Videolar

17 Aralık 2017 Pazar

Çokkültürlü Toplum için Kültürlerarası Psikoloji

Çokkültürlü Toplum için Kültürlerarası Psikoloji (*)

Ulaş Başar Gezgin 


Çokkültürlü bir toplumun oluşturulması ve sürdürülebilir bir nitelik kazanması açısından, kültürlerarası psikoloji, önemli bilgi ve beceriler sunuyor. Kültürün insan psikolojisi üstüne etkilerine odaklanan kültürel psikolojinin ötesine geçen kültürlerarası psikoloji, en az iki kültürün ele alındığı bir bilgi pratiği olarak karşımıza çıkıyor.

Kültürlerarası psikolojinin temelinde, kültür, ırk, etnisite, ulus, dinsel bağlılıklar, kültürlerarası duyarlılıklar, gelenekçi toplum, çağdaş toplum, yerli psikolojisi, biz-merkezcilik ve ben-merkezcilik, çokkültürlülük vb. gibi kavramlar var. Elbette, kültürlerarası psikoloji, bu kavramların tanımlarına fazlasıyla bağımlı. Bu kavramları birarada tutan yaklaşımlar da (örneğin, evrimsel yaklaşım, toplumbilimsel yaklaşım, ekokültürel yaklaşım, kültür karışımı yaklaşımı, bütüncül yaklaşım vb.) farklı sonuçlar doğurabiliyor. En sık anılan çalışmalardan biri ise, kültürleri, 5 boyut üzerinden sınıflandıran Hofstede çalışması. Bu boyutlar, şöyle: Bireyci-toplulukçu, dişil-eril, yüksek güç uzaklıklı-düşük güç uzaklıklı, belirsizlikten kaçınan-belirsizliğe alışkın, ve uzun erimli düşünen-kısa erimli düşünen.

Kültürlerarası psikolojinin geniş bir yöntem paletine sahip olduğu söylenebilir. Değişik kültürlere ölçek uygulayıp bunların sayısal karşılaştırmasını yapan çalışmalar yanında, odak grubu ve söyleşi gibi nitel çalışmalar da bulunuyor. Bu karşılaştırmalarda, kulağa küpe olması gereken bir sonuç, şu: Tüm kültürler, birbirine benzer ve aynı zamanda, birbirinden farklıdır. Sözgelimi, Türk kültürü ile Yunan kültürü arasında benzerlikler de bulabiliriz farklılıklar da. Aslında, bu ikisinden hangisinin ağır basacağını belirleyecek olan, karşılaştırma yapma nedenimiz.

Kültürler arasında karşılaştırma yaparken, eleştirel bakış, olmazsa olmaz. Eleştirel bakış olmadığında, karşılaştırmalar, kalıpyargılara, önyargılara ve ayrımcılığa yol açabiliyor. Bir kere, dil, çok önemli. ‘Ötekiler’in tanımlanış biçimi, onlar üstünde en başından bir iktidar kuruyor. Bunun sorgulanması gerekiyor. Kaçınmamız gereken bir diğer yanılgı, ‘Barnum ifadesi’ olarak adlandırılan “herkese uyan ifadeler”. Örneğin, “Türkler mutlu olmak istiyor” gibi bir ifade, başka özneler için de geçerli. Bu tür ifadeler, bize kültürlerle ilgili bir bilgi vermemiş oluyor. Bunlar, ‘kültürel bir totoloji’ olarak da adlandırılabilirler. Burçlarda, sık sık, bu tür ifadeler kullanılıyor (örneğin, “sen kimi zaman, çok arkadaş canlısısın; kimi zamansa, yalnız kalmak istiyorsun” vb.) (bkz. Gezgin, 2007).

Bir diğer yaygın yanılgı, benzeştirme (asimilasyon) yanılgısı. İnsan aklı, büyük oranda, şemalarla çalışıyor. Karşımıza yeni bir örnek geldiğinde, ya onu kafamızdaki şemaya benzetiyoruz (benzeştirme yanılgısı) ya da –nadiren de olsa- kafamızdaki şemayı bu örneği de kapsayacak biçimde uyarlıyoruz. İnsan aklı, tembel; ne kadar az şema olursa, dünya, o kadar anlaşılır geliyor. Böyle olunca, karşımızdaki örneğin bizim bakışımız nedeniyle mi aklımızda öyle kaldığı gibi bir soru, önem kazanıyor. Örneğin, kafamızdaki algının şu olduğunu düşünelim: “İtalyanlar, çok geveze”. Bir yerlerden bu algıyı edinmişiz. Belki arkadaşlardan, belki ikinci ağız anlatımlarından, belki medyadan ya da hepsinden... Ve şimdi, karşımızda, konuşkan olmayan bir İtalyan var. Bu İtalyan, çok içine kapanık. Bu durumda, insan aklı, şunları düşünebiliyor: “Karşımdaki o kadar da İtalyan değil. Uzun süre, Türkiye’de kaldığı için tam olarak İtalyan gibi davranmıyor.” ya da “Konuşacak fazla vaktimiz olmadı. Yoksa, biraz daha uzun zamanımız olsaydı, bu İtalyan da açılırdı. Çünkü İtalyanlar, gevezedir” ya da “Bu ne biçim İtalyan?! İtalyan dediğin, böyle asık suratlı olur mu?!” ya da “Bu İtalyan, Roma’danmış; Roma, büyükşehir olduğu için; bu İtalyan, milli özelliklerini yitirmiş” vb. Diğer bir seçenek ise, bu örnekten hareketle, her İtalyan’ın geveze olmadığını düşünmeye başlamaktır. Oysa, birinci seçenek, çoğunlukla daha çekici geliyor. Bu nedenle, bu ‘benzeştirme yanılgısı’ olarak adlandırılan yanılgıya karşı uyanık olmak gerekiyor. Bununla çok ilişkili bir yanılgı, temsil yanılgısı. Karşınızdaki kişinin geldiği kültürü ne kadar temsil ettiği de sorgulanmayı gerektiriyor. ABD’de ve başka ülkelerde, “burada binbir milletten insan yaşıyor. Bir sürü kültürü burada deneyimliyoruz” diyenler, aslında, o kültürlerin ortalama temsilcileriyle karşı karşıya gelmemiş oluyor. Bu, Avrupa’daki ya da Vietnam’daki dönerin Türkiye’deki dönerden tat ve sunum olarak farklılaşmasına benziyor. Bununla ilişkili olarak ele alınması gereken bir diğer yanılgı, bulunurluk yanılgısı. Burada, İtalyanların geveze olup olmadığı sorusunu, tanıdığımız İtalyanlar üstünden yanıtlamaya çalışıyoruz. Bu, kuşkusuz, yanlış. Çevremizdekiler, ortalamadan farklı olabilir. Kaldı ki, sanki bir özneymişçesine türdeşleştirilen kültürü, kişiler düzeyinde incelediğimizde, kişilik farkları baskın çıkabiliyor.

Bir diğer yanılgı, dış-grup türdeşliği eğilimi. Bu yanılgıda, insanlar, ‘biz’ diye tanımladıkları grupların dışında kalanların kendi aralarında birbirlerine çok benzediğini düşünüyorlar. Örneğin, “hepsi solcu (ya da sağcı ya da İslamcı vb.); hepsi, aynı fikirde” ya da “Doğulular, hep birbirine benziyor”. Bunun algısal bir yansıması, Asyalıların Asyalı olmayan yüzleri, Asyalı olmayanların ise Asyalı olan yüzleri ayırt etmekte yaşadığı zorluk. Türkiye’de kaybolan Japon turist için her yere asılan “kayıp aranıyor” duyurularına bir karşılık olarak, her Asyalı gördüğünde, “Japon turisti gördüm” diyerek polisi arayan onlarca, yüzlerce Türkiyeli, bunun bir yansıması.  

Üç yanılgıdan daha sözederek, bu yanılgılar konusunu şimdilik kapatabiliriz. Birincisi, temel yüklemleme yanlışı. Bu, insanların, çevresel etmenleri unutup karşılarındaki bireye gereğinden fazla özne olma rolü biçmesine karşılık geliyor. İkincisi ise, kendini doğrulayan kehanet. “Kırk kere söyleyince olur” misali, bir etnik gruba, değişik toplumsal kurumlar, “sen hırsızsın” diyerek o grubu hırsızlaştırabiliyor. Üçüncüsü, doğallaştırma yanılgısı. Bu, olanla olması gereken arasındaki çizginin bulanıklaşması sonucu oluyor. Bu “herkes yapıyorsa doğrudur; doğruysa iyidir” biçimindeki düşünceyi Tevfik Fikret, yıllar önce reddetmişti: “Hak bellediğin yolda yalnız gideceksin”... Yanılgı ve yanlış örnekleri daha da arttırılabilir.

Kültürlerarası psikolojinin çalıştığı bir diğer konu, zeka ve kültür ilişkisi. Psikolojinin gündemini, uzun süre, başka kültürlerden gelen çocukların egemen kültüre dayanan zeka testleriyle ‘düşük zekalı’ ilan edilmesi ve eğitimde ve toplumun katlarında ilerlemelerine böylece engel olunması meşgul etti. Ancak, bu konu, daha çok, Amerika’daki göçmen çocukları bağlamında tartışıldı. Türkiye’de etnik gruplar bağlamında yeni yeni tartışılan bu konu, Türkiye özgülünde daha çok incelenmeyi hak ediyor. Konunun, Mart 2013’te TBMM’ye taşınması yoluyla, yavaş yavaş kamuoyu oluşturulması, umut vaadediyor (bkz. Evrensel, 13 Mart 2013). ABD’de çeşitli etnik gruplardan çocukların eğitim başarı(sızlık)larını karşılaştıran çok sayıda çalışma var. Türkiye’de ise, üniversiteye giriş sınavı başarısının illere göre dağılımından, bu karşılaştırma için ipuçları çıkmış oluyor. En düşük sonuçların olduğu iller, sondan başa şöyle: Hakkari, Şırnak, Ardahan, Mardin, Van, Şanlıurfa, Muş, Ağrı, Diyarbakır, Bingöl, Kars, Iğdır, Adıyaman, Siirt, Batman ve Bitlis (Güçlü, 2013). Kuşkusuz, burada, sınıfsal etmenlerin ve 30 yıllık savaş koşullarının da gözden kaçırılmaması gerekiyor.

Bir başka konu, kültürler ve duygular. Bu konuda, iki farklı görüş var: Evrenselciler, duyguların kültürlerüstü evrensel ortaklıklarına vurgu yaparken; görececiler, duyguların kültürden kültüre olan farklılaşmasına odaklanıyor. Birinciler, duyguları, çoğunlukla, bedensel bir tepki olarak görürken; görececiler, toplumsal bir tepki olarak görüyor. Araştırmalarda, bu iki görüşten, sık sık birarada yararlanılıyor. Örneğin, bir yandan, tüm kültürlerde, her bir temel duyguya karşılık gelen 6 ortak yüz ifadesi (mutlu, üzüntülü, şaşırmış, korkmuş, iğrenmiş ve öfkeli) olduğuna dair çokça çalışma varken; bir yandan da, belli bir duygunun bir kültürdeki yeri üstüne çalışmalar da bulunuyor. Kültürler, ayrıca, duyguların gösterilip gösterilmemesinde, gösterilme biçiminde, ortama uygun duygusal tepkilerde vb. farklılaşıyorlar. Cinsel davranışlarda da (cinselliğin sergilenmesi, evlilik öncesi ve evlilik dışı cinsel ilişki, eşcinsellik, bakirelik, görücü usulüyle evlenme, kaçgöç vb.) kültürel farklılıklar var. Bu kültürel farklılıkları, ‘kültürel çeşitliliğe destek’ adı altında değişmez ve özsel bir biçimde kabul etmek, insan hakları düşüncesinin evrensel niteliğiyle çelişebiliyor.

Kültürlerarası karşılaştırmalarda en ilginç konulardan biri, çocuk yetiştirme pratikleri. Bu pratiklerde, etnik ve dinsel farklar yanında, yöresel ve sınıfsal farklar da göze çarpıyor. En temelde, kültürleri, yabancılara çocuk sevdiren (Türkiye, Vietnam, Hindistan vb.) ve yabancıların çocuk sevmesini taciz sayan (AB(D) vb.) kültürler olarak bölebiliyoruz. Çocuğa biçilen roller, çocuk için yapılan törenler (örneğin, vaftiz; kırkıncı gün gelenekleri; gelecekteki mesleğini belirlemek için önüne her bir mesleği temsil eden bir nesne koyup hangi nesneye ilgi duyduğunu gözlemleme (örneğin, kalem, para, pirinç vb.) vb.), çocuğa şiddet uygulamanın olağan karşılanma(ma)sı, çocuğa veril(mey)en değer, çocuk işçiliği, çocuğa aşılanan yarışmacılık ve bencillik ya da tam tersi, bağlanma biçimleri vb., incelenmeye değer konular. Bu konular çalışılırken, çalışmaları dünyada eğitim sistemine büyük etki etmiş gelişim psikologları Erik Erikson, Jean Piaget, Lawrence Kohlberg vd.’nin kavramsal çerçeveleri, genel olarak kullanışlı sayılabilecekken; aslında, bunlar, eleştirel bir süzgeçten geçirilerek özgül örnekler için uyarlanmayı da gerektiriyor. Öne çıkan iki yaklaşımdan biri, çocuklukta yaşadıklarımızdan kaçmamızın olanaksız olduğunu, çocukluğun yetişkinliğimize daha sonra değiştirilemez bir biçimde etki ettiğini söylerken; diğeri, “çocuklukta ne yaşadıysak çocuklukta kaldı. Yetişkinler olarak, kendimizi değiştirmek, bizim elimizde” diyor. Yaşlılara bakış da, dikkate değer bir konu.

Bir başarı kazandık, neye bağlarız? Bir yenilgi aldık, neye bağlarız? Diyelim ki bir sınavda kaldık. İçsel (benden kaynaklanan bir durum. Örneğin, “ben tembelim”), dışsal (dışarıdan kaynaklanan bir durum. Örneğin, “sınav, zordu”), özel (yalnızca şuanki duruma özgü bir açıklama. Örneğin, “hoca, bana taktı”), genel (tüm durumları içeren bir açıklama. Örneğin, “benden bi’ cacık olmaz”) ve olumlu, olumsuz yorumlar yapmamız, olası. Yaygın eğilim, başarıyı kendimize ve genel bir duruma bağlamamız (örneğin, “ben zekiyim”); başarısızlığı ise, dış etkenlere ve özel bir duruma bağlamamız (örneğin, “bu sınavda çok konu vardı; ondan zayıf aldım; diğerlerinde daha az konu olacak”). Bunda da kimi kültürel farklar var. Ayrıca, ‘yüklemleme kuramı’ olarak adlandırılan bu çerçevenin siyasal konulara uygulanması, çok kolay. Kadercilik, umursamazlık, öğrenilmiş çaresizlik gibi durumlar, bu modelle açıklanabiliyor. “Dünya adil bir yerdir” varsayımına dayanan mağduru suçlama halleri de dikkate alınmalı. Biz, birisinin kolu kırıldığında, “kolunu kırmış” diyoruz; birisinin bilgisayarı çalındığında, “bilgisayarını çaldırmış” diyoruz. Bu basit örneklerdeki mağduru suçlama hallerinin siyasal ölçekte daha çarpıcı örnekleri var. Bu noktaya eklemlenebilecek bir diğer konu, itaat kültürü. Bu sözde (‘itaat kültürü’), ‘kültür’ün etnik yanı olmayan ikinci bir anlamını görüyoruz. Dünyada, birçok çatışma örneğinde, savaşan tarafların zamanla birbirine benzediğini ve “bir hiyerarşiye karşı çıkacağım” derken, itaat kültürü üstünden kendi hiyerarşisini yarattığını görüyoruz. Bunun için, ünlü hapishane (Zimbardo) ve elektro-şok (Milgram) deneyleri anılabilir. Grup davranışı açısından, toplumsal tembellik (grup olarak çalışırken, grup üyelerinin “başkası yapıyor zaten” diye kaytarması sonucu verimin düşük olması. Bu, daha çok, bireyci toplumlarda görülüyor), toplumsal kolaylaştırma (toplumsal tembelliğin tam tersi. Toplulukçu toplumlarda görülüyor. Tek başınayken verimli olamayan insanlar, grup halinde başarıdan başarıya koşuyor.) ve sorumluluk dağılımı (çok kişinin tanık olduğu bir duruma (örneğin, adamın sokak ortasında eşini dövmesi) az kişinin tanık olduğu bir duruma göre daha az müdahale edilmesi) gibi konular da, kültürlerarası karşılaştırmalar bağlamında incelenebiliyor. Yarışmacılık da, dayanışmacılık da, kültürel. Kuşkusuz, bu döküme eklenebilecek nice çalışma ve nice kavram var.    

Kültürlerarası psikolojinin uygulama alanları, çokkültürlü toplum yapısıyla çoğunlukla çakışıyor. Bu bilgi dalı, en çok, göçmenler ve mültecilerle çalışanlar için yararlı oluyor. Bir diğer uygulama alanı, uluslararası şirketler. Buralarda, psikoloji bilgisi, motivasyonu arttırarak verimi yükseltmek gibi sermaye düzeninin ulvi amaçları için kullanılıyor. Çokkültürlü toplumsal kurumların oluşumunda (eğitim, hukuk, yerel yönetimler, medya vb.) kültürlerarası psikoloji, kültürel duyarlılık noktalarını öngörmek ve empati gibi temel iletişim becerilerini güçlendirmek açısından, olmazsa olmaz. Kuramda evrensel olan insan hakları düşüncesi, dünyaya indiğinde, kültürlerarası psikolojinin ürettiği bilgiyle harmanlandığı sürece başarılı oluyor.

“Çokkültürlü bir toplumun oluşumunda, eşitlikçilik mi gözetilmeli; yoksa o kültüre özgü hiyerarşiler, yeniden mi üretilmeli?” sorusu, yalnızca kuramda değil, toplumsal uygulamalarda da sık sık karşımıza çıkıyor. Örneğin, toprak ağalığı ve/ya da ataerkillik, bir kültürün parçası mı sayılmalı yoksa onu tehdit eden bir yabancılaştırma öğesi mi ya da daha yumuşak bir yorumla, onun merkezi olmayan bir özelliği mi? Çokkültürlü toplum için tutucu bir kültürcülük değil devrimci bir kültürcülük gerekli. 


(*) Bu yazı, üniversitede verdiğim ‘Kültürlerarası Psikoloji’ dersinin bir özeti niteliğinde (bkz. Shiraev ve Levy, 2013).




İlgilisine Kaynak

Evrensel (13 Mart 2013). Anadil sorunu travma yaratıyor: Kürt çocuklarına zihinsel engel tanısı, Meclis’te. Evrensel Gazetesi. http://www.evrensel.net/news.php?id=51504  

Gezgin, U. B. (2007). Bilişsel bilimler elkitabı. Lulu. http://www.lulu.com/content/1232419

Güçlü, A. (3 Nisan 2013). Üniversite sınavında en başarılı ve başarısız iller? Milliyet Gazetesi. http://gundem.milliyet.com.tr/universite-sinavinda-en-basarili-ve-basarisiz-iller-/gundem/gundemyazardetay/03.04.2013/1688631/default.htm


Shiraev, E.B. ve Levy, D.A. (2013). Cross-cultural psychology: Critical thinking and contemporary applications. Boston: Pearson.



Kaynak: Gezgin, U.B. (2015). İnsan Hakları, Demokratik Okul ve Anadilinde Öğretim için Çokkültürlü Eğitim [Multicultural  Education   for    Human    Rights,    Democratic    School    and  Education  in Mother Tongue]. Ankara: Ütopya.


İNSAN HAKLARI, DEMOKRATİK OKUL VE ANADİLİNDE ÖĞRETİM İÇİN ÇOKKÜLTÜRLÜ EĞİTİM

Ulaş Başar Gezgin

İçindekiler
 Önsöz
Teşekkür
I. Bölüm: Eğitimin İdeolojisi: İdeolojik Eğitim 
Eğitimin gündemi ve bilimselliği
Eğitimin gündemi ve gizli müfredatla şırıngalanan toplumsal roller
AKP’nin  Eğitim  Politikaları  Çocukları  Nasıl  Etkiliyor  ya  da Kırk Katır mı Kırk Satır mı?
 
II. Bölüm: Barış Eğitimi ve Militarizm
Barış eğitimi, nerede, nasıl? 
Ayrımcılığa karşı barış eğitimi
Barış kültürü ve barış eğitimi
Somut olarak barış eğitimi ders planları
Neden  anti-militarist  değilim?:  Anti-emperyalist  militarizm ve barış

III. Bölüm: Çokkültürlü Toplum Çokkültürlü Eğitim 
Çokkültürlü  eğitim  tartışmalarında  dile  getirilenler  ve  getirilmeyenler
Çokkültürlü eğitimin tarihsel kökleri
Çokkültürlü Toplumlarda Eğitim: Türkiye ve İsveç Karşılaştırması
Hindistan’da çokdilli eğitim
Çokkültürlü toplum için kültürlerarası psikoloji
Çokdilli eğitimde kavramsal bir yol temizliği

IV. Bölüm: Eğitimde Alternatif Arayışları
İnsan Hakları Eğitimi: Kimlerle ve Nasıl?
Eleştirel  ve  Alternatif  Eğitim:  Sınavlar,  Çokkültürlülük  ve Diğer Sorunlar
Gezi Hareketi ve eğitim: Gezi’den şimdiye dek neler öğrendik ve bundan sonra neler öğrenebiliriz?

Sonsöz

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder