Çokkültürlü Toplum için Kültürlerarası Psikoloji (*)
Ulaş Başar Gezgin
Çokkültürlü bir toplumun oluşturulması ve sürdürülebilir
bir nitelik kazanması açısından, kültürlerarası psikoloji, önemli bilgi ve
beceriler sunuyor. Kültürün insan psikolojisi üstüne etkilerine odaklanan
kültürel psikolojinin ötesine geçen kültürlerarası psikoloji, en az iki
kültürün ele alındığı bir bilgi pratiği olarak karşımıza çıkıyor.
Kültürlerarası psikolojinin temelinde, kültür, ırk,
etnisite, ulus, dinsel bağlılıklar, kültürlerarası duyarlılıklar, gelenekçi
toplum, çağdaş toplum, yerli psikolojisi, biz-merkezcilik ve ben-merkezcilik,
çokkültürlülük vb. gibi kavramlar var. Elbette, kültürlerarası psikoloji, bu
kavramların tanımlarına fazlasıyla bağımlı. Bu kavramları birarada tutan
yaklaşımlar da (örneğin, evrimsel yaklaşım, toplumbilimsel yaklaşım,
ekokültürel yaklaşım, kültür karışımı yaklaşımı, bütüncül yaklaşım vb.) farklı
sonuçlar doğurabiliyor. En sık anılan çalışmalardan biri ise, kültürleri, 5
boyut üzerinden sınıflandıran Hofstede çalışması. Bu boyutlar, şöyle:
Bireyci-toplulukçu, dişil-eril, yüksek güç uzaklıklı-düşük güç uzaklıklı,
belirsizlikten kaçınan-belirsizliğe alışkın, ve uzun erimli düşünen-kısa erimli
düşünen.
Kültürlerarası psikolojinin geniş bir yöntem paletine
sahip olduğu söylenebilir. Değişik kültürlere ölçek uygulayıp bunların sayısal
karşılaştırmasını yapan çalışmalar yanında, odak grubu ve söyleşi gibi nitel
çalışmalar da bulunuyor. Bu karşılaştırmalarda, kulağa küpe olması gereken bir
sonuç, şu: Tüm kültürler, birbirine benzer ve aynı zamanda, birbirinden farklıdır.
Sözgelimi, Türk kültürü ile Yunan kültürü arasında benzerlikler de bulabiliriz
farklılıklar da. Aslında, bu ikisinden hangisinin ağır basacağını belirleyecek
olan, karşılaştırma yapma nedenimiz.
Kültürler arasında karşılaştırma yaparken, eleştirel
bakış, olmazsa olmaz. Eleştirel bakış olmadığında, karşılaştırmalar,
kalıpyargılara, önyargılara ve ayrımcılığa yol açabiliyor. Bir kere, dil, çok
önemli. ‘Ötekiler’in tanımlanış biçimi, onlar üstünde en başından bir iktidar
kuruyor. Bunun sorgulanması gerekiyor. Kaçınmamız gereken bir diğer yanılgı,
‘Barnum ifadesi’ olarak adlandırılan “herkese uyan ifadeler”. Örneğin, “Türkler
mutlu olmak istiyor” gibi bir ifade, başka özneler için de geçerli. Bu tür
ifadeler, bize kültürlerle ilgili bir bilgi vermemiş oluyor. Bunlar, ‘kültürel
bir totoloji’ olarak da adlandırılabilirler. Burçlarda, sık sık, bu tür
ifadeler kullanılıyor (örneğin, “sen kimi zaman, çok arkadaş canlısısın; kimi
zamansa, yalnız kalmak istiyorsun” vb.) (bkz. Gezgin, 2007).
Bir diğer yaygın yanılgı, benzeştirme (asimilasyon)
yanılgısı. İnsan aklı, büyük oranda, şemalarla çalışıyor. Karşımıza yeni bir
örnek geldiğinde, ya onu kafamızdaki şemaya benzetiyoruz (benzeştirme
yanılgısı) ya da –nadiren de olsa- kafamızdaki şemayı bu örneği de kapsayacak
biçimde uyarlıyoruz. İnsan aklı, tembel; ne kadar az şema olursa, dünya, o
kadar anlaşılır geliyor. Böyle olunca, karşımızdaki örneğin bizim bakışımız
nedeniyle mi aklımızda öyle kaldığı gibi bir soru, önem kazanıyor. Örneğin,
kafamızdaki algının şu olduğunu düşünelim: “İtalyanlar, çok geveze”. Bir
yerlerden bu algıyı edinmişiz. Belki arkadaşlardan, belki ikinci ağız
anlatımlarından, belki medyadan ya da hepsinden... Ve şimdi, karşımızda,
konuşkan olmayan bir İtalyan var. Bu İtalyan, çok içine kapanık. Bu durumda,
insan aklı, şunları düşünebiliyor: “Karşımdaki o kadar da İtalyan değil. Uzun
süre, Türkiye’de kaldığı için tam olarak İtalyan gibi davranmıyor.” ya da
“Konuşacak fazla vaktimiz olmadı. Yoksa, biraz daha uzun zamanımız olsaydı, bu
İtalyan da açılırdı. Çünkü İtalyanlar, gevezedir” ya da “Bu ne biçim İtalyan?!
İtalyan dediğin, böyle asık suratlı olur mu?!” ya da “Bu İtalyan, Roma’danmış;
Roma, büyükşehir olduğu için; bu İtalyan, milli özelliklerini yitirmiş” vb.
Diğer bir seçenek ise, bu örnekten hareketle, her İtalyan’ın geveze olmadığını
düşünmeye başlamaktır. Oysa, birinci seçenek, çoğunlukla daha çekici geliyor.
Bu nedenle, bu ‘benzeştirme yanılgısı’ olarak adlandırılan yanılgıya karşı
uyanık olmak gerekiyor. Bununla çok ilişkili bir yanılgı, temsil yanılgısı.
Karşınızdaki kişinin geldiği kültürü ne kadar temsil ettiği de sorgulanmayı
gerektiriyor. ABD’de ve başka ülkelerde, “burada binbir milletten insan
yaşıyor. Bir sürü kültürü burada deneyimliyoruz” diyenler, aslında, o
kültürlerin ortalama temsilcileriyle karşı karşıya gelmemiş oluyor. Bu,
Avrupa’daki ya da Vietnam’daki dönerin Türkiye’deki dönerden tat ve sunum
olarak farklılaşmasına benziyor. Bununla ilişkili olarak ele alınması gereken
bir diğer yanılgı, bulunurluk yanılgısı. Burada, İtalyanların geveze olup
olmadığı sorusunu, tanıdığımız İtalyanlar üstünden yanıtlamaya çalışıyoruz. Bu,
kuşkusuz, yanlış. Çevremizdekiler, ortalamadan farklı olabilir. Kaldı ki, sanki
bir özneymişçesine türdeşleştirilen kültürü, kişiler düzeyinde incelediğimizde,
kişilik farkları baskın çıkabiliyor.
Bir diğer yanılgı, dış-grup türdeşliği eğilimi. Bu
yanılgıda, insanlar, ‘biz’ diye tanımladıkları grupların dışında kalanların
kendi aralarında birbirlerine çok benzediğini düşünüyorlar. Örneğin, “hepsi
solcu (ya da sağcı ya da İslamcı vb.); hepsi, aynı fikirde” ya da “Doğulular,
hep birbirine benziyor”. Bunun algısal bir yansıması, Asyalıların Asyalı
olmayan yüzleri, Asyalı olmayanların ise Asyalı olan yüzleri ayırt etmekte
yaşadığı zorluk. Türkiye’de kaybolan Japon turist için her yere asılan “kayıp
aranıyor” duyurularına bir karşılık olarak, her Asyalı gördüğünde, “Japon
turisti gördüm” diyerek polisi arayan onlarca, yüzlerce Türkiyeli, bunun bir
yansıması.
Üç yanılgıdan daha sözederek, bu yanılgılar konusunu
şimdilik kapatabiliriz. Birincisi, temel yüklemleme yanlışı. Bu, insanların,
çevresel etmenleri unutup karşılarındaki bireye gereğinden fazla özne olma rolü
biçmesine karşılık geliyor. İkincisi ise, kendini doğrulayan kehanet. “Kırk
kere söyleyince olur” misali, bir etnik gruba, değişik toplumsal kurumlar, “sen
hırsızsın” diyerek o grubu hırsızlaştırabiliyor. Üçüncüsü, doğallaştırma
yanılgısı. Bu, olanla olması gereken arasındaki çizginin bulanıklaşması sonucu
oluyor. Bu “herkes yapıyorsa doğrudur; doğruysa iyidir” biçimindeki düşünceyi
Tevfik Fikret, yıllar önce reddetmişti: “Hak bellediğin yolda yalnız
gideceksin”... Yanılgı ve yanlış örnekleri daha da arttırılabilir.
Kültürlerarası psikolojinin çalıştığı bir diğer konu,
zeka ve kültür ilişkisi. Psikolojinin gündemini, uzun süre, başka kültürlerden
gelen çocukların egemen kültüre dayanan zeka testleriyle ‘düşük zekalı’ ilan
edilmesi ve eğitimde ve toplumun katlarında ilerlemelerine böylece engel
olunması meşgul etti. Ancak, bu konu, daha çok, Amerika’daki göçmen çocukları
bağlamında tartışıldı. Türkiye’de etnik gruplar bağlamında yeni yeni tartışılan
bu konu, Türkiye özgülünde daha çok incelenmeyi hak ediyor. Konunun, Mart
2013’te TBMM’ye taşınması yoluyla, yavaş yavaş kamuoyu oluşturulması, umut
vaadediyor (bkz. Evrensel, 13 Mart 2013). ABD’de çeşitli etnik gruplardan
çocukların eğitim başarı(sızlık)larını karşılaştıran çok sayıda çalışma var.
Türkiye’de ise, üniversiteye giriş sınavı başarısının illere göre dağılımından,
bu karşılaştırma için ipuçları çıkmış oluyor. En düşük sonuçların olduğu iller,
sondan başa şöyle: Hakkari, Şırnak, Ardahan, Mardin, Van, Şanlıurfa, Muş, Ağrı,
Diyarbakır, Bingöl, Kars, Iğdır, Adıyaman, Siirt, Batman ve Bitlis (Güçlü,
2013). Kuşkusuz, burada, sınıfsal etmenlerin ve 30 yıllık savaş koşullarının da
gözden kaçırılmaması gerekiyor.
Bir başka konu, kültürler ve duygular. Bu konuda, iki
farklı görüş var: Evrenselciler, duyguların kültürlerüstü evrensel
ortaklıklarına vurgu yaparken; görececiler, duyguların kültürden kültüre olan
farklılaşmasına odaklanıyor. Birinciler, duyguları, çoğunlukla, bedensel bir
tepki olarak görürken; görececiler, toplumsal bir tepki olarak görüyor.
Araştırmalarda, bu iki görüşten, sık sık birarada yararlanılıyor. Örneğin, bir
yandan, tüm kültürlerde, her bir temel duyguya karşılık gelen 6 ortak yüz
ifadesi (mutlu, üzüntülü, şaşırmış, korkmuş, iğrenmiş ve öfkeli) olduğuna dair
çokça çalışma varken; bir yandan da, belli bir duygunun bir kültürdeki yeri
üstüne çalışmalar da bulunuyor. Kültürler, ayrıca, duyguların gösterilip
gösterilmemesinde, gösterilme biçiminde, ortama uygun duygusal tepkilerde vb.
farklılaşıyorlar. Cinsel davranışlarda da (cinselliğin sergilenmesi, evlilik
öncesi ve evlilik dışı cinsel ilişki, eşcinsellik, bakirelik, görücü usulüyle evlenme,
kaçgöç vb.) kültürel farklılıklar var. Bu kültürel farklılıkları, ‘kültürel
çeşitliliğe destek’ adı altında değişmez ve özsel bir biçimde kabul etmek,
insan hakları düşüncesinin evrensel niteliğiyle çelişebiliyor.
Kültürlerarası karşılaştırmalarda en ilginç konulardan
biri, çocuk yetiştirme pratikleri. Bu pratiklerde, etnik ve dinsel farklar
yanında, yöresel ve sınıfsal farklar da göze çarpıyor. En temelde, kültürleri,
yabancılara çocuk sevdiren (Türkiye, Vietnam, Hindistan vb.) ve yabancıların çocuk
sevmesini taciz sayan (AB(D) vb.) kültürler olarak bölebiliyoruz. Çocuğa
biçilen roller, çocuk için yapılan törenler (örneğin, vaftiz; kırkıncı gün
gelenekleri; gelecekteki mesleğini belirlemek için önüne her bir mesleği temsil
eden bir nesne koyup hangi nesneye ilgi duyduğunu gözlemleme (örneğin, kalem,
para, pirinç vb.) vb.), çocuğa şiddet uygulamanın olağan karşılanma(ma)sı,
çocuğa veril(mey)en değer, çocuk işçiliği, çocuğa aşılanan yarışmacılık ve
bencillik ya da tam tersi, bağlanma biçimleri vb., incelenmeye değer konular.
Bu konular çalışılırken, çalışmaları dünyada eğitim sistemine büyük etki etmiş
gelişim psikologları Erik Erikson, Jean Piaget, Lawrence Kohlberg vd.’nin
kavramsal çerçeveleri, genel olarak kullanışlı sayılabilecekken; aslında, bunlar,
eleştirel bir süzgeçten geçirilerek özgül örnekler için uyarlanmayı da
gerektiriyor. Öne çıkan iki yaklaşımdan biri, çocuklukta yaşadıklarımızdan
kaçmamızın olanaksız olduğunu, çocukluğun yetişkinliğimize daha sonra
değiştirilemez bir biçimde etki ettiğini söylerken; diğeri, “çocuklukta ne
yaşadıysak çocuklukta kaldı. Yetişkinler olarak, kendimizi değiştirmek, bizim
elimizde” diyor. Yaşlılara bakış da, dikkate değer bir konu.
Bir başarı kazandık, neye bağlarız? Bir yenilgi aldık,
neye bağlarız? Diyelim ki bir sınavda kaldık. İçsel (benden kaynaklanan bir
durum. Örneğin, “ben tembelim”), dışsal (dışarıdan kaynaklanan bir durum.
Örneğin, “sınav, zordu”), özel (yalnızca şuanki duruma özgü bir açıklama.
Örneğin, “hoca, bana taktı”), genel (tüm durumları içeren bir açıklama.
Örneğin, “benden bi’ cacık olmaz”) ve olumlu, olumsuz yorumlar yapmamız, olası.
Yaygın eğilim, başarıyı kendimize ve genel bir duruma bağlamamız (örneğin, “ben
zekiyim”); başarısızlığı ise, dış etkenlere ve özel bir duruma bağlamamız (örneğin,
“bu sınavda çok konu vardı; ondan zayıf aldım; diğerlerinde daha az konu
olacak”). Bunda da kimi kültürel farklar var. Ayrıca, ‘yüklemleme kuramı’
olarak adlandırılan bu çerçevenin siyasal konulara uygulanması, çok kolay.
Kadercilik, umursamazlık, öğrenilmiş çaresizlik gibi durumlar, bu modelle
açıklanabiliyor. “Dünya adil bir yerdir” varsayımına dayanan mağduru suçlama
halleri de dikkate alınmalı. Biz, birisinin kolu kırıldığında, “kolunu kırmış”
diyoruz; birisinin bilgisayarı çalındığında, “bilgisayarını çaldırmış” diyoruz.
Bu basit örneklerdeki mağduru suçlama hallerinin siyasal ölçekte daha çarpıcı
örnekleri var. Bu noktaya eklemlenebilecek bir diğer konu, itaat kültürü. Bu
sözde (‘itaat kültürü’), ‘kültür’ün etnik yanı olmayan ikinci bir anlamını görüyoruz.
Dünyada, birçok çatışma örneğinde, savaşan tarafların zamanla birbirine
benzediğini ve “bir hiyerarşiye karşı çıkacağım” derken, itaat kültürü üstünden
kendi hiyerarşisini yarattığını görüyoruz. Bunun için, ünlü hapishane
(Zimbardo) ve elektro-şok (Milgram) deneyleri anılabilir. Grup davranışı
açısından, toplumsal tembellik (grup olarak çalışırken, grup üyelerinin
“başkası yapıyor zaten” diye kaytarması sonucu verimin düşük olması. Bu, daha
çok, bireyci toplumlarda görülüyor), toplumsal kolaylaştırma (toplumsal
tembelliğin tam tersi. Toplulukçu toplumlarda görülüyor. Tek başınayken verimli
olamayan insanlar, grup halinde başarıdan başarıya koşuyor.) ve sorumluluk
dağılımı (çok kişinin tanık olduğu bir duruma (örneğin, adamın sokak ortasında
eşini dövmesi) az kişinin tanık olduğu bir duruma göre daha az müdahale
edilmesi) gibi konular da, kültürlerarası karşılaştırmalar bağlamında
incelenebiliyor. Yarışmacılık da, dayanışmacılık da, kültürel. Kuşkusuz, bu
döküme eklenebilecek nice çalışma ve nice kavram var.
Kültürlerarası psikolojinin uygulama alanları,
çokkültürlü toplum yapısıyla çoğunlukla çakışıyor. Bu bilgi dalı, en çok,
göçmenler ve mültecilerle çalışanlar için yararlı oluyor. Bir diğer uygulama
alanı, uluslararası şirketler. Buralarda, psikoloji bilgisi, motivasyonu
arttırarak verimi yükseltmek gibi sermaye düzeninin ulvi amaçları için
kullanılıyor. Çokkültürlü toplumsal kurumların oluşumunda (eğitim, hukuk, yerel
yönetimler, medya vb.) kültürlerarası psikoloji, kültürel duyarlılık noktalarını
öngörmek ve empati gibi temel iletişim becerilerini güçlendirmek açısından,
olmazsa olmaz. Kuramda evrensel olan insan hakları düşüncesi, dünyaya
indiğinde, kültürlerarası psikolojinin ürettiği bilgiyle harmanlandığı sürece
başarılı oluyor.
“Çokkültürlü bir toplumun oluşumunda, eşitlikçilik mi
gözetilmeli; yoksa o kültüre özgü hiyerarşiler, yeniden mi üretilmeli?” sorusu,
yalnızca kuramda değil, toplumsal uygulamalarda da sık sık karşımıza çıkıyor.
Örneğin, toprak ağalığı ve/ya da ataerkillik, bir kültürün parçası mı sayılmalı
yoksa onu tehdit eden bir yabancılaştırma öğesi mi ya da daha yumuşak bir
yorumla, onun merkezi olmayan bir özelliği mi? Çokkültürlü toplum için tutucu
bir kültürcülük değil devrimci bir kültürcülük gerekli.
(*) Bu yazı, üniversitede verdiğim ‘Kültürlerarası
Psikoloji’ dersinin bir özeti niteliğinde (bkz. Shiraev ve Levy, 2013).
İlgilisine Kaynak
Evrensel (13 Mart 2013). Anadil sorunu travma yaratıyor:
Kürt çocuklarına zihinsel engel tanısı, Meclis’te. Evrensel Gazetesi. http://www.evrensel.net/news.php?id=51504
Gezgin, U. B. (2007). Bilişsel bilimler elkitabı. Lulu. http://www.lulu.com/content/1232419
Güçlü, A. (3 Nisan 2013). Üniversite sınavında en
başarılı ve başarısız iller? Milliyet Gazetesi. http://gundem.milliyet.com.tr/universite-sinavinda-en-basarili-ve-basarisiz-iller-/gundem/gundemyazardetay/03.04.2013/1688631/default.htm
Shiraev, E.B. ve Levy, D.A. (2013). Cross-cultural
psychology: Critical thinking and contemporary applications. Boston: Pearson.
Kaynak: Gezgin, U.B. (2015). İnsan Hakları, Demokratik Okul ve Anadilinde Öğretim için Çokkültürlü Eğitim [Multicultural Education for Human Rights, Democratic School and Education in Mother Tongue]. Ankara: Ütopya.
İNSAN HAKLARI,
DEMOKRATİK OKUL VE ANADİLİNDE ÖĞRETİM İÇİN ÇOKKÜLTÜRLÜ EĞİTİM
Ulaş
Başar Gezgin
İçindekiler
Önsöz
Teşekkür
I.
Bölüm: Eğitimin İdeolojisi: İdeolojik Eğitim
Eğitimin
gündemi ve bilimselliği
Eğitimin
gündemi ve gizli müfredatla şırıngalanan toplumsal roller
AKP’nin Eğitim
Politikaları Çocukları Nasıl
Etkiliyor ya da Kırk Katır mı Kırk Satır mı?
II.
Bölüm: Barış Eğitimi ve Militarizm
Barış
eğitimi, nerede, nasıl?
Ayrımcılığa
karşı barış eğitimi
Barış
kültürü ve barış eğitimi
Somut
olarak barış eğitimi ders planları
Neden anti-militarist değilim?:
Anti-emperyalist militarizm ve
barış
III.
Bölüm: Çokkültürlü Toplum Çokkültürlü Eğitim
Çokkültürlü eğitim
tartışmalarında dile getirilenler ve
getirilmeyenler
Çokkültürlü
eğitimin tarihsel kökleri
Çokkültürlü
Toplumlarda Eğitim: Türkiye ve İsveç Karşılaştırması
Hindistan’da
çokdilli eğitim
Çokkültürlü
toplum için kültürlerarası psikoloji
Çokdilli
eğitimde kavramsal bir yol temizliği
IV.
Bölüm: Eğitimde Alternatif Arayışları
İnsan
Hakları Eğitimi: Kimlerle ve Nasıl?
Eleştirel ve
Alternatif Eğitim: Sınavlar,
Çokkültürlülük ve Diğer
Sorunlar
Gezi
Hareketi ve eğitim: Gezi’den şimdiye dek neler öğrendik ve bundan sonra neler
öğrenebiliriz?
Sonsöz
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder