YARIM KALAN
HEYKELİN YARIM ÖYKÜSÜ
Ulaş Başar Gezgin
Ama bakın
işte benim masam öyle değil; benim masam, sonsuz yaratım olanağı sunuyor bana.
Yaratıyorum, yaratıyorum, yaratıyorum. Elbette yarattığımla kalmıyorum;
yaratıyorum, yaratıyorum, can üfler gibi yapıyorum içlerine. Hemen hemen
ayaklanıyorlar. Taşlar nasıl biraraya gelip canlanır?! İnanılır gibi değildi
önceleri. Ama alın işte şu ‘Yaşsız Kadın Heykeli’ni üflememe kalmadı; yaşını
soranlara, “bilmiim” deyiverdi. Bilmez elbet. Daha yeni üfledim. Ve
söyleşmekliğim heykellerimle, delilikmiş. Dünyada topluca yapılan öyle çok
delilik var ki. Ama hep bana gelince ‘delilik’ sayılıyor işte. Hekimler
heykeltraş; heykeltraşlar hekim olsa böyle mi olurdu?! Ama ne oluyor:
Okutuyorlar tıpçılara dalağı, ciğeri; okutuyorlar sanatçılara elbisenin
kıvrımları nasıl yapılır taştan. Sonra ne oluyor?! Alın böyle oluyor işte.
Sanki hepsi akıllı da bir ben deliyim.
Ha elbette, işin ikinci yönünü söylemeyi az kaldı unutuyordum: Canlı malzemeyi
cansızlaştırmak. Bir kitap okumuştum ‘Suç ve Ceza’ diye. Etkilendim.
Mahalledeki tefeci kadına yontu gereçlerimle saldır ha saldır, saldır ha
saldır. Niye kızdınız?! Kaç hukuk öğrencisinin ah’ı vardı üstünde. Hem, bu
tefeci kadının, uzaklardaki savaşlara akıttığı söyleniyordu çalıp çırptığı
paraları. “Bir söylenti için adam öldürülür mü?” diyorsunuz değil mi?! Bir
söylentiyle bir ülke, bir başkasını işgal edebiliyor ne haber?! Ona sözünüz yok
mu? İşte bakın, yine bakın, bütün dünya akıllı, bir ben deliyim.
Kasaplara da bir şey demiyorsunuz. Ayıp oluyor ama. Üstelik yiyorsunuz
etlerini. Ben bunu yapmam işte. Öldür; öldür; etinden, sütünden, herşeyinden
faydalan. Ben en azından öldürüp bir yana bırakıyorum. O kadar saygım var
cansız malzemeye. Sizin ‘canlı’ dediklerinize olmayabiliyor; o, ayrı..
Sonra “yemek için öldürdük” diyorsunuz ya da “inancımız bunu gerektirir”
diyorsunuz. Ben de sanat için öldürüyorum ya. Sanat için soyunanlara bir şey
demiyorsunuz da bana gelince neden?! Şöyle açsaydım bacaklarımı heykel
yaparken; göğüslerimi taşa değdirseydim. Siz de gelip o açıdan bu açıdan
çekseydiniz. Heyecanlandınız değil mi?! Böyle olsa daha iyi bir sanat olurdu
değil mi?! Yine bakın bir ben deliyim, hepiniz akıllısınız.
Kaldı ki, ölmeden önce insanlar, modellikte çok sorun çıkartıyorlar: Sürekli
kıpırdanıyorlar. En az kıpırdayanı, gözlerini açıp kapıyor. “Açma kapama”
diyorum “kardeşim. Sanat yapıyoruz bur’da. Senin bir açışın bir kapatışınla
dünyanın bütün heykelleri yıkılıyor.” Yok ama anlamazlar.
İşte temel sorunlardan biri de bu ya: Hareketi resmetmek bir hayli zor heykel
dilinde. Bir heykel yapıyorum ama o insan, ama o işte gözlerini açıp kapatan
namussuz insan. Sonra çıkıp atölyeden çıkıyor. Eee ne oldu şimdi? Yaşamında
birkaç dakikayı resmettik sonuçta ve insan ömrü öyle öyle uzun ki birim olarak
dakikayı alırsak. Yani efendim gündelik yaşamı resmedemiyoruz. İnsanların
birkaç yapay dakikası neme gerekir.. Atladığım gibi sokaklarda aldım soluğu.
Ama soluk bu, sürekli oluyor. Sokaklarda da sürekli bir hareketlilik. Ve hesap
edemiyorum bir sonraki adımlarını. Bir yanımda kalıp bir yanımda dev bir kaya
parçası. Taş değil, dikkat. Çünkü gündelik yaşamda o kadar çok ayrıntı var ki.
Hepsini birkaç ölçek büyültüp bir tapınak kent kurmalı. Sabah
sekiz koşuşturmacasını vermeli kaya parçaları. Bir büfe olmalı bir yanda.
Arabalar olmalı. Gidebiliyor olmalılar. Ama bu nasıl olur ki kaya parçalarıyla.
Raylı sistem gerekir belki. Ama evet işte buldum: Taş devri gibi olmalı.
Arabaların taş tekerleri olmalı. Ama yo, o zaman yavaş giderler. Verememiş
oluruz gündelik yaşamın hızını. Eee, zaten amaç hızı resmetmek değildi ki.
Asıl sorunu unutuyoruz!: Gökyüzü! Gökyüzünü nasıl resmedeceğiz sevgili heykel
dostlar? Sen, işine koşan işçi! Heykelliğini bir yana bırak ve düşün şimdi.
Gökyüzünü taştan mı yapacağız? Evet taştan olmalı. Ya peki tüm o güzel
insanlar, heykel insanlar; umutlarını tümden yitirdiklerinde nerelere bakacaklar?
Nerelere bakacaklar çünkü insanın malzemesinden değildir gökyüzü ve belki bunun
için, evet belki bunun için rahatlatıcılığı gökyüzüne bakmanın.
Neden bu halde olduğumu soruyor hekimler; heykeltraş olmayan hekimler. “Ne
varmış halimde” dedikçe, dedikçe; birşeyler yazıyorlar defterlerine. Bu
toplumsal düzen benden, istemediğim heykelleri yapmamı istiyor. Onlara can
üflediğim de düşünülürse, bunun bende bıraktığı hasar, anlaşılabilir. En son
bir belediyede, belediye başkanının heykelini yapmamı istediler. Ama işte öyle
kıpırdıyordu ki başkan, hele o yayılması yok muydu koltuğa; ağırlığı, koltukta
sık sık oynamaktaydı. “Sakin ol” dedim, dinlemedi. “Bak oynama, tepemin
attırdığın tasını başına geçirmeye zorlama” dedim, dinlemedi. O başkanmış da
efendim, neyse parası verirmiş de, kıpırdarken de yapabilmeliymişim de, bana
akademide bunu öğretmemişler miymiş de.. Gerisini söylemeye gerek yok: Aldığım
gibi tası; kafasına bir geçirişim var. Ama sanıyorum, yaptığım, kötü birşeydi.
Evet evet kötü bir şeydi. Tası o biçimde vurmamalıydım. Adamın kafa yarılınca
heykeli yapması çok zor oldu. Heykelini yapmaya alışkın olduğum bir kafa
değildi yani. Ama olsun. Şimdi beni geliştirdiğini düşünüyorum. Yarılmış
kafaları da resmedebiliyorum artık. Ve böyle bir dünyada, yani beş çocuktan
birinin savaşlarda kafasının yarıldığı bir dünyada, bu yetisi gelişmemişse bir
heykeltraşın; ancak ölü doğa çalışabilir. Ölü insan da önemli bir uzmanlık işi
bu aralar.
Gittim, güzel bir bahçeydi. Çok çakıllıydı ama kısa sürdü, o çakılları yalnızca
benim gördüğümü anlamam. Çünkü insanlar hep büsbüyük şeylere bakıyorlardı ve
bunun için Elazığ’daki başhekim, benden beyni ya da omuriliği heykellememi
değil de kendimi resmetmemi istedi. Evet, yanlış duymadınız. Ben de yanlış
duymamıştım. Bana bir hastayı heykelleyeceğim ilk başta söylenmemişti.
Kendini resmetmek?! Büyük bir işti. Düşünsenize, kendiyi mi heykelleyeceksiniz?
Hani herkeste olan o kendiyi. Çünkü kamusal alana çıkacak bu yapıt. Kendimi
herkese açmak çok riskli olabilir. Herkeste olan kendi, daha iyi olabilir. Ama
şekli şemali ne olacak ki?
Ha bir de şu vardı elbet: Kendimi heykellemek demek de neyin nesi oluyor?
Ben ki, insanların size azıcık gelen kıpırdamasından bile huylanıp
cansızlaştırıyorum onları tasla vurarak. Hayır lütfen ‘öldürmek’ sözcüğünü
kullanmayınız. Kullanmayınız efendim. Siz gündelik dille sanat yapıyorsunuz,
olmuyor. Ben kasap mıyım? Değilim. Ben işgal ordusu muyum? Değilim. Onlar
öldürüyor, ben cansızlaştırıyorum. Lütfen sanatı kasaplığa indirgemeyin.
Yani kendi canıma mı kıymalıydım kendi kendimi resmetmek için? Kendimi
anlatacaksam elbette öyle. Ancak, herkeste olan kendiyi anlatacaksam herkeste
bir parçayı öldürmeliydim. Ve bu, oldukça zor olacaktı. Ben de hastanedeki 30
arkadaşı model olarak kullandım. Onlardaki kendiyi öldürecek, ve 30 kişi
aldığıma göre, bu öldürümü tüm dünya için geçerli sayacaktım.
Fakat şöyle bir sorun vardı: Hekimlerin sağaltımı, oldukça hızlı oluyordu.
İnsanlar, hastanede kendilerini bırakıyorlar ve bu duruma ‘iyileşme’ deniyor.
Elimi çabuk tutmalıydım ve yine çok kıpırdanan kendilerini öldürmem gerekiyordu
insanların. Ve bir yolunu bulmalıydım bunun. Hekimler nasıl ayırtediyordu ki
insanların kendiliğini? Onların sürekli yaptıklarından çıkartıyorlardı sanırım.
O zaman demek ki, kendi, o kadar değişmeyen bir şey. Değişmediğine göre
öldürmeye de gerek yok. Evet gerek yok.
İnsanların, bütün insanların kendini heykelledim. İç dünyalarını. Dışarıdan
görülmeyen yeraltılarını. Ama geçitleri vardır o kapının ve o şirin
sarmaşıkların altında etobur sarmaşıklar da bulunur her insanda. Bu sarmaşık
konusunu açmadım başhekime. Bahçedeki sarmaşıkları kaldırtabilirdi konuyu
açarsam. Oysa o sarmaşığa yuvalanan çeşitli böcekler ilgilendiriyordu beni o
aralar: Küçük boy işletmeleri heykelleyesim vardı.
Başhekimin hoşuna gitti kendi heykelim. Ama başhekim, başkalarına gösterirken
ısrarla ‘hasta heykeli’ diyordu. Bir anlam veremiyordum. Zaten kendi heykelinin
yanına yaptığım üç santimlik karafatma heykelini hiç görmedi bile.
“Bir de yanına hekim yap” dedi. Aldı beni bir korku. Nasıl bir şey olurdu ki?
Benim özlemim, hekim heykeltraşlaraydı, hekim heykellere değil. Heykel bir
hekim heykeltraş daha iyi karşılardı özlemimi. Ama böyle birini de bulamıyordum
ki heykelini yapmak için öldüreyim?! Zaten bir tanecik bile heykeltraş hekimle
tanışsaydım çok farklı olurdu herşey ve yokolanlar olurdu şu an varolanlar
arasında; varolanlar olurdu daha önce hiç varolmamış.
Birkaç kez denedim başhekimi öldürmeyi. Her keresinde mızıkçılık yapıyordu. Tam
tası vuracakken, heykeltraş hekim kılığından başka bir kılığa bürünüyor, “bir
şey mi oldu?” diye soruyordu. “Yok bir şey” deyip indiriyordum tası. Ama yok
işte. Böyle yürümüyordu. Bir heykeltraş hekim bulup cansızlaştırmalıydım onu.
Heykeltraş hekimlerle hekimlerin bacakları aşağı yukarı aynı olur. Bacaklarını
heykellemesi kolay. Zaten çoktan bitirdim o bölümü. Ama ya kolları ya bakışı dünyaya
ya ellerindeki nasırlar?! Bunlar bir hekimde olmuyor işte; bir heykeltraşta da
olmuyor. Heykeltraş hekimlerde oluyor yalnızca.
Başladığım birşeyi bitirmeden bırakmaktan nefret ederim. Ama belüstü için bir
heykeltraş hekim bulmalıyım. Diyar diyar dolaşmama yolaçabilir bu. Ama olsun en
azından neyi aradığımı biliyorum. Or’da bur’da gezmiyorum serseri mayın gibi.
Serseri mayın gibi, hayatın anlamına basıldığında, basanları patlatacak.
Yarım kalsın heykel bir süre. Sözümü tutacağım. Bir heykeltraş hekim bulunca
onu hemen orada cansızlaştırıp (bakın yine ‘öldürme’ demeyin, sanatçı
arkadaşlara ayıp oluyor!) vuracağım kendimi Elazığ’a; heykele kaldığım yerden
yeniden başlayacağım. Ama yok bulamazsam, öyle kalacak belüstü yokluklu heykel.
Siz insanların bana verdiği hasar, heykellere tarih boyunca verilen hasarlardan
farklı mı? Topraktan çıktıklarında kolu olan olmayan, burnu kopuk, yüzü silik.
Ya doğa ya tarihi organ kaçakçıları. Ne farkı var ha, ne farkı? 40 yıl geçti;
artık, tarihi bir heykel sayın yarım kalan heykeli ve haber verin bana
heykeltraş bir hekimle tanışırsanız. Çünkü onu cansızlaştırmam gerekiyor.
****
HEYKELTRAŞ KAÇINCA...
ELAZIĞ- Elazığ Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi’nde 44 yıldır
tamamlanmayan heykelin sırrı çözüldü. Başhekim uzman Dr. Mustafa Namlı, bir
hasta ile belden yukarısı yarım kalan doktor figürlerinden oluşan heykelin
öyküsünü şöyle anlattı: “1960-1961 yıllarında dönemin başhekimi Mutemet Yazıcı,
Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde tedavi gören heykeltıraş hastayı
heykel yapması için Elazığ’a getirmiş. Hasta, tedavi görürken, bir yandan da
heykel yapmış. Ancak aynı yıl hastaneden kaçmış. Hastayla ilgili resmi
kayıtlarımızda herhangi bir bilgi yok, ismini bilmiyoruz.” (aa)
Radikal, 11.02.2005, s.3
Kaynak: Gezgin, U. B. (2008). Gezgin Öyküleri (2001-2007) [Gezgin’s Stories]. Ho Çi Min Kenti, Vietnam, Mart 2008.
GEZGİN
ÖYKÜLERİ (2001-2007)
Ulaş
Başar Gezgin
Nasıl
Ad Bulacağım Bu Öyküye Şimdi... 2007
Döngü 2005
Yarım
Kalan Heykelin Yarım Öyküsü 2005
Fantastik 2005
“Günce
Yazmak İstedim Ama...” 2003
Bir
23 Nisan (29 Mart) Yazısı: İmza Kampanyasına Çağrı 2002
“Her
Mahalleye Bir...” 2002
Gözde 2001
İnsanat
Bahçesi 2001
Köşker
Kayıkçı 2001
Bedii
Halit Bey, Doçentlik Tezini Anlatıyor 2001
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder