Videolar

17 Aralık 2017 Pazar

YARIM KALAN HEYKELİN YARIM ÖYKÜSÜ (öykü)

YARIM KALAN HEYKELİN YARIM ÖYKÜSÜ

Ulaş Başar Gezgin


Beni yalnızca heykeltraş hekimler anlayabilir. Oysa şimdiye dek yalnızca heykeltraşlar ve hekimlerle karşılaştım. Ya heykeltraş ya hekimlerdi. Ya cansız malzemeden can yaratmayı ya da canlı malzemeyi onarmayı amaçlar böyleleri. Ama cansız malzemeyi onarmayı, canlı malzemeyi cansızlaştırmayı bilmezler. İşte ben tam da bunu yapıyorum. Ya da yapıyordum: Cansız malzemeyi, sözgelimi şu karşımda gördüğünüz masayı sık sık onarırım. Üstüne su döker, onunla uzun uzun söyleşirim. Masa kendini sunuyor biz insanlara. Doğuşundan ölüşüne kendi için yaptığı hiçbir şey yok. Yazıklanası da gelmiyor insanın. Yazıklanası da gelmiyor çünkü insanı insana kırdıranların da önünde masa oldu hep. Rahlelerde vermiyorlardı ya kararlarını bağdaş kurup, üniformaları içinde?!..
Ama bakın işte benim masam öyle değil; benim masam, sonsuz yaratım olanağı sunuyor bana. Yaratıyorum, yaratıyorum, yaratıyorum. Elbette yarattığımla kalmıyorum; yaratıyorum, yaratıyorum, can üfler gibi yapıyorum içlerine. Hemen hemen ayaklanıyorlar. Taşlar nasıl biraraya gelip canlanır?! İnanılır gibi değildi önceleri. Ama alın işte şu ‘Yaşsız Kadın Heykeli’ni üflememe kalmadı; yaşını soranlara, “bilmiim” deyiverdi. Bilmez elbet. Daha yeni üfledim. Ve söyleşmekliğim heykellerimle, delilikmiş. Dünyada topluca yapılan öyle çok delilik var ki. Ama hep bana gelince ‘delilik’ sayılıyor işte. Hekimler heykeltraş; heykeltraşlar hekim olsa böyle mi olurdu?! Ama ne oluyor: Okutuyorlar tıpçılara dalağı, ciğeri; okutuyorlar sanatçılara elbisenin kıvrımları nasıl yapılır taştan. Sonra ne oluyor?! Alın böyle oluyor işte. Sanki hepsi akıllı da bir ben deliyim.

Ha elbette, işin ikinci yönünü söylemeyi az kaldı unutuyordum: Canlı malzemeyi cansızlaştırmak. Bir kitap okumuştum ‘Suç ve Ceza’ diye. Etkilendim. Mahalledeki tefeci kadına yontu gereçlerimle saldır ha saldır, saldır ha saldır. Niye kızdınız?! Kaç hukuk öğrencisinin ah’ı vardı üstünde. Hem, bu tefeci kadının, uzaklardaki savaşlara akıttığı söyleniyordu çalıp çırptığı paraları. “Bir söylenti için adam öldürülür mü?” diyorsunuz değil mi?! Bir söylentiyle bir ülke, bir başkasını işgal edebiliyor ne haber?! Ona sözünüz yok mu? İşte bakın, yine bakın, bütün dünya akıllı, bir ben deliyim.


Kasaplara da bir şey demiyorsunuz. Ayıp oluyor ama. Üstelik yiyorsunuz etlerini. Ben bunu yapmam işte. Öldür; öldür; etinden, sütünden, herşeyinden faydalan. Ben en azından öldürüp bir yana bırakıyorum. O kadar saygım var cansız malzemeye. Sizin ‘canlı’ dediklerinize olmayabiliyor; o, ayrı..


Sonra “yemek için öldürdük” diyorsunuz ya da “inancımız bunu gerektirir” diyorsunuz. Ben de sanat için öldürüyorum ya. Sanat için soyunanlara bir şey demiyorsunuz da bana gelince neden?! Şöyle açsaydım bacaklarımı heykel yaparken; göğüslerimi taşa değdirseydim. Siz de gelip o açıdan bu açıdan çekseydiniz. Heyecanlandınız değil mi?! Böyle olsa daha iyi bir sanat olurdu değil mi?! Yine bakın bir ben deliyim, hepiniz akıllısınız.



Kaldı ki, ölmeden önce insanlar, modellikte çok sorun çıkartıyorlar: Sürekli kıpırdanıyorlar. En az kıpırdayanı, gözlerini açıp kapıyor. “Açma kapama” diyorum “kardeşim. Sanat yapıyoruz bur’da. Senin bir açışın bir kapatışınla dünyanın bütün heykelleri yıkılıyor.” Yok ama anlamazlar.


İşte temel sorunlardan biri de bu ya: Hareketi resmetmek bir hayli zor heykel dilinde. Bir heykel yapıyorum ama o insan, ama o işte gözlerini açıp kapatan namussuz insan. Sonra çıkıp atölyeden çıkıyor. Eee ne oldu şimdi? Yaşamında birkaç dakikayı resmettik sonuçta ve insan ömrü öyle öyle uzun ki birim olarak dakikayı alırsak. Yani efendim gündelik yaşamı resmedemiyoruz. İnsanların birkaç yapay dakikası neme gerekir.. Atladığım gibi sokaklarda aldım soluğu. Ama soluk bu, sürekli oluyor. Sokaklarda da sürekli bir hareketlilik. Ve hesap edemiyorum bir sonraki adımlarını. Bir yanımda kalıp bir yanımda dev bir kaya parçası. Taş değil, dikkat. Çünkü gündelik yaşamda o kadar çok ayrıntı var ki. Hepsini birkaç ölçek büyültüp bir tapınak kent kurmalı. Sabah sekiz koşuşturmacasını vermeli kaya parçaları. Bir büfe olmalı bir yanda. Arabalar olmalı. Gidebiliyor olmalılar. Ama bu nasıl olur ki kaya parçalarıyla. Raylı sistem gerekir belki. Ama evet işte buldum: Taş devri gibi olmalı. Arabaların taş tekerleri olmalı. Ama yo, o zaman yavaş giderler. Verememiş oluruz gündelik yaşamın hızını. Eee, zaten amaç hızı resmetmek değildi ki.


Asıl sorunu unutuyoruz!: Gökyüzü! Gökyüzünü nasıl resmedeceğiz sevgili heykel dostlar? Sen, işine koşan işçi! Heykelliğini bir yana bırak ve düşün şimdi. Gökyüzünü taştan mı yapacağız? Evet taştan olmalı. Ya peki tüm o güzel insanlar, heykel insanlar; umutlarını tümden yitirdiklerinde nerelere bakacaklar? Nerelere bakacaklar çünkü insanın malzemesinden değildir gökyüzü ve belki bunun için, evet belki bunun için rahatlatıcılığı gökyüzüne bakmanın.


Neden bu halde olduğumu soruyor hekimler; heykeltraş olmayan hekimler. “Ne varmış halimde” dedikçe, dedikçe; birşeyler yazıyorlar defterlerine. Bu toplumsal düzen benden, istemediğim heykelleri yapmamı istiyor. Onlara can üflediğim de düşünülürse, bunun bende bıraktığı hasar, anlaşılabilir. En son bir belediyede, belediye başkanının heykelini yapmamı istediler. Ama işte öyle kıpırdıyordu ki başkan, hele o yayılması yok muydu koltuğa; ağırlığı, koltukta sık sık oynamaktaydı. “Sakin ol” dedim, dinlemedi. “Bak oynama, tepemin attırdığın tasını başına geçirmeye zorlama” dedim, dinlemedi. O başkanmış da efendim, neyse parası verirmiş de, kıpırdarken de yapabilmeliymişim de, bana akademide bunu öğretmemişler miymiş de.. Gerisini söylemeye gerek yok: Aldığım gibi tası; kafasına bir geçirişim var. Ama sanıyorum, yaptığım, kötü birşeydi. Evet evet kötü bir şeydi. Tası o biçimde vurmamalıydım. Adamın kafa yarılınca heykeli yapması çok zor oldu. Heykelini yapmaya alışkın olduğum bir kafa değildi yani. Ama olsun. Şimdi beni geliştirdiğini düşünüyorum. Yarılmış kafaları da resmedebiliyorum artık. Ve böyle bir dünyada, yani beş çocuktan birinin savaşlarda kafasının yarıldığı bir dünyada, bu yetisi gelişmemişse bir heykeltraşın; ancak ölü doğa çalışabilir. Ölü insan da önemli bir uzmanlık işi bu aralar.


Beni kandırdılar: Amaçları, bir hastayla bir hekimin heykellerini yaptırmakmış bana. Başhekim özür dilemişti. “Sana bugüne kadar haksızlık ettik” demişti. “Seni Elazığ’a göndereceğiz. Orada heykel yapman için koca bir bahçe verilecek.” Ben de o sevinçle, o hafta, bahçede bulduğum çakıl taşlarını toplamadım. Topluyordum çünkü küçük ölçekli çalışmalar da düşünüyordum. Örneğin, ben bir sinir hücresini resmedemeyeceksem; bir terliksi hayvanı resmedemiyorsam.. Evet evet bu haksızlık olur. İnsan dışındaki hayvanlara da haksızlık olur; insanı var eden küçümen çalışkanlara da. Yani sinir hücrelerine. Çakılları bundan topluyordum ama o hafta toplamadım.


Gittim, güzel bir bahçeydi. Çok çakıllıydı ama kısa sürdü, o çakılları yalnızca benim gördüğümü anlamam. Çünkü insanlar hep büsbüyük şeylere bakıyorlardı ve bunun için Elazığ’daki başhekim, benden beyni ya da omuriliği heykellememi değil de kendimi resmetmemi istedi. Evet, yanlış duymadınız. Ben de yanlış duymamıştım. Bana bir hastayı heykelleyeceğim ilk başta söylenmemişti.


Kendini resmetmek?! Büyük bir işti. Düşünsenize, kendiyi mi heykelleyeceksiniz? Hani herkeste olan o kendiyi. Çünkü kamusal alana çıkacak bu yapıt. Kendimi herkese açmak çok riskli olabilir. Herkeste olan kendi, daha iyi olabilir. Ama şekli şemali ne olacak ki?


Ha bir de şu  vardı elbet: Kendimi heykellemek demek de neyin nesi oluyor? Ben ki, insanların size azıcık gelen kıpırdamasından bile huylanıp cansızlaştırıyorum onları tasla vurarak. Hayır lütfen ‘öldürmek’ sözcüğünü kullanmayınız. Kullanmayınız efendim. Siz gündelik dille sanat yapıyorsunuz, olmuyor. Ben kasap mıyım? Değilim. Ben işgal ordusu muyum? Değilim. Onlar öldürüyor, ben cansızlaştırıyorum. Lütfen sanatı kasaplığa indirgemeyin.


Yani kendi canıma mı kıymalıydım kendi kendimi resmetmek için? Kendimi anlatacaksam elbette öyle. Ancak, herkeste olan kendiyi anlatacaksam herkeste bir parçayı öldürmeliydim. Ve bu, oldukça zor olacaktı. Ben de hastanedeki 30 arkadaşı model olarak kullandım. Onlardaki kendiyi öldürecek, ve 30 kişi aldığıma göre, bu öldürümü tüm dünya için geçerli sayacaktım.


Fakat şöyle bir sorun vardı: Hekimlerin sağaltımı, oldukça hızlı oluyordu. İnsanlar, hastanede kendilerini bırakıyorlar ve bu duruma ‘iyileşme’ deniyor. Elimi çabuk tutmalıydım ve yine çok kıpırdanan kendilerini öldürmem gerekiyordu insanların. Ve bir yolunu bulmalıydım bunun. Hekimler nasıl ayırtediyordu ki insanların kendiliğini? Onların sürekli yaptıklarından çıkartıyorlardı sanırım. O zaman demek ki, kendi, o kadar değişmeyen bir şey. Değişmediğine göre öldürmeye de gerek yok. Evet gerek yok.


İnsanların, bütün insanların kendini heykelledim. İç dünyalarını. Dışarıdan görülmeyen yeraltılarını. Ama geçitleri vardır o kapının ve o şirin sarmaşıkların altında etobur sarmaşıklar da bulunur her insanda. Bu sarmaşık konusunu açmadım başhekime. Bahçedeki sarmaşıkları kaldırtabilirdi konuyu açarsam. Oysa o sarmaşığa yuvalanan çeşitli böcekler ilgilendiriyordu beni o aralar: Küçük boy işletmeleri heykelleyesim vardı.


Başhekimin hoşuna gitti kendi heykelim. Ama başhekim, başkalarına gösterirken ısrarla ‘hasta heykeli’ diyordu. Bir anlam veremiyordum. Zaten kendi heykelinin yanına yaptığım üç santimlik karafatma heykelini hiç görmedi bile.


“Bir de yanına hekim yap” dedi. Aldı beni bir korku. Nasıl bir şey olurdu ki? Benim özlemim, hekim heykeltraşlaraydı, hekim heykellere değil. Heykel bir hekim heykeltraş daha iyi karşılardı özlemimi. Ama böyle birini de bulamıyordum ki heykelini yapmak için öldüreyim?! Zaten bir tanecik bile heykeltraş hekimle tanışsaydım çok farklı olurdu herşey ve yokolanlar olurdu şu an varolanlar arasında; varolanlar olurdu daha önce hiç varolmamış.


Birkaç kez denedim başhekimi öldürmeyi. Her keresinde mızıkçılık yapıyordu. Tam tası vuracakken, heykeltraş hekim kılığından başka bir kılığa bürünüyor, “bir şey mi oldu?” diye soruyordu. “Yok bir şey” deyip indiriyordum tası. Ama yok işte. Böyle yürümüyordu. Bir heykeltraş hekim bulup cansızlaştırmalıydım onu. Heykeltraş hekimlerle hekimlerin bacakları aşağı yukarı aynı olur. Bacaklarını heykellemesi kolay. Zaten çoktan bitirdim o bölümü. Ama ya kolları ya bakışı dünyaya ya ellerindeki nasırlar?! Bunlar bir hekimde olmuyor işte; bir heykeltraşta da olmuyor. Heykeltraş hekimlerde oluyor yalnızca.


Başladığım birşeyi bitirmeden bırakmaktan nefret ederim. Ama belüstü için bir heykeltraş hekim bulmalıyım. Diyar diyar dolaşmama yolaçabilir bu. Ama olsun en azından neyi aradığımı biliyorum. Or’da bur’da gezmiyorum serseri mayın gibi. Serseri mayın gibi, hayatın anlamına basıldığında, basanları patlatacak.


Yarım kalsın heykel bir süre. Sözümü tutacağım. Bir heykeltraş hekim bulunca onu hemen orada cansızlaştırıp (bakın yine ‘öldürme’ demeyin, sanatçı arkadaşlara ayıp oluyor!) vuracağım kendimi Elazığ’a; heykele kaldığım yerden yeniden başlayacağım. Ama yok bulamazsam, öyle kalacak belüstü yokluklu heykel. Siz insanların bana verdiği hasar, heykellere tarih boyunca verilen hasarlardan farklı mı? Topraktan çıktıklarında kolu olan olmayan, burnu kopuk, yüzü silik. Ya doğa ya tarihi organ kaçakçıları. Ne farkı var ha, ne farkı? 40 yıl geçti; artık, tarihi bir heykel sayın yarım kalan heykeli ve haber verin bana heykeltraş bir hekimle tanışırsanız. Çünkü onu cansızlaştırmam gerekiyor.    




****
HEYKELTRAŞ KAÇINCA...
ELAZIĞ- Elazığ Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi’nde 44 yıldır tamamlanmayan heykelin sırrı çözüldü. Başhekim uzman Dr. Mustafa Namlı, bir hasta ile belden yukarısı yarım kalan doktor figürlerinden oluşan heykelin öyküsünü şöyle anlattı: “1960-1961 yıllarında dönemin başhekimi Mutemet Yazıcı, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde tedavi gören heykeltıraş hastayı heykel yapması için Elazığ’a getirmiş. Hasta, tedavi görürken, bir yandan da heykel yapmış. Ancak aynı yıl hastaneden kaçmış. Hastayla ilgili resmi kayıtlarımızda herhangi bir bilgi yok, ismini bilmiyoruz.” (aa)
Radikal, 11.02.2005, s.3         


Kaynak: Gezgin,  U.  B.  (2008).  Gezgin  Öyküleri  (2001-2007) [Gezgin’s Stories]. Ho Çi Min Kenti, Vietnam, Mart 2008. 



GEZGİN ÖYKÜLERİ (2001-2007)

Ulaş Başar Gezgin
                       
Nasıl Ad Bulacağım Bu Öyküye Şimdi...       2007   
Döngü 2005   
Yarım Kalan Heykelin Yarım Öyküsü            2005   
Fantastik         2005   
“Günce Yazmak İstedim Ama...”       2003   
Bir 23 Nisan (29 Mart) Yazısı: İmza Kampanyasına Çağrı    2002   
“Her Mahalleye Bir...”            2002   
Gözde 2001   
İnsanat Bahçesi           2001   
Köşker Kayıkçı           2001   
Bedii Halit Bey, Doçentlik Tezini Anlatıyor  2001   


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder