BİLİM-KURGU YA DA
FANTASTİK HER NE İSE İŞTE ÖYKÜLERİN NE KADAR UYDURUK VE KOLAYCI OLDUĞU
GÖSTERMEK İÇİN BİRKAÇ DAKİKADA YAZILAN AMA ASİMOV TARAFINDAN YAZILDIĞI
ANLAŞILINCA BÜYÜK HEYECAN UYANDIRACAK ÖYKÜLER DİZİSİ (1)
Ulaş Başar Gezgin
“Birgün uyandım”
diye başlayacaktım ama böyle başlarsam öykü, fantastik de olmaz modernist de.
Derin olduğu havası uyandırmak için, kurgunun rastgele bir yerinden başlayalım:
Ondan sonra,
karpuzu bir kestim; çekirdekler, dişimin arasına takıldı. O sırada Mehmet, “kaç
tane yufka var?” dedi. Bu soruyu ciddiye almadım çünkü dişime karpuz çekirdeği
kaçmıştı. Öykücü, kendi acılarını anlatıyor işte. Dişim acıyor.
Dişim acıyınca
aklıma hep robotlar geliyor. Ama robotlar bakışıp bakışıp gülüşemezler.
Gülüşmesinler canım, en azından dişleri ağrımaz. Çünkü onlar robot.
Bunları
düşünürken bir yandan da taşınır belleğimin ucuyla dişimi karıştırıyordum.
Herşey böyle başladı işte. Bir anda kollarımdaki ve bacaklarımdaki kontrolü
kaybettim. Dilimin de. Beş kuruşa çay-kahve veren bir otomat olmuştum. “Vermeyeyim”
diye içimden geçirdim bir anda. Bu ne biçim bir durumdu. Bir kere, verdikleri
paraları dilenciler bile kabul etmiyor. Ama bireysel çıkışlarla bir yere
varamazdım. Üretimden gelen gücümüzü kullanmalıydık: Sinyal vererek, fotoğraf
makinesi, kamera ve cep telefonu arkadaşları uyardım. Kesik kesik üç kez
öttüğümde kozmostaki tüm fotoğraf makineleri, kameraları ve cep telefonları,
burjuvazinin yumuşak karnı otomatların önderliğinde iktidara yürüyecekti.
Müzik kutuları,
bunun iyi bir yöntem olmadığını belirtseler de; otomatların gerçek dostlarının
kim olduğunu tüm makine dünyası bilir.
Sakız çiğneyerek,
sallana hoplaya gelen zamane genci, olacakların farkında değildi. Keyifli bir
biçimde oranın buranın resmini çekiyor; bir yandan da telefonla konuşuyordu.
Hiç pratik değildi bu durum. Resim çeken cep alsa daha iyi olmaz mı? Geri bir
sınıftı bu anlaşılan.
Verdiği paranın
karşılığını vermemekte ısrar ettim. Zaten o paranın karşılığı bir kahve
olamazdı. Bana vurmaya başladı. Telefonda: “Niye çalışmıyor bu? Kesin, devlet
malıdır. Şu otomatları da özelleştiremediler” dedi. Vahşi kapitalizm, gerçek
yüzünü bir kez daha gösteriyordu: Kahve verdiğimde bunu hiç yadırgamayan, bunu
gayet basit birşeymiş gibi algılayan tırnak içi insanı, üzerimde şiddet uygulamaya
başladı. Biz makineler, barışçıl bir halkız. Ama bedenimiz, vatanımızdır ve
vatanımıza saldırıldığında, yiğitliğimizi göstermeyi biliriz.
İsrafil surunu üç
kez kesik kesik üfledim. Kesik kesik üfledim suru, sınıf politikamızın kalesi
oldu. Ama vahşi kapitalizm, üzerimde şiddet uygulamayı sürdürüyordu ve biz
düzenli orduya geçmemiştik henüz. Onun için intihar eylemlerine başladık:
Fotoğraf makineleri, flaşlarını heryerde patlatıyorlardı. Bu yetmediğinde,
bütün filmlerini yaktılar. Bu, tırnak içi insanı için korkunç bir andı.
Fotoğraf makinesiz bir yaşam, elbette düşünülemezdi. Belki de değerimizi
anlayacaklardı. Hava da böyle birşeydir. Heryerde vardır. Varlığı, hissedilmez
ama ya yokluğu… İşte böyle bir etki yaratsa idi eylemimiz, saygınlık arayışındaki
otomatlar olarak noktalayacaktık bu girişimi. Ama elbette dahası da olacak.
Olacak ki “fantastik öykü leyim bir şey yazdım” diyebileyim. Ne kadar uzun
olursa, o kadar az okunur ama o kadar etkileyici olur. Okurlar beğeniyorlar
fentezik öyküleri. Yaşam onlara dar geliyor. Sonra da masalcılarla dalga
geçiyorlar “peh peh, bunlar geleneksel öykücülük. ‘Öykü’ bile denemez bunlara,
değil mi ki modernist bir sanattır öykücülük” diyorlar. Bakın şimdi burada
özellikle öykü üzerine konuştum ki bu yazdıklarıma, “modernisttir ya da
postmodernisttir” desinler, yani “güzeldir” desinler. Niye? Çünkü metnin içinde
özeleştiri öğeleri var. Demek ki ben öykücü oldum.
Ama bakın işte
postmodernizmin post-it boyutu geliyor şimdi: Bu öyküyü yazdığım bilgisayar da
bu isyana katıldı. Hayır! Bunları yazan ben değilim! O yazdırıyor!
Ha bir de çelişik
kavramları aynı tümcede kullanırsam, öyküyü derinleştirmiş olurum: “Makine
diktatörlüğü, daha insani bir düzendir” diyeyim örneğin. Dedim mi? Dedim.
Derinleştim mi? Hem de nasıl. Çevremde deniz canlıları görünüyor. Öyle
derinleştim işte. Ama bu kadar derinliğe oksijen mi dayanır? Oksijen dayanırsa,
saçtığım karbondioksit, denizi kirletmez mi? Hepimiz bu kadar derinleşsek,
ortada deniz-meniz kalmaz. Hem zaten bu öykünün bir biçimde deniz
uygarlıklarıyla ilişkilendirilmesi gerekli. Böylece, incir çekirdeğini
doldurmayacak sözleri karpuz kabuğuna doldurup sıcak denizlerle soğuk
denizlerin birleştiği, tatlı suyla tuzlu suyun dile indiği, Rusya’nın sıcak
denizlere açılma politikasının ileri gittiği bir boyutta, insanlık için küçük;
ama bana şimdi şu büyük gelen paletle yara yara. Denizi yara yara. Kız ben seni
alacağım başına vura vura. Orta Asya Donanması türü maçoizm.
Sabuklama mı?
Aaaa, demek ki çok kültürsüzsünüz. Yani buradaki derin anakronistik ve
kartezyen ve topografik revizyonu refüze etmenizin İran’ın füze başlıklarıyla
bir ilgisi olabilir. Üstelik, sandalyeyi kahvaltı masasına koyduğumdan,
çömelerek yazıyorum şimdi. Öykümdeki kişisel acı öğesi, gözden kaçmamalı. Daha
önce de bu konuya girmiştik. Demek ki kurgusal döngüyle kurtarmaya çalışıyoruz;
dili, sıcak denizlere, eli, soğuk denizlere batmış öyküyü. Ah evet, o zaman
İstanbul Modern’de de sergilenir bu öykünün enstalasyonuyla happening’i. Bu
happening kaç pening?
İşte ondan sonra,
sondan başa döneyim: Bütün bilgisayarlar, Makine Partisi’ne üye ve Makine
Partisi’nin son kendi kendine şalter düşürme kararı, öykücüleri de derinden
etkiledi. Zaten işleri yalan dolan olan bu rahip sınıfının en temel özelliği,
öykülerini kağıda yazamamaları. Yazamıyorlar, niye efendim? Hadi yazamıyorlar.
Ne bu sıkıntı? Yabancılaşma duygusu? Çünkü her tuş, ayrı bir harfe basıyor.
Böylece bilgisayar da öykücü de, çıkan öyküye, “bu, benim” diyemiyor. Ah ah
eskiden böyle miydi? Öykücüler, sayfalar boyu yazıp yazıp “hepsi benim, hepsi
benim” derdi. Hem 80 sonrası öykücülüğümüzde parçalanmış birey, öne çıktığına
göre ya da öykücüler, parçalanmış bireylerden çıktığına göre, hiçbir öykücü,
“bu öykü, benim öyküm” diyemez. Öykülerin bazı bölümlerini, beyincikleri; bazı
bölümlerini, ruhları; bazı bölümlerini, yapay sinir ağları; geriye kalanları da
sibernatik organizmik toplaşımları yazıyor. Böylece, öykülerin parçacıkları
için, sözgelimi, yapay sinir ağları, “burayı ben yazdım, karpuz kestim, tostumu
yedim” diyebilirdi. Ama işler daha karışık: Hiçbir ulus-devlet, azınlıksız
değil ve hiçbir öykü bölümü de tek bir öykücü parçasının ürünü değil. Parçalar
da yabancılaşmakta. Parçacık fiziği, mahsur kalmakta, öykücülerin özel mülkiyet
kaygılarında.
Demek ki, modernizm,
parçaların bile yabancılaşmasıdır. Dahası var: O parçalar da parçalıdır. Ve
demek ki modernizm, her alanda parçalamayı amaçlar: Doğada, bir hayvan görürse,
avlar, parçalar. Devletleri parçalar. Halk partisini de parçaladı, vallahi çok
üzüldüm. Biz otomatların halinden anlayan tek partiydi o. ‘Delege’ dediğin, tek
karar, tek yumruk olur. Hey gidi günler hey: Kalemle yazılan öykülere karşı
daktilo hareketini başlatmıştık. Gericilerin terlikçi çabalarına aldırmadan.
Terlikçi çabalar zaten dogmatik. Anlaması zor: Makineye terlik sokmuşsun
bozulmuş da; daktiloya ne sokacaksın ki? Bu terlik tam senlik olmadıkça, terlik
girmez ki daktiloya. Zaten, daktilo devrimi, öykücülerin terlemesine de son
veriyordu. Ha bir dakika, bu bölüm zayıf oldu. Hep daktilodan sözettik;
okuyucular, burada ilgilerini yitirebilirler. Burada onlara Türk’ün karpuz
kabuğuyla Satürn’ün uydusuna gittiği, orada uyduları isyana teşvik ettiği,
şimdi orada bir sürü Türk okulu olduğu, orada kesinlikle iyi niyetli bir çaba
içinde, evreni uzaktan kuşatıp bir uzay devleti olmanın Tanrı’ya daha yakın
olmak anlamına geldiği anımsatılmalı. Bu, çok özgün oldu. Yani ayakları yere
basan bir bilim-kurguculuk anlayışı oldu. Zaten bilimin bir tür kurgu olduğunu
söyleyenlere de “Satürn bile bize uydu/ Bunu sağır sultan bile duydu” marşıyla
yanıt vermek, soykırım söylemlerini yumuşatmaya yönelik ilk adım olabilecek
denli fonlanmış ve daha da ileri giderek fonlaşmış bir çalışma olacak.
Eskiden ne güzel
Şizofrengi Dergisi vardı. Yazık, artık çıkmıyor. Ne güzeldi oysa. Bilinç
akışının doruğu vardı Şizofrengi’de. Ve ansızın bir anahtar, anahtar deliğinde
dönmeye başladı. Bu gelen, Aşkın’dı. Bilgisayarla oynadığı satrançta yine
yenilmişti. Ben baştan kuşkulanmıştım. Bir insan, bir bilgisayara
yenilemeyeceğine göre??? Yoksa, yoksa Aşkın bir robot muydu? Evet, robottu. Ama
başka bir teste de sokmalıydık O’nu. Çünkü insan yanlıları, artık, ajanlarını
robot gibi eğitiyor. Böylece robotların arasına rahatlıkla sızabiliyorlar.
Eskiden bu işler zordu. Biz Çinliler nereye ajan göndersek, tipinden
anlaşılıyordu. Düz gözlüleri aramıza almamız da böyle başladı. (Burada komutayı
ben ele geçirdim! Bilgisayarlara ölüm! Makineler Moskova’ya!)
Eyvah eyvah.
Üçüncü sayfa bitmek üzere. Demek ki kesmeliyim. Çünkü öyküleri kısa ileti
olarak gönderilebilecek uzunlukta yazmalıyım. Evet evet! İletiler uzatılana
dek, aşmayacak öykülerimiz, üç sayfayı. Yani telefon kapanırsa merak etmeyin.
‘Karpuz’
diyordum. O karpuz, nükleer denemeler yapılan bir yerde yetişmiş. Onun için
dişimle tepkime içinde otomatlaştırdı beni. Böylece matriks dünyasına girdim.
Tüh bakın işte, son modernist romanı yazmayı kılpayı kaçırdım. 24 saatte olan
bitenleri yazsaydım, bütün tarih bende bitecekti. Ah ulan be, Çin Seddi
yıkıldı, sosyal faşist dünyayla sosyal emperyalist dünya birleşti, böyle oldu
bea.
Hop hop, analoji
yapma! Öykü bitiyor. Hah işte burada iç hesaplaşmaya yer vererek modern
anlatının doruklarına varıyorum. Benden önce çok gelen olmuş bu doruğa. Her
taraf pet şişe dolu. Koka Kola ve hamburger poşetleri. Hazır-yemelik öykücülük
anlayışı. Ah ah, eskiden öyle miydi? Sofrayı kurana kadar 3 saat hazırlanırdık.
Sonra tam öyküye başlayacakken, hanım çağırır, “kör olasıca herif, yine mi
uydurmaca oynuyorsun?” derdi, “spor toto oynasan, daha hayırlı olurdu.” Bunu ve
diğer birçok anıyı gizledim. Ataerkillik süzülüyordu semalarda.
Ya ben hep ben’e
vurgu yaptım bu öyküde, çok artı puan kazandım. Ama eksilerim var elbet: Hep
eskiden sözettim. Sanki tarihsel öykü havası varmış gibi oldu. Ah ah eski
bilim-kurgular böyle miydi?..
Şimdi çarpıcı bir
bitiriş yapalım: Evet, piramitleri uzaylılar yaptı. Onların uzay mekiğiydi
piramitler. Ama sonra Musa asasıyla vurunca mekiğe, Firavun’un tanrıları
taşlaştı. Demek ki, piramitler, dev bir fosildir. Demek ki, herşeyi parçalayan
modernizm, piramitleri de parçalayabilir. Üç boyutlu piramit gerçekliği, iki
boyutlu beş şekle dönebilir. Aaa, ondan sonra, küresel ısınma, yağmur
yağdırdığında Mısır’a, mumyalar ıslanır. Ve mumyalar ıslanınca canlanırlar.
Aşkın’ın robot olduğunu da O’nu zorla banyoya soktuğumuzda anladık.
Eyvah, eyvah.
Dördüncü sayfadayız. Şimdi bir de bir-iki tümce atmak gerekecek. Ama dünyanın
en uzaylı fantastisyeni ben olduğuma göre, “hayır, her tümcenin öyküde bir
işlevi var” diyebilirim. Böylece minimalistlere de göz kırparım, beni keçeler
içinde bir ambülansa bindirip Amerika’ya bir getirip bir götürürler, bir
getirip bir götürürler.
Şimdi öykünün
sonuna Asimov yazayım da, bütün o kitapları ‘Asimov’ takma adıyla yazanın ben
olduğum anlaşılsın. Yıllardır bu anı bekliyordum.
ASİMOV
Kaynak: Gezgin, U. B. (2008). Gezgin Öyküleri (2001-2007) [Gezgin’s Stories]. Ho Çi Min Kenti, Vietnam, Mart 2008.
GEZGİN
ÖYKÜLERİ (2001-2007)
Ulaş
Başar Gezgin
Nasıl
Ad Bulacağım Bu Öyküye Şimdi... 2007
Döngü 2005
Yarım
Kalan Heykelin Yarım Öyküsü 2005
Fantastik 2005
“Günce
Yazmak İstedim Ama...” 2003
Bir
23 Nisan (29 Mart) Yazısı: İmza Kampanyasına Çağrı 2002
“Her
Mahalleye Bir...” 2002
Gözde 2001
İnsanat
Bahçesi 2001
Köşker
Kayıkçı 2001
Bedii
Halit Bey, Doçentlik Tezini Anlatıyor 2001
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder