Videolar

2 Aralık 2017 Cumartesi

Pırıltı (1997) - İlk Anlatılar Kitabından

PIRILTI (1997)


            - Şimdiden söyliyim de şaşırma. Bizim otobüs saatte bir gelir. Ankara’da yaşaya yaşaya unutmuş olabilirsin, İstanbul’un otobüsleri çok dolu olur. Ama adamlar yine de kalkmazlar. Yani şu şoförlerden bahsediyorum. İşin yoksa yarım saat otur da, ‘reality show’ izliyormuş hissine kapıl, o felaket öykülerini dinlerken...

            - Ne öyküsü üstat?
            - Sürpriz olsun...

*          *          *

"Kısa saçlı gençle uzun saçlısı, otobüse bindiler. Kısa saçlının uzun süredir buralarda olmadığı anlaşılıyordu, öğrenci biletini atarken şoförün yüzünü şöylecene bir süzdü. Pasosunu göstermek zorunda kaldı doğal olarak... Arkalara doğru bir yerlere oturdular otobüste:

            - Hani otobüs kalabalık oluyordu üstat?
            “Belki de sırf öyküyü kurgulayayım diye sana yalan söylemişimdir.” dedi içinden. Sonra zaman kazanmak için:

            - Anlıyamadım dostum, dedi.

Otobüs yavaş yavaş dolmaktaydı.

            - Otobüs hiç de kalabalık değil...
            - İstisnalar kaideyi bozmaz, (aslında öyle bir bozardı ki) bu saatlerde boş olduğunu unutmuşum.

            Birden, yolcuların arasından 6 yaşında ya var ya yok, kahverengi kirli saçlarıyla, kışlık yeleği ve yerleri süpüren eteğiyle - önlük giymemişti, çünkü yaz tatiline girmişti okullar, ne tatil ne tatil - küçük bir kız çocuğu gördüler. Küçük kız makineli tüfek gibi sıralıyordu özyaşamöyküsünü...

            “Teyzelerim, amcalarım; ben beş yaşında...”
            - Bir gün onun öyküsünü yazacağım...
            - Umarım, benle konuştuğun şekilde yazmazsın.
            - Biraz açar mısın son söylediklerini...
            - Vapurdan indiğimizden beri, kullandığın kelimelere dikkat ediyorum da, içlerinden kulağımı tırmalayanlarını saymam gerekirse: Şoför, reality show, sürpriz...

Sözünü kesti:
            - Bu saydıkların, yabancı kökenli oldukları için mi kulağını tırmalıyor?
            - Evet..
            - Ona bakarsan, ‘anti-elitist’ de öyle ama işe yarıyor. Birey, yabancı kökenli kelimeleri anlıyor ve kullanıyorsa, o kelimeler yabancı değildir artık. Bireyin evrenine dahil olmuştur...

            İçinden  devam etti: “Ne yaptığının farkında mısın, öykü yerine makale yazdıracaksın bana neredeyse.”

            - Kesin kararlı mısın onun öyküsünü yazmak konusunda?
            - Evet.
            - Peki, sence güzel olacak mı?
            - Güzel olması pek de bana bağlı bir şey değil.

            Bu soruyu laf olsun diye sormuştu. Tarkan’ın imalı cevabını duymadı, çünkü Tarkan’ın sözü bittiğinde Fatih’in ne söyleyeceği belliydi:

            - Geçende mitoloji hocamız - ne alakaysa - şöyle bir soru sordu: Güvenpark’ta küçük bir çocuk, hatta küçücük bir çocuk gördünüz; ne yapardınız?
            - Sınıftakiler ne dedi?
            - Kimisi “kafamı çevirir giderim” dedi; kimisi “derslerime çok çalışıp (burda gülmeye başladı) zengin olurum, kazandığım parayla çocuk yuvası kurar, onu da oraya yerleştiririm” dedi. Bir diğeri “cebimdeki tüm parayı verir; o gün üniversiteye yürüyerek giderim” dedi. Sen olsan nasıl cevaplardın bu soruyu?
            - “Devrim yapardım” derdim.  Sen konuşmuşsundur muhakkak...
            - Ben de buna benzer birşeyler söyledim.
            - Peki hoca ne dedi?
            - “Doğru cevaba yaklaştın” dedi. “Adamın biri, onların öyküsünü yazdığından beri, kibritçi kızlar da işsizlik sigortasından yararlanabiliyor.”
            - Çok güzel bir yanıt, ama o öyküyü bizim buralarda henüz yazmamışlar demek ki...
            “Allah rızası için...”
            - Herşeyin başı eğitim, öyle değil mi üstat?

            Birden irkildi Tarkan, neyse ki Fatih farketmedi bunu... İrkildi çünkü, halkına ne kadar yabancı olduğunu hissetti. Dilenci(,) küçük bir kız çocuğunu anlatmayacak kadar uzaktı halkına.

            - Hayır, dedi. Fatih bu tepkiyi beklemiyordu:
            - Hayır... Kolayına geldiği için böyle diyorsun. Sonunda okulunu bitirip ne olacaksın? Bu geçim sıkıntısında o çok bahsettiğin eğitim seferberliğine bir devlet okulunda başlamayacaksın herhalde... Tut ki o kadar da idealistsin, devlet okulunda başladın ve sonuna kadar devam ettin; ya bu küçük kıza kim eğitim verecek?
            - Ya sen, farklı mı olacaksın benden, okulu bitirdiğinde?

Fatih, çok şaşırmıştı... Hem Tarkan’ın sözlerine, hem de ağzından birdenbire çıkan kendi sözlerine. Kısa bir sessizlik oldu. Tarkan anladı ki; onun bunalımı kendisininkini besliyor ve de tam tersi... Ortamı yumuşatmak istedi:

            - Ben en azından onun öyküsünü yazacağım...

Fatih sinyali aldı ve Tarkan’dan kaçırmış olduğu gözlerini tekrar gözlerine yöneltti:

            - Bu ufak konuşmamızdan sonra herhalde beni de öyküne dahil edersin...
            - Tabii ki, kameraya bak...
            - Hah ha ha. Sürprizin bu muydu?
            - İlk başlarda ben de öyle sanmıştım. Sürprizimi bir gün tekrar bu otobüse bindiğinde öğreneceksin...
            - Ne demek bu?
            “Allah rızası için... en azından bir sakız alın...””

*          *          *

            “İşte böyle sayın yolcular. Benim dilencilik yapmamın sebebi; anamın, babamın  yatalak olması değil. ‘Bir kısım medya’nın ortaya attığı gibi dilencilik mafyasının zoruyla da yapmıyorum bu işi. 8 yıl için ne bağışlar yapıyorsunuz, bense sizden bir gün için bağış istiyorum... Çok bi şey mi istiyorum...”

            Tarkan çantasını açtı, kitaplarını çıkardı:

            “Hem ben ne sakız ne şeker satıyorum. Sözümü tuttum ve onun öyküsünü yazdım, yazık ki o ve onun gibiler yani artık benim gibiler, okudu sadece. Kabul ediyorum ki öykücülük de bir tür dilenciliktir. “Bak bende ne cevherler var” demek istersiniz öykünüzü okurken birileri. Kimileri buna narsisizm gibi bi şeyler diyorlardı sanırım. Peki sorarım size; ben dilenci oluğum için mi dilenciyim yoksa öykücü olduğum için mi?”

            Tarkan’ın cebi doldu. Yolcular sıkılmadılar yol boyunca. Tarkan, tam inerken otobüsten; son bir kez arkalara baktı. Fatih’le oturdukları sıraya... Orada uzun saçlı bir genç oturuyordu. Kulağında kulaklığıyla Tarkan’ın sözlerini duymamışa benziyordu. Zaten otobüste Tarkan’ın kitabını tek satın almayan oydu. Kendinden utanıyor olacak, ne zaman bir dilenci görse kafasını başka yöne çevirirdi. Genç, kazara Tarkan’a baktı. Göz göze geldiler. Tarkan, o gözlerde çok tanıdık bir pırıltı gördü. Fakat hatırlayamadı. Tarkan, otobüsten indi. Otobüs kalktı.

            Bir-iki dakika sonra hatırladı o pırıltıyı. Fatih’le o gün otobüse binmişlerdi. Tarkan, onun öyküsünü yazmaya karar verdiğinde; o küçük kıza aynı pırıltıyla bakmıştı.

                                                                                                                                                                                                13.09.1997

Kaynak: Gezgin, U.B. (2017). İlk Anlatılar: 90’lardan Kısa Romanlar ve Öyküler.




İLK ANLATILAR: 90’LARDAN KISA ROMANLAR VE ÖYKÜLER

Ulaş Başar Gezgin

İçindekiler

Gül Ekmek (kısa roman/uzun öykü) - 1997
     Şafak Yitimi
     Işıl Işıl Gözler ve Yumruklaşmış Eller
     Behey Lorke, Delilo, Lehanım
     Yanlış Anlamayın
     Bugün... Peki Ya Sonrası?

Dört Yürek Bir Roman (uzun öykü/kısa roman) (1997-1999)
     Kediler ve İnsanlar
     Bir Şerefsiz Doğuyor
     Kadın Özgürleşmişti Artık
     Yargı, Yargılanmıyordu Henüz
     Bir Büyüğe Danışmak
     Özgürlük Kapanı

3 Öykü
            Pırıltı - 1997

            Havasızlıktan Ölmek - 1997

            Orada - 1999   


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder