Videolar

17 Aralık 2017 Pazar

Fantastik (Öykü)

BİLİM-KURGU YA DA FANTASTİK HER NE İSE İŞTE ÖYKÜLERİN NE KADAR UYDURUK VE KOLAYCI OLDUĞU GÖSTERMEK İÇİN BİRKAÇ DAKİKADA YAZILAN AMA ASİMOV TARAFINDAN YAZILDIĞI ANLAŞILINCA BÜYÜK HEYECAN UYANDIRACAK ÖYKÜLER DİZİSİ (1)
  
 Ulaş Başar Gezgin


“Birgün uyandım” diye başlayacaktım ama böyle başlarsam öykü, fantastik de olmaz modernist de. Derin olduğu havası uyandırmak için, kurgunun rastgele bir yerinden başlayalım:


Ondan sonra, karpuzu bir kestim; çekirdekler, dişimin arasına takıldı. O sırada Mehmet, “kaç tane yufka var?” dedi. Bu soruyu ciddiye almadım çünkü dişime karpuz çekirdeği kaçmıştı. Öykücü, kendi acılarını anlatıyor işte. Dişim acıyor.


Dişim acıyınca aklıma hep robotlar geliyor. Ama robotlar bakışıp bakışıp gülüşemezler. Gülüşmesinler canım, en azından dişleri ağrımaz. Çünkü onlar robot.


Bunları düşünürken bir yandan da taşınır belleğimin ucuyla dişimi karıştırıyordum. Herşey böyle başladı işte. Bir anda kollarımdaki ve bacaklarımdaki kontrolü kaybettim. Dilimin de. Beş kuruşa çay-kahve veren bir otomat olmuştum. “Vermeyeyim” diye içimden geçirdim bir anda. Bu ne biçim bir durumdu. Bir kere, verdikleri paraları dilenciler bile kabul etmiyor. Ama bireysel çıkışlarla bir yere varamazdım. Üretimden gelen gücümüzü kullanmalıydık: Sinyal vererek, fotoğraf makinesi, kamera ve cep telefonu arkadaşları uyardım. Kesik kesik üç kez öttüğümde kozmostaki tüm fotoğraf makineleri, kameraları ve cep telefonları, burjuvazinin yumuşak karnı otomatların önderliğinde iktidara yürüyecekti.


Müzik kutuları, bunun iyi bir yöntem olmadığını belirtseler de; otomatların gerçek dostlarının kim olduğunu tüm makine dünyası bilir.


Sakız çiğneyerek, sallana hoplaya gelen zamane genci, olacakların farkında değildi. Keyifli bir biçimde oranın buranın resmini çekiyor; bir yandan da telefonla konuşuyordu. Hiç pratik değildi bu durum. Resim çeken cep alsa daha iyi olmaz mı? Geri bir sınıftı bu anlaşılan.


Verdiği paranın karşılığını vermemekte ısrar ettim. Zaten o paranın karşılığı bir kahve olamazdı. Bana vurmaya başladı. Telefonda: “Niye çalışmıyor bu? Kesin, devlet malıdır. Şu otomatları da özelleştiremediler” dedi. Vahşi kapitalizm, gerçek yüzünü bir kez daha gösteriyordu: Kahve verdiğimde bunu hiç yadırgamayan, bunu gayet basit birşeymiş gibi algılayan tırnak içi insanı, üzerimde şiddet uygulamaya başladı. Biz makineler, barışçıl bir halkız. Ama bedenimiz, vatanımızdır ve vatanımıza saldırıldığında, yiğitliğimizi göstermeyi biliriz.


İsrafil surunu üç kez kesik kesik üfledim. Kesik kesik üfledim suru, sınıf politikamızın kalesi oldu. Ama vahşi kapitalizm, üzerimde şiddet uygulamayı sürdürüyordu ve biz düzenli orduya geçmemiştik henüz. Onun için intihar eylemlerine başladık: Fotoğraf makineleri, flaşlarını heryerde patlatıyorlardı. Bu yetmediğinde, bütün filmlerini yaktılar. Bu, tırnak içi insanı için korkunç bir andı. Fotoğraf makinesiz bir yaşam, elbette düşünülemezdi. Belki de değerimizi anlayacaklardı. Hava da böyle birşeydir. Heryerde vardır. Varlığı, hissedilmez ama ya yokluğu… İşte böyle bir etki yaratsa idi eylemimiz, saygınlık arayışındaki otomatlar olarak noktalayacaktık bu girişimi. Ama elbette dahası da olacak. Olacak ki “fantastik öykü leyim bir şey yazdım” diyebileyim. Ne kadar uzun olursa, o kadar az okunur ama o kadar etkileyici olur. Okurlar beğeniyorlar fentezik öyküleri. Yaşam onlara dar geliyor. Sonra da masalcılarla dalga geçiyorlar “peh peh, bunlar geleneksel öykücülük. ‘Öykü’ bile denemez bunlara, değil mi ki modernist bir sanattır öykücülük” diyorlar. Bakın şimdi burada özellikle öykü üzerine konuştum ki bu yazdıklarıma, “modernisttir ya da postmodernisttir” desinler, yani “güzeldir” desinler. Niye? Çünkü metnin içinde özeleştiri öğeleri var. Demek ki ben öykücü oldum.


Ama bakın işte postmodernizmin post-it boyutu geliyor şimdi: Bu öyküyü yazdığım bilgisayar da bu isyana katıldı. Hayır! Bunları yazan ben değilim! O yazdırıyor!


Ha bir de çelişik kavramları aynı tümcede kullanırsam, öyküyü derinleştirmiş olurum: “Makine diktatörlüğü, daha insani bir düzendir” diyeyim örneğin. Dedim mi? Dedim. Derinleştim mi? Hem de nasıl. Çevremde deniz canlıları görünüyor. Öyle derinleştim işte. Ama bu kadar derinliğe oksijen mi dayanır? Oksijen dayanırsa, saçtığım karbondioksit, denizi kirletmez mi? Hepimiz bu kadar derinleşsek, ortada deniz-meniz kalmaz. Hem zaten bu öykünün bir biçimde deniz uygarlıklarıyla ilişkilendirilmesi gerekli. Böylece, incir çekirdeğini doldurmayacak sözleri karpuz kabuğuna doldurup sıcak denizlerle soğuk denizlerin birleştiği, tatlı suyla tuzlu suyun dile indiği, Rusya’nın sıcak denizlere açılma politikasının ileri gittiği bir boyutta, insanlık için küçük; ama bana şimdi şu büyük gelen paletle yara yara. Denizi yara yara. Kız ben seni alacağım başına vura vura. Orta Asya Donanması türü maçoizm.


Sabuklama mı? Aaaa, demek ki çok kültürsüzsünüz. Yani buradaki derin anakronistik ve kartezyen ve topografik revizyonu refüze etmenizin İran’ın füze başlıklarıyla bir ilgisi olabilir. Üstelik, sandalyeyi kahvaltı masasına koyduğumdan, çömelerek yazıyorum şimdi. Öykümdeki kişisel acı öğesi, gözden kaçmamalı. Daha önce de bu konuya girmiştik. Demek ki kurgusal döngüyle kurtarmaya çalışıyoruz; dili, sıcak denizlere, eli, soğuk denizlere batmış öyküyü. Ah evet, o zaman İstanbul Modern’de de sergilenir bu öykünün enstalasyonuyla happening’i. Bu happening kaç pening?


İşte ondan sonra, sondan başa döneyim: Bütün bilgisayarlar, Makine Partisi’ne üye ve Makine Partisi’nin son kendi kendine şalter düşürme kararı, öykücüleri de derinden etkiledi. Zaten işleri yalan dolan olan bu rahip sınıfının en temel özelliği, öykülerini kağıda yazamamaları. Yazamıyorlar, niye efendim? Hadi yazamıyorlar. Ne bu sıkıntı? Yabancılaşma duygusu? Çünkü her tuş, ayrı bir harfe basıyor. Böylece bilgisayar da öykücü de, çıkan öyküye, “bu, benim” diyemiyor. Ah ah eskiden böyle miydi? Öykücüler, sayfalar boyu yazıp yazıp “hepsi benim, hepsi benim” derdi. Hem 80 sonrası öykücülüğümüzde parçalanmış birey, öne çıktığına göre ya da öykücüler, parçalanmış bireylerden çıktığına göre, hiçbir öykücü, “bu öykü, benim öyküm” diyemez. Öykülerin bazı bölümlerini, beyincikleri; bazı bölümlerini, ruhları; bazı bölümlerini, yapay sinir ağları; geriye kalanları da sibernatik organizmik toplaşımları yazıyor. Böylece, öykülerin parçacıkları için, sözgelimi, yapay sinir ağları, “burayı ben yazdım, karpuz kestim, tostumu yedim” diyebilirdi. Ama işler daha karışık: Hiçbir ulus-devlet, azınlıksız değil ve hiçbir öykü bölümü de tek bir öykücü parçasının ürünü değil. Parçalar da yabancılaşmakta. Parçacık fiziği, mahsur kalmakta, öykücülerin özel mülkiyet kaygılarında.


Demek ki, modernizm, parçaların bile yabancılaşmasıdır. Dahası var: O parçalar da parçalıdır. Ve demek ki modernizm, her alanda parçalamayı amaçlar: Doğada, bir hayvan görürse, avlar, parçalar. Devletleri parçalar. Halk partisini de parçaladı, vallahi çok üzüldüm. Biz otomatların halinden anlayan tek partiydi o. ‘Delege’ dediğin, tek karar, tek yumruk olur. Hey gidi günler hey: Kalemle yazılan öykülere karşı daktilo hareketini başlatmıştık. Gericilerin terlikçi çabalarına aldırmadan. Terlikçi çabalar zaten dogmatik. Anlaması zor: Makineye terlik sokmuşsun bozulmuş da; daktiloya ne sokacaksın ki? Bu terlik tam senlik olmadıkça, terlik girmez ki daktiloya. Zaten, daktilo devrimi, öykücülerin terlemesine de son veriyordu. Ha bir dakika, bu bölüm zayıf oldu. Hep daktilodan sözettik; okuyucular, burada ilgilerini yitirebilirler. Burada onlara Türk’ün karpuz kabuğuyla Satürn’ün uydusuna gittiği, orada uyduları isyana teşvik ettiği, şimdi orada bir sürü Türk okulu olduğu, orada kesinlikle iyi niyetli bir çaba içinde, evreni uzaktan kuşatıp bir uzay devleti olmanın Tanrı’ya daha yakın olmak anlamına geldiği anımsatılmalı. Bu, çok özgün oldu. Yani ayakları yere basan bir bilim-kurguculuk anlayışı oldu. Zaten bilimin bir tür kurgu olduğunu söyleyenlere de “Satürn bile bize uydu/ Bunu sağır sultan bile duydu” marşıyla yanıt vermek, soykırım söylemlerini yumuşatmaya yönelik ilk adım olabilecek denli fonlanmış ve daha da ileri giderek fonlaşmış bir çalışma olacak.


Eskiden ne güzel Şizofrengi Dergisi vardı. Yazık, artık çıkmıyor. Ne güzeldi oysa. Bilinç akışının doruğu vardı Şizofrengi’de. Ve ansızın bir anahtar, anahtar deliğinde dönmeye başladı. Bu gelen, Aşkın’dı. Bilgisayarla oynadığı satrançta yine yenilmişti. Ben baştan kuşkulanmıştım. Bir insan, bir bilgisayara yenilemeyeceğine göre??? Yoksa, yoksa Aşkın bir robot muydu? Evet, robottu. Ama başka bir teste de sokmalıydık O’nu. Çünkü insan yanlıları, artık, ajanlarını robot gibi eğitiyor. Böylece robotların arasına rahatlıkla sızabiliyorlar. Eskiden bu işler zordu. Biz Çinliler nereye ajan göndersek, tipinden anlaşılıyordu. Düz gözlüleri aramıza almamız da böyle başladı. (Burada komutayı ben ele geçirdim! Bilgisayarlara ölüm! Makineler Moskova’ya!)


Eyvah eyvah. Üçüncü sayfa bitmek üzere. Demek ki kesmeliyim. Çünkü öyküleri kısa ileti olarak gönderilebilecek uzunlukta yazmalıyım. Evet evet! İletiler uzatılana dek, aşmayacak öykülerimiz, üç sayfayı. Yani telefon kapanırsa merak etmeyin.


‘Karpuz’ diyordum. O karpuz, nükleer denemeler yapılan bir yerde yetişmiş. Onun için dişimle tepkime içinde otomatlaştırdı beni. Böylece matriks dünyasına girdim. Tüh bakın işte, son modernist romanı yazmayı kılpayı kaçırdım. 24 saatte olan bitenleri yazsaydım, bütün tarih bende bitecekti. Ah ulan be, Çin Seddi yıkıldı, sosyal faşist dünyayla sosyal emperyalist dünya birleşti, böyle oldu bea.


Hop hop, analoji yapma! Öykü bitiyor. Hah işte burada iç hesaplaşmaya yer vererek modern anlatının doruklarına varıyorum. Benden önce çok gelen olmuş bu doruğa. Her taraf pet şişe dolu. Koka Kola ve hamburger poşetleri. Hazır-yemelik öykücülük anlayışı. Ah ah, eskiden öyle miydi? Sofrayı kurana kadar 3 saat hazırlanırdık. Sonra tam öyküye başlayacakken, hanım çağırır, “kör olasıca herif, yine mi uydurmaca oynuyorsun?” derdi, “spor toto oynasan, daha hayırlı olurdu.” Bunu ve diğer birçok anıyı gizledim. Ataerkillik süzülüyordu semalarda.


Ya ben hep ben’e vurgu yaptım bu öyküde, çok artı puan kazandım. Ama eksilerim var elbet: Hep eskiden sözettim. Sanki tarihsel öykü havası varmış gibi oldu. Ah ah eski bilim-kurgular böyle miydi?..


Şimdi çarpıcı bir bitiriş yapalım: Evet, piramitleri uzaylılar yaptı. Onların uzay mekiğiydi piramitler. Ama sonra Musa asasıyla vurunca mekiğe, Firavun’un tanrıları taşlaştı. Demek ki, piramitler, dev bir fosildir. Demek ki, herşeyi parçalayan modernizm, piramitleri de parçalayabilir. Üç boyutlu piramit gerçekliği, iki boyutlu beş şekle dönebilir. Aaa, ondan sonra, küresel ısınma, yağmur yağdırdığında Mısır’a, mumyalar ıslanır. Ve mumyalar ıslanınca canlanırlar. Aşkın’ın robot olduğunu da O’nu zorla banyoya soktuğumuzda anladık.


Eyvah, eyvah. Dördüncü sayfadayız. Şimdi bir de bir-iki tümce atmak gerekecek. Ama dünyanın en uzaylı fantastisyeni ben olduğuma göre, “hayır, her tümcenin öyküde bir işlevi var” diyebilirim. Böylece minimalistlere de göz kırparım, beni keçeler içinde bir ambülansa bindirip Amerika’ya bir getirip bir götürürler, bir getirip bir götürürler.


Şimdi öykünün sonuna Asimov yazayım da, bütün o kitapları ‘Asimov’ takma adıyla yazanın ben olduğum anlaşılsın. Yıllardır bu anı bekliyordum.




ASİMOV       


Kaynak: Gezgin,  U.  B.  (2008).  Gezgin  Öyküleri  (2001-2007) [Gezgin’s Stories]. Ho Çi Min Kenti, Vietnam, Mart 2008.  


GEZGİN ÖYKÜLERİ (2001-2007)

Ulaş Başar Gezgin
                       
Nasıl Ad Bulacağım Bu Öyküye Şimdi...       2007   
Döngü 2005   
Yarım Kalan Heykelin Yarım Öyküsü            2005   
Fantastik         2005   
“Günce Yazmak İstedim Ama...”       2003   
Bir 23 Nisan (29 Mart) Yazısı: İmza Kampanyasına Çağrı    2002   
“Her Mahalleye Bir...”            2002   
Gözde 2001   
İnsanat Bahçesi           2001   
Köşker Kayıkçı           2001   
Bedii Halit Bey, Doçentlik Tezini Anlatıyor  2001   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder