Videolar

16 Aralık 2017 Cumartesi

OKYANUS GİBİ (2000) (ödüllü öykü)

OKYANUS GİBİ (2000)

Ulaş Başar Gezgin 

Yeni mezun olmuştu. Ailesiyle olduğu gibi kadınlarla da yıldızı barışmamıştı pek. İş ortamlarından sıkılacağından emin olduktan sonra, artık, günlerini saymadan yaşamaya alışmıştı. “Doğa, boşluktan tiksiniyor”du. Ne yapabilirdi? İçindeki o çekip gitme duygularına nasıl gem vururdu? Günlerce hayal kurdu, her ezan okunuşunda kendine gelip “ner’deyim
ben?” diye soruyordu kendine. Çekip gidebilirdi... Neden olmasındı? Para mı lazımdı? Evet bu, ilk başlarda içine dert oldu O’nun... Sonra, hoşsohbet bir arkadaşının beş parasız, bir sürü ülke gezdiğini hatırlayınca, hafifledi. Dil yeteneğini ilerleten arkadaşı, bir Ortadoğu turu yapmış; tatlı diliyle oraların insanlarını cezbetmiş, bir onda, bir şunda doyurmuştu karnını... Evet, Ortadoğu, çekici gelmezdi O’na ama, niye O da beş parasız gez(e)mesindi? Evden
çıktığında, “akşam gelirim” dedi komşulara... Sonra tamamladı; “Belki bir akşam gelirim”, tabii ki duymadı komşular.

Açık konuşayım: O’na çok imrenirdim. Benim de içimde hep, “çalgını al eline, gez babam gez, yalnız; dönme bir daha geriye...” diyen bir ses vardır. Kulaklarımı tıkayamam bu sese; dışarıdan değil, içeriden gelir çünkü...

Çok uzak bir yer seçmişti, siftah için... Hiç bu kadar dinç hissetmemişti kendini... Paslı İngilizcesi’ni doğrulttu, dansa tutuştu kaderiyle...

Öyle bir toprağa ayak basmıştı ki, yabancı olduğu hemen anlaşılıyordu... Yabancı?.. Nerenin yerlisiydi ki...

Acıkmıştı... Elbette bir şeyler bulacaktı... Hiç bir şey olmazsa bir tapınağa filan giderdi... Ya da belki bir manastıra... (Yabancıydı ya...) Varsa tabii...

Kıyıda aylak aylak dolaştı... Baya’ uzun olmalıydı bu sahil şeridi... Git git, bitmiyordu... Ama amacı, bitirmek değildi artık... Başka bir topraktaydı... Saatine hiç bakmadığı geldi aklına... Bakmamaya devam etti...

“Kimbilir, ne yapıyo’dur?” diye geçti içinden, O’nu yaralı bir geçmişe götürecek imgelem... Kendini topladı hemen, “Yo...” dedi, “İzin veremem buna... Geçmişim yok artık... Dönmeyeceğim geri... Ne diye düştü bu soru aklıma...”

O boğucu hava yoktu burada... O yağmursuz kötü havalar... Kalabalıklar arasında, düşüp tuzla buz olan kalbinin parçalarını araması... Hayır... Geride kalmıştı hepsi... Ve hiç özlemeyecekti, emindi buna...

Yoruldu yürümekten... Boğaz’ın, Adalar’ın enginliğine yöneldi bakışları, oturduğunda bir kayaya... Çocuklar geldi sonra, birer ikişer... Üç-dört kelimeyle kısıtlı İngilizceleriyle ve fakat sonsuz sayıda mimikleri ve jestleriyle, sohbet etmeye başladılar O’nunla... Ve sonra, çocukları teşvik etmesiyle, bir-iki kelime öğretmeye başladılar O’na, kendi dillerinden... Bu ne? Bu ne?

Söylemiş olmalıyım: Acıkmıştı... “Çok da umurumdaydı” dedi önce, söz geçiremedi midesine sonunda... Bir kilise bulmalıydı... İstavroz çıkardı, el-kol hareketleriyle, kiliseyi sormaya çabaladı... Konuşurken bakışlarını ellerinizde gezindiren çocuk, şöyle bir baktı... Birşey sorduğunu, ama anlamadıklarını anladı... “Bir dakika” işareti yaparak, arkadaşlarıyla birlikte uzaklaştı... Boğaz’da, Adalar’da, herşey dingindi... Dinginliği seyretmek, zevk vermişti O’na... Ama “dünya eksiktir ve sıkıcıdır bir o kadar!” dedi ve bir taş fırlattı açıklara...

Çocuklar, bir gençle geldiklerinde, ne kadar zaman geçtiğinin farkında değildi. Umurunda değildi artık ne kadar zaman geçtiği ve bundan gurur duyduğu anlar oluyordu. Bu genç, kibar bir İngilizce’yle donanmıştı:

(...)

-           Yaaa, demek garsonsunuz... İsminiz neydi?

(...)

-           Memnun oldum, ben de...

(...)

-           Evet, demek kardeşiniz oluyor... Kardeşinizin dediği gibi, o ‘garip’ hareketlerle bir yer soruyordum...

(...)

-           Şey... Aslında bir kilise arıyorum sığınabileceğim...

-           Sığınabilmek?! Siz nerelisiniz kuzum?

-           (“Önemli mi ki...” diyecekti... Acaba söylemeli miydi?..) Evet sığınabilmek... Açım, dostum, hepsi bu... Ner’den geldiğimi sorarsan, ne sen sor ne ben söyleyeyim... Karanlık bir iklimden geldim, karanlık bir iklime gidiyorum... Beni toprağa bağlayacak hiç bir şeyim yok... Göçer oldum işte böyle... Ama yine de nereli olduğumu merak ediyorsan, şu kadarını söyleyeyim: Anadilim Türkçe’dir...

(...)

“Otursana” dedi kayayı göstererek; “rahatına bak... İşin var mıydı? Engel olmayayım sana...”

-           Ya peki sen; garsonsun, şekerparesi bir kardeşin var... Başka? Kendini anlat bana...

-           Ne anlatayım... Yaşımız kaç ki, öyküsü olsun başımızın... Şu otelde çalışıyorum işte... Bir sürü turistle sohbet ede ede geçiyor hayatımız... Sonra bir bakmışsın, okyanusun da sonu varmış...

-           Öyle... Mühim olan, okyanus gibi yaşamak... Sonun olsun olmasın...

(...)

-           Yav ben de ne halden anlamaz adamım... Sen “açım” diyordun, ben seni lafa tutuyorum... Gel sana, bir şeyler ayarlayalım, akşam da seni bir kiliseye götürürüm... Şehirdışına düşüyor kilise...

Tam da tahmin ettiğiniz gibi, garip garip yemekler koydular önüne... Ama açtı, ne olsa yenirdi ve niye tekrarlatıyorsunuz bana bu kelimeyi: “Acıkmıştı”...

Nihayet akşam düştü, köhne duvarlarına otelin. Uzun uzun lafladılar garsonla yolda. “Bu kilise düşüncesi de ner’den gelmişti aklıma... Hem şu an tokum...” dedi içinden... Genç garson, kilisenin kapısında, bir papazla bir süre konuştu... Daha sonra, O’nu çağırdılar:::

-           Kiliseyi ziyaret etmek istemişsin, anladığım kadarıyla, delikanlı...
(Konuşurken, boynundaki kolyeye bakıp anlam vermeye çalışıyordu papaz...)

-           Evet...

-           Ve öyküler dinlemek hoşuna gidermiş...

-           Öyle de denebilir...

-           Sana, içeriyi gezdirelim önce... Sonra, bir kesişimiz var yetmiş yaşında... Bugün yarın ölecek ama belki konuşmak ister seninle... Birisini ölüm döşeğinde dinlemek sende neler uyandırır bilemem ama... Hem biraz Türkçe de bilir... Gençliğinde Türkçe konuşurmuş...

“Şaşırtıcı...” dedi içinden... “Ne arıyormuş burada acaba... Belki de benim gibi gelmiştir O da, buraya... Ya da tam tersi, O’nun gibi gelmişimdir belki ben de... Hoş, benim kesişliğe pek ilgim yok ama...”

Girdikleri oda, hücreye benziyordu. Papaz, saygılarını sunarak, çıktı, usulca kapattı kapıyı... Sessizliğin kapladığı birkaç saniye oldu önce...

-           Merhaba efendim! Merhaba keşiş hazretleri! Ben, sizi ziyarete geldim... Uzak diyarlardan...

Keşiş efendi, Türkçe konuşulduğunu görünce, şaşırdı önce; daha sonra, O’na sözlerinin ancak bir kısmını anlayabildiğini hissettirdi. İngilizce’ye geçtiler:

(...)

-           İşte böyle geldim buraya... Sonra sizin Türkçe bildiğinizi söylediler...

-           Evet, dedi. Konuşurdum eskiden... Hatta, Türkçe yazdığım bir mektubu, hala saklarım, gönderdiğim adrese gitmemiş, bana geri gelmişti.

Yüzündeki kırışıklıklar oynadı, canlanmaya başladı. Loş ışıklı bu odada, karşı duvarı işaret etti... Oradaki dolaptan, o mektubu çıkarmasını istedi. ‘Oku!’ dedi. Bu mektubu okumayı olduğu kadar, dinlemeyi de özlemişti... “Oku!”


Sevgili dayıcığım,
Savaş kötü hatta iğrenç bir şey... Ben yanlış zamanda doğmuşum, dayı... Sen büyük savaş bittikten hemen sonra gitmiştin askere... Ne büyük şans...

Ne çok gezerdik kıyılarda... Kayalardan kayalara ne çok atlardık... Kocaman kocaman meyhanelerde demlenip balıklardan balık beğenirdik... Gece gündüz, ne dilberler geçerdi oralardan... Vurur muyduk köprüaltına... Şarapçılara karışırdık, yaş olurdu gözümüzde mutlaka birimizin... Gecenin geç saatlerinde, vardığımızda evimize; sızardık ilk oturduğumuz yerde, neşeli, umursamaz; sabah, çan sesiyle uyanana kadar...

Ne hoş vakit geçirirdik... Gerçi az küfür de yemezdik oralarda... Az adam takılmamıştı peşimize... Her neyse, sana bu mektubu bir Cumartesi gecesi yazıyorum, sıkıntı içinde, herşeye her yere herkese yabancı olarak...

Benim savaşım değil ki bu, sevgili dayıcığım. 22 yaşındayım daha... Ben, bu orduda ne arıyorum, anlayamıyorum... Ben zaten farklı bir ulusa mensubum... Aynen senin gibi... Hem, savaştıklarımız da düşman olsa... Senin, benim gibi insan... Onların da kolu, bacağı kopuyor... Onlar da ölebiliyor... Hele bir de sıhhiyeciyim ya, sorma gitsin... İnsan, bir insanı yardıma muhtaç bir halde görünce nasıl öfke duyabilir... Öfke duyuyorsa, nasıl sıhhiyeci olabilir...

Havacı olsaydım, belki, biraz daha dayanıklı olabilirdim... Bomba atardım, aşağıda karınca gibi görünen insanımsı varlıklara... Nasılsa bir ilişkim yok... Ama karacı olunca, biraradasın, yüzyüzesin... Korkunç! Kor-kunç!

Evren karşısında benim payıma düşen yalnızlık nasıl bir yalnızlıktır düşün bir, sevgili dayıcığım... Ağız dolusu küfür ettiğim oluyor, kimse anlamıyor konuştuğum dili... Ne komutanlarım ne de karşı(!) taraftakiler... Dün, yüzbaşıya küfür ettim; ama gülerek küfür edince, kimse kuşkulanmıyor.

Yalnızım... Dağa, taşa, toprağa karışmak istiyorum... Yarın ölebilirim, dün ölebilirdim; bugünse, bitmedi henüz...

Üzdüm seni, değil mi sevgili dayıcığım... Bir ihtiyacım yok, hayır duan eksik olmasın...

Biricik yeğenin...


Yattığı yerden gülücükler fırlattı, keşiş, O’na...

-           Eee, ne diyorsun?

-           Şaşırdım... İlginç bir öykünüz olmalı...

-           Öyledir, dedi. Korkunç bir gürültü duyduğumu hatırlarım, son savaş anım olarak... Bir bomba olmalı... Sonra, kendimden geçmişliğim... Boynumdaki haçı görüp buraya getirmişler... Yaralıydım... İnsanları seviyor/d/um. Savaşa, kine adamaktansa kendimi, bana yabancı olan; Tanrı’ya yöneldim... İlk başta, bur’dakilerle anlaşmam zor oldu. “Üç-dört kelimeyle kısıtlı”ydım ve fakat “sonsuz sayıda mimiklerim ve jestlerim” vardı. Anlaştık... Tanrı’ya varmak için diz büktüm bu kilisede 50 yıl... Ve işte sonuna yaklaştım...

-           Peki, hiç merak eden olmadı mı? Elli yıl boyunca, kimse aramaya gelmedi mi sizi?

-           Yooo... Beni öldü biliyorlardı... Hâlâ, ordunun yayınladığı biyografilerde, şehit diye geçer ismim... ‘Şehit’ olduğum tarih yazılmıştır ama “Şehit Olduğu Yer” hanesi boştur. Çünkü cesedimi bulamadılar. Tarihe de, beni en son gördükleri tarihi kondurmuşlar, yani, 29 Ocak 1952.

-           İlginç... Ya peki aileniz?

-           Ailem mi? Anladım, dayımı soruyorsun... Dayım hakkında en son 1955’te haber aldım. 1955 Eylülü’nde ülkeyi terketmiş, sonra kimse izine rastlamamış...

Uzun uzun konuştular...

-           Eh, bana müsaade... Size tekrar uğrarım... Öykünüzü benimle paylaştığınız için, teşekkür etmek istiyorum size...

-           Dur, nereye gidiyorsun?

-           Papaz efendiyle görüşmeye...

-           Bir daha görüşemeyebiliriz... Yani çenem düşük diye, yarın yaşayacağımı mı sanıyorsun... Senden birşey istiyorum:::

-           Nedir? Buyrun?..

-           Benim öykümü yazacaksın...

-           Ah, sanırım bunu yapamam...

-           Nedenmiş o?

-           Ben, öykü yazamam da ondan...  İyi bir dinleyiciyimdir o kadar...

-           Yani, yazmayacak mısın?

-           Yazamam... Öyküye ihanet olur bu...

-           Bak, ben ölüyorum, iki seçenek var: Ya sana anlattığım için sen yazarsın öykümü ya da derslerinden perişan olan bir öğrenci, kütüphanede bir kitap ararken yanlışlıkla, ordunun yayınladığı biyografiyi görür, ismimden ve boş hanelerden şüphelenip araştırmaya başlar; olmadı, bulamadıklarını da kafadan uydurur... Bunu mu istiyorsun?

-           Eh, cazip geldi, bu son dediğiniz... Bulsun bakalım, bekleriz... Meraklı bir kalem, daha iyidir başıboş bir kulaktan...

-           O zaman Tanrı seni DE korusun!.. Ne diyeyim...

Keşiş efendi, O’nun bildiği bir dilde ama bilmediği bir küfürle noktalamıştı konuşmayı... “Tanrı seni de korusun.” Küfür, o -de takısında gizliydi... Bunu duymadı O... Birisinin, geçmişinden bahsetmesi, canını sıkmıştı aslında... Ha O’nun geçmişiydi, ha keşişin... Geçmiş lafı duymak istemiyordu... Buhurdanlığa baktı uzun uzun... Sıralar arasında dolaştı... O umursamasa bile, bir Cumartesi gecesiydi, içinde bulunduğu zaman... Kıvrıldı bir köşeye, uzandı, o çan sesiyle kalkana kadar...

Gözlerimden uyku akıyordu... Sınavdan sınava nefes alıyordum... Geceden geceye hayal kuruyor, günden güne çöküyordu avurtlarım... Ya öyle bunalacaktım ya böyle... Ve kütüphanede, en çok aklıma gelen şey, uykudur; itiraf ediyorum... Bir de bi’ sıcak olur içerisi... Birkaç kitap bakıyordum, bundan bahseden olmuş muydu daha önce?.. O kitapla da öyle karşılaştım... Yanlış yere konmuştu... İlk bakışta anlamıştım: Birisi saklamıştı kitabı buraya... Yerini sadece bir kişi biliyordu, koca kitapların arasında... Hah hah, artık ben de biliyordum... Sonra, sevindim birden, en azından saklamıştı; bu ülkenin eski başbakanlarından birinin de yaptığı gibi, ihtiyaç duyduğu sayfaları koparabilirdi de...

Bunalmıştım aynı konulardan... Bir göz atayım dedim kitaba... Birkaç saat elimden bırakamadım, sonra sonra...

Hemen not aldım cep defterime; ne de olsa, “yazı fırçası seçer”di, “kötü bir yazar”*:::

“Adı ve Soyadı: Ohannes Büyükandonoğlu
Sınıfı ve Rütbesi: Sıhhiye Er
Baba Adı: Karabed
Memleketi: Kumkapı
Doğum Tarihi: 1930
Duhulu: 12.9.1950
Sicil Numarası: __________________
Medeni Durumu: Bekar
En Son Birliği: 2nci Kore Tugayı
Şehit Olduğu Tarih: 29 Ocak 1952
Şehit Olduğu Yer: ________________
Aldığı Madalya: _________________”**


Ulaş Başar GEZGİN/18.06.2000

* “Kötü bir yazar, yazı fırçası seçer.”: Bir Kore atasözü; “Doğu’da fırça yazısı bir güzel sanattır, ve iyi bir yazımcı için bile, iyi bir sansar-kuyruğundan fırça tercih edilir. Öte yandan, kötü bir yazımcıya, en iyi fırça verilse bile, kötü yazar; ve yine de, iyi bir yazımı sadece iyi bir fırçanın yarattığını söyleyerek, en iyisini seçmek için, tüm fırçalara el atar. Bu atasözü, işle ilgili kendi yeteneksizliğini farketmek yerine, kötü koşullardan şikayet eden tembel bir adam için söylenir. Kötü bir marangoz, aletleriyle kavga eder.”- Ha, T.H. (1970). Maxims and Proverbs of Old Korea. Seoul, Korea: Yonsei University Press. (p.183)


** T.C. Genelkurmay Başkanlığı. (1992). Kore Savaşı Şehitlerinin Biyografileri. (s.463)



ÖYKÜLER 2000

Ulaş Başar Gezgin

[Ödül alan öyküler]

Yit(iril)en [uzun öykü]

Okyanus Gibi

Nikah Memurunun Son Nikahı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder