğimi…
Hakkım
sayılacaktı böylece, almak Çinli prensesi…
Şart
koşulmadıysa da böyle bir şey bana,
Yine
de katıldım savaşa…
“Güçlendirir”
derler “öldürmeyen savaş,”
Bende
güç yok, göksel yayı geremesem de,
Öğrenecektim
en azından, vurmayı al elmayı…
Ve
evlenecektim senin gibi ben de. Ben de…
Savaşlar,
savaşlar, savaşlar gördüm.
Kan
akan kana kan ırmaklar gördüm.
Gördüm
yaşamla ölüm arasındaki dağı…
Ne
ki yaşam; ölüm, alır insanı,
Geldi
miydi gelmedi miydi zamanı…
Savaşlar,
savaşlar, savaşlar gördüm
Ve
kıpkırmızı oldu urbalarım,
Kan
sızar yaralardan durduramazsın,
Ama
evren boşalır yaralardan, evrene boşalır,
Umursamazsın…
Savaş
meydanlarında akbabalar dolaşır,
Parçalamak
isterler cesetleri,
Dönüştürmek
için değil hayır değil,
Canı
alınmış etleri hiçliğe…
Yaşam
olur ölüler hücrelerinde,
Yüksekleri
mesken tutmuş akbabaların,
Onlar
da biz de onlar da çünkü,
Bir
ve tek varlığın parçalarıyız…
Ama
Cana, herşey tamam da,
Dolaşıyordum
birgün cesetler arasında,
Düşürdüğüm
maskeli
Savaşçıya
takıldı gözüm…
Ne
kadar mertti dövüşkenliği,
Ve
ne kadar zorlanmıştım, evet zorlanmıştım,
Yere
sermekte gövdesini…
Ve
çıkardım maskesini, Cana, çıkardım,
Ve
ne göreyim, ne göreyim, neden göreyim:
Bir
çocukmuş bu benim alt ettiğim…
Bunu
görünce kendimden geçtim,
Görmedim
yaklaşan karaltıyı ardımda,
Sopasıyla
gelen bir köylüydü bu,
Vurdu
bütün gücüyle başıma…
Ve
böyle bıraktım, işte böyle bıraktım,
Savaş
meydanında, benliğimi, belleğimi,
Ve
birden terkettim bilmemecesine kendimi,
Fil
sırtında, o kasvetli ülkeyi…
Ve
fil’ime, güvendim bir tek, fil’ime,
Memleketime
dönmek için…
Ben
anımsamasam o bilir,
Memlekete
nasıl gidilir…
Nasıl
dönülür beş yıllık yollar,
Artık
fazlasıyla değişmiş yollar…
Değişmişlerdir,
zaten değişmişlerdir,
Ama
bendeki değişimden
Daha
fazla değil…
Ve
sen harlarken ocak ateşini,
Anladım
ki Cana,
Tüm
anımsadıklarım,
O
gece, yoksaydığımız gece,
Ve
şiirlerdi henüz okumadığım sana…
Şimdi
okuyacağım…
Ama
yanlış anlama lütfen olur mu,
Bir
beklenti içinde olmayacağım…
Sen
çizmişsin yolunu benimki gibi,
Evleneceksin
sen de yakında,
Ben
de evet ben de evleneceğim,
Pu
Ying, prensesim bilmese de,
Bıraktığımı,
belleğimi, benliğimi savaş meydanlarında,
Yine
de bekliyordur beni.
Gerçek
sevgiyi bulduğum prensesim,
Pu
Ying’im…
Yani
yanlış anlama ve beni dinle Cana,
Beş
yıl öncesini okuyorum şimdi sana:
Sırılsıklam
Hava karanlık, hiçbir şey yok yıldız namına...
Üstüm başım sırılsıklam...
Çıkıyorum merdivenlerden ağır ağır, arkama bakarak...
Üstüm başım sırılsıklam...
Hayal meyal hatırlıyorum çağırışını...
Yağmur yağıyor bardaktan boşanırcasına...
Yere bırakıyorum kendimi hemen...
Üstüm başım sırılsıklam...
Ellerinin titreyişinden anlıyorum...
Yağmur içe işlemede, geri durmamada bir an olsun...
Bir hayli ıslak mı ne, ağzından dökülenler...
Üstüm başım sırılsıklam...
Beni rüzgara bırak, beni ufkun her gün geçip giden kızıllığına...
Çiğ de bir tür yağmur sayılmalıdır...
Ne yana açsan avucunu, hangi yüze haykırsan,
Üstüm başım sırılsıklam...
Bir merdivenden bir başkasına... Hayat bu işte...
Arada düzlükler...
Paltonun işe yaramadığı ortadadır...
Bunca sözcüğü, ardarda bulmadasın sen, nereden?..
Üstüm başım sırılsıklam...
"O yan" dediğin ne yan?.. Bulamıyorum bıraktığım yerde,
Islak kirpiklerini, korugan kaşlarını, seğirişini ellerinin, su
birikintilerine...
Sen, ben, ellerimiz sırılsıklam diye midir ki,
Bütün dünya sırılsıklam?..
Unuttuğumuz günler vardır Cana,
Bir de anımsadıklarımız,
Sakın yanlış anlama…
Sonra… Sonra bir şiir vardı
yaşlılığımıza dair,
Hubli o zamanlar, geleceği düşünmededir;
Elli yıl sonrasını, kırışık günleri,
Ve şimdi düşünmüştür beş yıl önce, elli
yıl sonrasını:
Hatırlar mısınız?
Hatırlar mısınız,
Bacaklar yorgun,
Arşınlamakta idiydik ıslak sokakları...
Pencere önlerinde zarif saksılar?..
Ganj Bahçeleri henüz açıktı...
Sahaflarda eski-yeni el yazmaları...
Ramak vardı balıkçıların kapanmasına...
Talihimiz henüz daha ters dönmemişti...
Islanmıştık, dahası karanlıktı...
Sıcaktı ellerimiz, titrek değildi...
Çocukluk, bir hatıra taş oyması...
Yüce fil ağır ağır ilerliyordu...
Ses seda kesilmişti, ortalık ıssız...
Avucumda ne küçücük, ne sıcacıktınız...
Aktarma yaptığımız tüm sandallarda...
Bıraksam belki de uçacaktınız...
Hatırlar mısınız,
Şöyle capcanlı,
Çocukluk düşlerinizi, gençlik düşlerinizi,
Buğulanmadan bir sefer de, gözleriniz sizin?..
Sayası gelmiyor insanın, yaş ilerledi mi...
Sanki kendi düşüyor sahafa insan...
Tüm kadehler sizin için şimdi bu akşam...
Talihimiz henüz daha ters dönmemişti...
Koşmaya, yürümeye pek hevesliydik...
Mesut ederdi bizi, çocuk cıvıltıları...
Çocukluk, kimi zaman keskin bir ıslık...
Seğiriyor gözlerimiz şimdi daha çok...
Ses seda kesildi mi ürperiyoruz...
Avucumda ne küçücük, ne sıcacıktınız...
Bundandır, torunlarım hep sizin isminizde...
Sarılırım dünkü gibi onlarda size...
Belki şimdi çok erken, "bitti herşey" demeye,
Alt tarafı yetmiş yaş, uzun yıllar var daha...
O zamanlar ne küçüktük, yirmilerdeydik...
Avucumda yine küçücük, yine sıcacık olun!..
Tekliyor kalbim benim, siz olmadıkça...
Ya hep atıversin o ya kendiniz durdurun...
Ve Cana, inanır mısın, geçmişin,
Geleceğimizi biçimlendirdiğini bu kadar
fazla;
Az sonra okuyacağım şiirden sonra,
Bugün tam beş yıl sonra,
Bir çağlayan çıktı karşıma yokuşun
sonunda,
Zorlu, çetin, engebeli bir yokuşun.
İçimden geçmedi sanma
“Cana’ya zorlu da olsa kavuşacağım,
Bir gün evet bir gün, belki elli yıl
sonra…”
Katarakt
Şelale...
Budur gözüme inen perdenin adı...
Beyaz, bembeyaz köpükler
görmededir,
Durağan manzaraya pek alışkın
gözlerim...
Şelale, güneş alır, beyaz tül bir
perdedir...
Çavlan mı?..
Evet, gözlerimin feryadı,
Bu iki hecede de duyulabilir...
Duyulabilir, titrer nasıl
ellerim...
Büyür çavlan; doğduğu semt, ferin
söndüğü yerdedir...
Vay aksu...
Bizim türkülerimizin adı olmadı,
Bundan böyle tüm türküler adsız
olabilir...
Su altında -dinliyorum-
takırdıyor dişlerim...
Göğü bunca suya bulayan nedir?..
Akbasma...
Buğu olur şafak vakti dağların
ardı;
Güneş, karanlığa karşı
silkinmededir;
Sınırda takılır kalır ıslak
düşlerim...
Susuşu suyun bende, gürleyişi
bendedir...
Çağlayan...
Sis perdesi, gören göze... Kalın
gece perdesi...
Çarpar sağına soluna, sapasağlam
adam;
Islanmaya görsün bir kez, altında
o suyun...
Ölmeden önce veremden, düşmeden
zatürreeden;
Perde iner gözlerine, kalkmaz bir
daha...
Dökülmemiştir hiç o, böylesine,
bir göze...
Gözlerimde kapkalın bir gece
perdesi...
Şırıltısı kulağımda suyun,
fısıltısı: Gel!.. Gel!..
Gece ve su... Gece ve su... Gece
ve su...
Gelmiştir zamanı artık!
Bırak kendini! Haydi bırak!
Susmayacak bu şırıltı bir kez
dahi,
İnan olsun...
“Hubli,
ben hiç bilmiyorum, şimdi bilmiyorum,
Ellerimi
ben ne yana koysam?
Yazgıya
bak, bir atın
Peşinden
gelmişim,
Yabancı,
uzak bir diyara gelmişim,
Ve
beni beklemekteymiş geçmişim,
Beni
bu kadar uzakta…
Hubli,
şimdi ben ne yapayım,
Bir
kez daha oku, parşömene yazayım,
Yazayım,
okunsun bizden sonra da,
Bizden
sonradan da sonra…”
“Cana,
Sakın
yanlış anlama,
Kanmayalım
yazgının bu oyununa,
Bekleyenlerimiz
var madem,
Bekleyenlerimiz,
Çin’de, Hindistan’da…
Sen
benim şu kan sızan yaralarımı sar,
Ve
işte bu kadar…
Ki
zaten benliksiz, belleksiz ben gibi,
Ben
gibi eksikli bir insana,
Budur
yapabileceğin en fazla…
Ne
diyor Praşa Upanişad, kutsal praşa:
Erdemli
kişi, üst dünyaya;
Günahlı
kişi, alt dünyaya;
Hem
erdemli ise bir insan,
Hem
de günahlı ise oysa,
Döner
bir kez daha yaşama,
Bir
kez daha çekmek için acıyı…
Bense
bir çocuk öldürdüm, çocuk öldürdüm;
Yeniden
döneceğim, yaşama…
Hem
erdemli hem günahlı ben…
Zavallı,
zavallı, zavallı ben…”
“Hayır
Hubli, böyle kötü şeyleri, bu kadar fazla, bu kadar ümitsizce,
Düşünme!
Düşünme,
önce birşeyler ye!
Anımsa
Taittiriya Upanişad’ın dediklerini:
“Besinden
doğar tüm yaratıklar,
Besinle
yaşarlar, besinle yaşarlar,
Ölürler
ve sonrasında da,
Besine
dönerler doğada;
Herşeyin
özüdür besin, özüdür besin.
İşte
bu nedenledir her hastalığa,
İlaç
gibi gelir besin, besin…”
“Tamam,
olur Cana, ama bir düşün,
Hangi
besin, ilaç olur eksikli varlığıma,
Belleksiz,
benliksiz, eksikli, sisli…”
“Hayır
Hubli, doğru değil,
Bu
dediklerin!..
Şunları
da söyler Praşa Upanişad:
“Sormuştur
bir öğrenci, ulu bilgeye,
“Hangi
güçtür tutan, bedeni,
Tutan,
bedeni, bir bütün olarak,
Hangisidir
en büyüğü bu güçlerin?”
Ne
diyordu ulu bilge, anımsa!:
“Beş
güç vardır, birlikte,
Bedeni
oluştururlar:
Eter,
hava, su, ateş, topraktır bunlar,
Ve
hepsinden önemlisi, konuşma yetisi var,
Zihin,
göz, kulak, duyu uzuvları var.
Candır,
bu güçlerin en büyüğü…
Çekişmişlerdir
bu güçler bir kez, aralarında:
Tutturmuştur
her biri,
“En
temel güç benim” diye…
Can,
temel güç, kızmıştır onların sözlerine,
Terkedecek
olmuştur bedeni,
Ve
o an anlamıştır hepsi,
Bedende
temel güç hangisi,
Çünkü
görmüş ve duymuşlardır,
Can
giderse, onların da
Bedeni
terkedeceğini…”
Ve
eklemiştir ulu bilge, “bu hikaye,
Çıkışı
gibidir kraliçe arının, kovanından;
Çıkar
tüm arılar, o çıktı mıydı,
Döner
tüm arılar, döndü müydü o…”
Ve
Hubli sen… Sen…
Sen
ölmedin, öldürmediler de seni…
Candır
bu bedeni bir arada tutan,
Kulak
ver Upanişad’ın sözlerine!
Sen
varsın ve eksikli değildir varlığın,
Bedendeki
canı yitirmedikçe…
Ve
gerçeksin kutsal at gibi sen de,
Demek
ki, yitirmemişsin canı…
Yaşıyorsun;
yalnızca,
dinlenme
zamanı…
Şimdi
uyu, şimdi güzelce bir uyu,
Ben
yan odada olacağım,
Çağır
beni, olursa bir ihtiyacın.
Düşünme
sen “bölmeyeyim Cana’nın uykusunu”
Daha
önemlidir senin rahatın,
Herhangi
bir uzanışımdan…”
-1. Bölümün Sonu-
Kaynak: Gezgin, U. B. (2007). Cana ve Hubli Purana Opera Librettosu [Cana and Hubli Purana Opera Libretto]. İstanbul: Çekirdek Sanat.
Kaynak: Gezgin, U. B. (2007). Cana ve Hubli Purana Opera Librettosu [Cana and Hubli Purana Opera Libretto]. İstanbul: Çekirdek Sanat.
CANA
VE HUBLİ PURANA OPERA LİBRETTOSU
Ulaş Başar Gezgin
İ.Ö. 6. yüzyıl, Hasankeyf, Pers
egemenliğinde;
Hindistan’da Upanişadlar dönemi,
Buddha’nın yaşadığı yıllar.
1. Parvan: Hasankeyf Parvan: Hasankeyf’te
bir karşılaşma
2. Parvan: Ananta Parvan: Upanişad
sohbetleri
3. Parvan: Manana Parvan: Cana’nın ayrılışı,
Hubli’nin Hasankeyf’te yalnız geçen günleri
4. Parvan: Tigris Parvan: Tigris’e (Dicle)
düşüş ve bir içsel nehir yolculuğu
5. Parvan: Samudra Parvan: Hint Okyanusu
6. Parvan: Aranya Parvan: Falcı ana ve Cana
7. Parvan: Punarcanaman Parvan: Cana ve Fil
Ga-ga
8. Parvan: Buddha Parvan: Cana’nın Buda’yla
görüşmesi
9. Parvan: Himalaya Parvan: Cana’nın 1000
gönüllüyle Everest’e yolculukları
10. Parvan: Avartana Parvan: Cana ve 1000
gönüllünün dönüşü
11. Parvan: Maryada Parvan: Hindistan’da son
12. Parvan: Uzakdiyar Parvan: Uzakdiyar’da
2500 yıl sonra bir karşılaşma
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder