Videolar

16 Nisan 2021 Cuma

Anaakım Sinemada Şiddet Temsilleri: Kevin Haçaduryan’dan Fatih Akın’a

 

Anaakım Sinemada Şiddet Temsilleri: Kevin Haçaduryan’dan Fatih Akın’a

 

Prof.Dr. Ulaş Başar Gezgin, ulasbasar@gmail.com

Twitter: ProfUlas

 

Psikanalizin erken döneminde baskın olan, ancak artık çok tartışmalı olan görüş, insanda iki temel içgüdü olduğu yönündeydi. Bu ikisi, cinsellik ve saldırganlıktı. Anaakım sinema, temellerini psikanalizin bu erken döneminde oluşturdu ve belki de bu nedenle, ticari sinemacılıkta bu ikili olmazsa olmaz. Sanıldığının tersine, yalnızca birinin değil ikisinin de pornosu olabilir. Cinsellik pornosuna ek olarak, şiddet pornosu kavramı da var. Bu, uzun uzun şiddet özellikle de tutsaklık ve işkence sahneleri gösteren türden filmlere yakışan bir ifade.

 

 

Neden Fatih Akın Neden?

 

Ticari sinema, şiddeti konu aldığında, en düşünsel görünümlü filmlerde bile onu anlamaktan uzaktır; “amacı asla bu olmaz” bile diyebiliriz. Bu anlatılarda şiddetin kökenlerine inilmez. Kapatılma ve işkence sahneleri özellikle gösterilir ve tepki gösterilirse, yönetmenler, hemen “ama dünya şiddet dolu; ben de dünyada olan biteni yansıtıyorum” diyerek sıyrılır işin içinden… Oysa, bu, doğru değildir; çünkü ticari sinema her olan biteni yansıtmaz; onun yerine hangi öğeler ticari kazanç sağlayacaksa onları yansıtır.

 

Fatih Akın çevresinde dönen işkenceli sahneler tartışma, tam da bu bağlamda daha da anlamlı oluyor.[1] Akın, zaten yeterince ünlü ve maddi kazancı yüksek bir sinemacı. Birçokları için ucuz bir hile sayılabilecek işkence sahneleri gösterimi, daha fazla ün ve maddi kazanç için mi? Yoksa Akın gerçekten iyi niyetli ama şiddet temsilleriyle ilgili düşüncesi mi yanlış? Bu çifte soruya yanıt vermek zor; ancak bu işkenceli sahnelerin nesi yanlış bunu tartışmamız gerekiyor.

 

Bir kere, izleyici, ileri derecede hastalıklı değilse, işkence sahnelerinden tiksinmesi ve utanç duyması beklenir. Akın’ın filmini izlerken dayanamayıp sinemayı terk edenler işte tam da buna karşılık geliyor. Bu sahnelerde bu iki duygu uyanmıyorsa, ruh sağlığı tehlikede demektir. Bunların gösterilmesi, işkenceyi sıradanlaştırır. Böylelikle, “ama ben dünyayı yansıttım” sözü, tersine çevrilir. Ekranda bol bol işkence sahnelerine maruz kalanlar, hem işkence yapmayı doğal karşılar hem de birine işkence edildiğini gördüğünde kayıtsız kalır. Daha da kötüsü, son çocukluk ve ergenlik dönemindeki izleyiciler için bu görüntülerin kişilik gelişimini etkileyici sonuçları olabilir. Bu dönem, bu izleyici kesiminin rol model arayışında olduğu bir dönemdir. Elbette işkence edilenler değil edenler model alınacaktır. Ayrıca, intihar örneğinde de olduğu gibi, işkenceyi canlı olarak vermek, onun hangi araçlarla, nasıl bir ortamda ve hangi koşullarda yapılabileceği konusunda izleyiciyi düşündürdüğünden, insanları işkence yapmaya hazırlar.

 

 

 

 

İşkence ve Şiddet Temsilleri için 3 Koşul

 

Peki filmlerde işkence ve şiddet işlenmesin mi? Üç koşulla işlenecekse, bilimsel bakış, ruh sağlığı ve herşeyden önce etik açısından sakınca yok. Birincisi, bu insanlıkdışı olaylar, canlandırılmak yerine anlatılmalıdır. Bir kişiye nasıl işkence edildiğini göstermek yerine, filmin kişilerinden biri diğerine yaşananları anlatabilir. Bugün çok değerli bir sanatçı olan Yılmaz Güney’in erken dönem filmlerinin (60’lı yıllarda çektiği filmler) kimileri, bu ölçütü karşılamaz. Bir adama kötülük yapmak için çocuğuna veya hayat arkadaşına işkence edilir. Böyle sahneler, erken dönem Güney sinemacılığında, kötüye kötülükle karşılık vermek için gerekçe yapılır. Elbette iyi başkişi işkence yapmaz, ama kötüyü öldürdüğünde, izleyicinin rahatlaması ve bunun iyi birşey olduğunu düşünmesi beklenir. Oysa, işkence bir kez yapılmıştır; işkencecinin öldürülmesi, işkencenin yaralarını sarmaz. Bu kurgu, rahatlatıcı olmaktan da uzaktır.

 

Bu duruma iki örnek daha verelim: Savaş Günahları (Savior) filmi, Bosna’da Müslüman Boşnaklara yönelik vahşeti konu alan, aşırı şiddet ve tecavüz içeren film. Yaşananlar doğru olabilir, ancak filmleştirme biçimi moral bozuyor, tiksindiriyor. Bu filmde, şiddetin ve işkencenin ‘biri bizi gözetliyor’ türü canlı olarak verilmesi yerine, şiddet sonrası gösterilebilirdi. İşkence sahneleri yerine, işkence edilerek öldürülmüş insan görüntüleri görebilirdik.[2] İkinci örneğimiz, aynı konuyu işleyen iki film dolayısıyla ortaya çıkıyor: ‘Split’ ve ‘Sybil’ (2007) filmleri, çoklu kişilik sendromunu ele alıyor. İkincisi bilimsel niteliğinde, şiddetin geri planda olduğu bir filmken, ilki kapatılma, işkence ve vahşet görüntüleriyle dolu.[3]

 

İkinci koşul, işkence yapanın sonunda cezalandırılmasıdır. Cezasız kalan işkencecilik, film anlatılarından kazançlı çıkar. Son çocuk ve ergen izleyici için, bu durumda, bu kişiliğin rol modeli olma olasılığı yükselmiş olur. Erken dönem Yılmaz Güney sinemacılığı, ilk ölçütü karşılamasa da, bu ikinci ölçütle uyumlu bir niteliktedir. Öte yandan, katilin asla bulunmadığı polisiyeler, katilin dikkatine, zekasına ve yeteneğine övgü gibi bir nitelik kazanır. Bunlardaki şiddet övgüsü eleştirilmelidir.

 

Üçüncüsü, şiddet kimden ve nereden gelirse gelsin, film, yalnızca kişilik gibi yüzeysel tarifler ve kalıpyargılamalara yaslanmak yerine, şiddetin yapısal etmenlerine girmelidir. Üç farklı konulu örnekle tartışmamızı ayrıntılandıralım:

 

 

Nişancı Şiddetinin Kişiselleştirilmesi

 

‘Kevin Hakkında Konuşmalıyız’ (We Need to Talk About Kevin) (2011), 2003 basımı romandan uyarlama.[4] Yüzeysel bir kişilik çözümlemesi. Klasik Amerikan anaakım psikolojisinin yanlış bakışını görmek için izlenebilir. Konu, 15 yaşında seri nişancı (mass shooter) olup okul arkadaşlarını öldüren Kevin Haçaduryan adlı çocuğun nasıl büyüdüğü. Amerikan psikolojisi bu tür suçları aileye ve bireylere yükleme eğiliminde. Hatta filmde annenin çocuğuyla en başından beri sorunlu bir ilişkisi olduğu gösteriliyor ve çocuğun canavara dönüşmesinin annenin suçu olduğu ima ediliyor. Bunun ötesinde, linççi kalabalıklar eliyle bu ima pratiğe de dökülüyor. Bu, neden yüzeysel bir anlatı? Bir kere ergenlik döneminde ailenin çocuk üstündeki etkisi azalır; yaşıtlar ve rol modelleri önem kazanır. Oysa filmde bu konuda hiç bir bilgi görmüyoruz. Film, Amerika’da yaygın olan seri nişancı şiddetini bireyselleştiriyor, psikanalizm yanlışına düşüyor. Nedir bu yanlış? Her sorunlu çocukluğu olan, katil olmaz. Hatta katillerin önemli bir bölümü, güzel çocukluğu olanlardan çıkar. Neden? Çünkü birçok örnekte, yakın nedenlerin (örneğin 1 yıl içinde yaşananlar) uzak nedenlere göre (hayatın ilk 18 yılında yaşananlar) daha da önem kazandığını görüyoruz. Örneğin, okulda sürekli şiddete maruz kalan bir çocuk, bir süre sonra patlama noktasına gelebilir. Bu çocuklar daha az sorunlu ailelerden gelebilirler. Ayrıca, bu psikanalizm, her kötü çocukluğu olanı potansiyel suçlu olarak görerek, insan haklarını da çiğniyor. Bu, ayrımcılıktır. Birçok insan, kötü çocukluğa karşın, çocukluk sonrası dönemde, aile dışı çevresel etkenler sayesinde sağlıklı bir kişilik geliştiriyor.

 

 

Neden Bu Kadar Çok Silah Var?

 

Bilindiği gibi, eğitim kurumlarına yönelik seri nişancı katliamlarının bir numarası, ABD. Bir ülkede bu kadar çok katliam oluyorsa, onu artık tek başına bireysel etmenlerle açıklayamayız. Toplumsal süreçler devreye girer. Filmde, katliam aracı oktur. Oysa bu, hiç de inandırıcı değil. Roman yazarı, belki değişiklik olsun diye böyle yazmış. Bu katliamların tabanca ve tüfek türü ateşli silahlarla yapıldığı bilinen bir olgu. Bir kere, bu silahlara erişimin bu kadar kolay olması, katliamlara yeşil ışık yakıyor. Sivil amaçlı silah kullanımının yasaklanması yönündeki çabalar, silah lobisine ve “silahsız olursak bizi vururlar” zihniyetine tosluyor. Soru şu: “ABD’de neden bu kadar silah var?” “Kendimizi savunmamız için.” “Peki neden kendinizi savunmanız gerekiyor?” “Çok fazla silah olduğu için”... !!!

 

 

Nişancı Şiddetinin Ermenileştirilmesi

 

Filmde dikkat çekici bir diğer konu, ailenin Ermeni kökenli Amerikalı olması... Bu tür saldırılar bir aralar Müslüman Amerikalılara ve genel olarak uyum sorunu yaşayan göçmenlere yıkılıyordu, oysa artık görüyoruz ki birçok beyaz katliamcı sözkonusu... Hedefler de eğitim kurumlarının dışına taşmış durumda. Bu, bir eşcinsel barı da olabiliyor bir kutlama da... Bu bağlamda, Ermeni bir ailenin çocuğunun katliamcı olarak gösterilmesi garip. Beyaz Amerika açısından, Amerikan Ermenileri, “bize benzer ama tam da değil”, “Batılı gibi ama aynı zamanda Doğulu” gibi karmaşık bir biçimde temsil ediliyor. Filmde, bu, açıkça belirtilmese de, katliam yine göçmenlere yıkılmış oluyor. Beyaz Amerikan temsillerinde, Ermeniler, kendi kültürlerini tümüyle reddetmedikçe, bir türlü tümüyle beyaz ve Amerikalı sayılmıyorlar. Hatta artık çocuklarına Ermeni adı vermeyi bırakan bir aile bile beyazlamış olmuyor.

 

Yukarıda belirttiğimiz gibi, filmde Kevin’in yaşıtları ve rol modellerine ilişkin hiç bir bilgi yok. Neden katliam yaptığını da bilmiyoruz. Hapse girişinin ikinci yıldönümünde, annesine “nedenini bildiğimi sanıyordum ama bilmiyormuşum” diyor. “Bebekten canavar yaratanlar”, bu filmde Amerikan şiddet kültürü olsa gerektir; fakat film, sistemi haklı çıkarmak için elinden geleni yapıyor. Filme göre, sorun, sistemde değil, çocukta, annede ve ikisinin ilişkisinde... Bu yanlış bakış, yeni katliamları bir türlü önleyemiyor. Oysa bunları önlemenin yolu, öncelikle silah yasağından ve sonralıkla, şiddet olgularına sistem düzeyinde bakıp ona göre önlem almayı gerektiriyor.

 

 

İngiltere’den Bir Polis ve İmam Anlatısı

 

İkinci film örneğimiz olan ‘Shoot on Sight’ (Vur Emri) (2007), İngiltere’de Müslümanlar ve terörizm üstüne düşündürücü bir film.[5] Polis şefi Tarık Ali, Pakistanlı kökenli İngiltere vatandaşı bir Müslüman.[6] Meslektaşı olan beyaz polis, metroda intihar bombacısı olduğu sanılan Müslüman bir gence ateş eder, öldürür. Tarık Ali, İngiliz toplumuyla bütünleşmiş fakat kültürel kökenini korumuş bir Müslüman’dır. Sık sık camiye gider ve çocukluk arkadaşı olan imamın şiddete yönelten vaazlarından rahatsız olur. Öte yandan, beyaz meslektaşının ırkçı olduğunu, genci esmer olduğunu için vurduğunu düşünmektedir. Bu arada Tarık Ali’nin Pakistan’dan yeğeni gelir. Beyaz meslektaşı, Tarık Ali’nin çocukluk arkadaşı olan imamla el sıkışırken fotoğraflarını çekerek basına sızdıracaktır. Böylelikle açığa alınmasına neden olur. Fakat kurgu beklenmedik bir biçimde, bu ikiliyi işbirliği yapmaya götürür ve büyük bir eylemi önlerler. Bu arada, adamın da, ırkçı olmadığı, eşinin Afrika kökenli olduğu anlaşılır. Yine de filmde, beyaz polisin, Tarık Ali’ye söylediği, “evet haklısın, her Müslüman, terörist değil ama her terörist, Müslüman” sözü, aslında, filmin iletisindeki yanlışı ortaya çıkarıyor. Kötülük yapanlar, Tarık Ali’nin en güvendiği Müslüman akrabaları, arkadaşları vb. oluyor. Belki İngiltere’de durum çok da net olmayabilir ama yukarıdaki ABD örneğinde gördüğümüz gibi, birçok terörist saldırının Müslüman olmayan bembeyaz Amerikalılar tarafından yapıldığını biliyoruz. Filmin başında kötü kişilik olarak temsil edilen beyaz polis, filmin sonunda kahraman oluyor. Film böylelikle onun bu sözünü olumlamış oluyor.

 

Çocukluk arkadaşı olan imamsa, Tarık Ali’ye şöyle diyor: “Artık karar vermelisin, tesadüfen polis olmuş bir Müslüman mısın yoksa tesadüfen Müslüman olmuş bir polis misin?” İmama göre, ikisi aynı şey değil; çocukluk arkadaşının Müslüman katili Batılı bir devleti temsil etmesini yadırgıyor. Öte yandan, propagandasını o Batılı devletin sunduğu olanaklar sayesinde yapabilmesi gibi bir gerçek var.

 

 

3 Tür Suçlu

 

Filmde üç tür suçlu var: Suça teşvik eden imam (azmettirici), suçu işleyen Britanyalı kişilik ile Pakistan’dan gelen kişilik. Pakistan’dan gelenin kendi memleketinde köktencileştiği (radikalize olduğu) anlaşılıyor; ancak Britanyalı kişiliğin geçirdiği köktencileşme sürecinin altında bir tek imamın vaazları olduğu görülüyor. Fakat gerçekten öyle mi? Çünkü sözgelimi Fransa örneğinde, ayrımcılığın gençler arasında Müslüman köktenciliğini beslediğini biliyoruz. Filmdeki Müslüman genç kız (Tarık Ali’nin kızı) bağlamında, Müslüman olmayan erkek arkadaşının ilişkiden sonra Müslüman kızlarla genel olarak dalga geçmesi bile, o kızın köktencileşmesi için tek başına yeterli bir neden olabilirdi.

 

Özetle, sürükleyici ve başarılı bir kurguya sahip bir film olmakla birlikte, dayandığı toplumbilim bilgisi yüzeysel, yanlı ve yanlış. Yine de bu konuda düşündürücü bir film olarak önerilebilir.

 

 

Ataerkil Yapısal Şiddete Karşı Feminist Sinema

 

Son olarak, üçüncü örneğimiz olan, ‘Biri Beni Durdursun / Arrest Me’ (2013), Fransız yapımı feminist bir film.[7] Kocasını öldürdüğünü itirafa gelen, suçluluk duygularıyla dolu birinci kadınla bu suçu ve benzeri kadın ‘suç’larını ataerkil düzene, yapısal baskılara bağlayan bir kadın polis. Polis, itirafı alıp kadını hapse atmayı sonuna dek reddecektir. Tatkaçıran vermiş gibi oluyoruz, ama vermiş değiliz; çünkü bu filmin özü, filmde ne olduğunda değil, iki kadının birbirine ne anlattığında... Ve sorular şöyle: “Bir kadının kocasını öldürecek kadar güçlü olması, onu toplumda erkeklere eşitler mi? Onu ‘zayıf, ikinci sınıf insan’ algısından çıkarıp eşit bir özne yapar mı? Toplum, ataerkil olduğuna göre, (filmde kadın polisle temsil edilen) ilerici bir hukuk sistemi, toplumsal cinsiyete ilişkin kadın suçlarını daha hafif mi cezalandırmalıdır ve hatta cezasız mı bırakmalıdır? Yoksa bu, kadınların yapısal etkilere açık yarım özneler, erkeklerin ise yapılardan (daha) bağımsız görece özgür iradeye sahip tam özneler olarak tariflenmesi anlamına mı gelir?”[8] Keyifle izlenecek felsefe ve sosyoloji ağırlıklı bir film.

 

 

Sonuç

 

Bu örneklerden de görüldüğü gibi, şiddeti beyaz perdeye yansıtmanın binbir yolu var. “Dünyada şiddet var, ben de onu gösterdim” gibi bir bahane geçerli değil; çünkü nasıl gösterildiği oldukça önemli.

 

 



[1] Bu konudaki tartışma için bkz. Fatih Akın, şiddet sahneleriyle tepki çeken filmini savundu. https://www.kulturservisi.com/p/fatih-akin-siddet-sahneleriyle-tepki-ceken-filmini-savundu/

[3] Elbette ‘Testere’ tarzı filmlere göre ‘Split’teki şiddet daha hafif, fakat yine de ‘Sybil’le karşıtlığı çok belirgin. Sybil filmi için bkz. https://www.youtube.com/watch?v=jBK4X6GBWqI&t=4156s

[4] ‘Kevin Hakkında Konuşmalıyız’, buradan izlenebilir: https://www.youtube.com/watch?v=dPz9vN99u_Q&t=1588s

[6] Başkişinin adının ‘Tarık Ali’ olması, Marksist-Troçkist yazar Pakistanlı-İngiliz Tarık Ali’nin adının iyi bilinmesi ve kolayca akılda kalmasından ileri geliyor olabilir.

[8] Bu soruların gerçek yaşamla doğrudan bağlantısını ele alabilmek için, Bianet’in ‘erkek şiddeti’ etiketli haberleri incelenebilir. Bkz. https://bianet.org/konu/erkek-siddeti

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder