Sırça
Köşkler, Fildişi Kuleler: Daha Eşitsiz Bir Dünyaya Doğru
Prof.Dr. Ulaş Başar Gezgin, ulasbasar@gmail.com
Twitter: ProfUlas
Dünya çok adaletsiz, varlık ve gelir uçurumu devasa. Bunlar
yeni değil, bilinen hatta “böyle gelmiş böyle gider” misali kanıksanan olgular.
Ancak yine de, küresel eşitliksiz karşılaştırmalarına ilişkin olarak
söylenebilecek yeni sözler var. Bu yazı, o sözlerden oluşuyor ya da oluşma
çabasında…
Bu konuda küresel ve bölgesel bir karşılaştırma yapmamızı
sağlayan kaynaklardan biri, farklı ülkelerden yüzü aşkın araştırmacının
katkılarıyla hazırlanmış olan ‘Dünya Eşitsizlik Raporu’(*). Rapora göre, en
eşitlikli ülkeler Avrupa’da, en eşitsizler ise Batılı sömürgecilerin ‘Ortadoğu’
olarak adlandırdığı Güneybatı Asya’da. Karşılaştırma yapılırken şuna bakıyoruz:
Bir ülkenin en varlıklı % 10’u, ülkedeki malların mülklerin yüzde kaçına sahip?
Aynı yöntemle gelir düzeyini de karşılaştırabiliyoruz. Bir ülke ne kadar
eşitlikliyse, bu oran, o derece % 10’a yakın olmalıdır. Tam tersine, en
tepedekiler ülkede herşeyin sahibi olsalardı, oran, % 100 olmalıydı. Avrupa
ülkelerinde en tepedekiler malların mülklerin % 37’sine sahipken, Güneybatı
Asya için bu oran, % 61 kadar yüksek. Gelir adaletsizliğinin hızla arttığı
gözlemlenen Çin ve Rusya’da bu oranlar, sırasıyla % 41 ve % 46; ABD ve
Kanada’da ise % 47. Sovyetlerin çökmesine sevinen kapitalizm hayranları, on
yıllar içinde Rusya’yı bir Batı uydusu durumuna getirmeyi başaramadılar, ancak
kendileri kadar eşitsiz ve adaletsiz olmasını sağlamakta ne yazık ki başarılı
oldular. Adaletsiz toplumlar oldukları her yerlerinden belli olan Brezilya,
Hindistan ve Sahra altı Afrika ülkelerinde oran % 55.
Eşitsizliğin
ve Eşitliğin 4 Dinamiği
Peki bu farklar neden ileri geliyor? Sosyal devlet anlayışı
ve toplumsal hareketlerin gücünden; ve bu iki etmen, birbirlerinden bağımsız
değil. Bugün yavaş yavaş sönümlenmekte olan sosyal devletin Avrupa ülkelerinde
ortaya çıkışının altında temel olarak 4 dinamik vardı:
Birincisi, dünyayı vahşi bir biçimde kendi aralarında
paylaşan Avrupalı sömürgecilerin kendi ülkelerindeki toplumsal mücadeleleri
etkisizleştirmek için gani gani harcayabilecekleri muazzam artı-değerler
birikmişti. Bugün, o sömürgelerden gasp edilen kaynaklar, suyunu çekmeye doğru
gidiyor.
İkincisi, Avrupa’da toplumsal mücadeleler, adalet ve eşitlik
talepleri vd. tarihsel olarak oldukça güçlü idi. Avrupa, dünyanın en örgütlü
sendikalarının kalbiydi. Güçlülerdi, bu nedenle burjuva devletlere, ezilenler
yanlısı yasalar çıkarmaları ve halk dostu politikalar uygulamaları için baskı
uygulayabiliyor ve bunda başarılı olabiliyorlardı.
Üçüncüsü, Bolşeviklerin iktidara gelmesiyle birlikte, Avrupa
egemen sınıflarını devrim korkusu sarmıştı. Sosyal devlet modeli, Avrupa’da
Sovyet tipi devrimlerin gerçekleşmemesi için Avrupa halklarına bir tür
rüşvet/ödün gibi verilmişti. “Alın evi de maaşı da, alın da isyan etmeyin, bizi
zengin eden düzen tıkırında sürsün” denmiş oluyordu.
Dördüncüsü, insani taleplerdi, fakat bunlar ilk üç etmene
göre çok daha cılızdı. Bu taleplere göre, sosyal devlet, insanların insanca
yaşamasını sağlayacak bir modeldi. Böylelikle, kimse, açlıkla yoksullukla ıslah
edilmeyecek, insan olmanın onuru ve rahatlığıyla yaşayıp gidecekti. Suç
oranları da düşecekti.
Günümüze bakarsak, öncelikle, sömürgecilik çağı kapanmasa
da, başka biçimlerde sürüyor olsa da (örneğin askeri üsler, işgal tehditleri ve
ekonomik ve epistemik bağımlılık), Avrupa ülkeleri eski sömürgelerden eskisi
kadar ‘ekmek’ yiyemiyor. İkincisi, Sovyetlerin çöküşüyle birlikte,
egemenlerdeki devrim korkusu iyice zayıflamış durumda. Üçüncüsü, toplumsal
hareketler eskisi kadar güçlü değil. Dördüncüsü, 20. yüzyıldaki durumun tersine,
insancıl düşünce iyice marjinalleştirilmiş durumda. Kapitalizmi suçlamak yerine
kapitalizmin mağdur ettiklerini suçlamak moda oldu. Eşitsizlik, utanılan değil
övünülen bir nitelik kazanmış durumda. Yoksul ama iyi, onurlu, yiğit,
değerlerine ve ilkelerine göre yaşayanların yüceltilmesi gitti; onun yerini,
havuzlu villalarda yaşamaya özenen ve bunun için herşeyini şeytana satabilecek
‘gerçekçi’lerin övülmesi aldı.
Kamusal
Olanı Küçültmenin Bedeli
İşte bu dört etmeni (toplumsal artı-değer, devrim korkusu,
toplumsal hareketler ve insancıl düşünce), diğer ülkelerdeki eşitsizlikleri
yorumlamak için de kullanabiliriz. En eşitsiz olan Güneybatı Asya ülkelerinde
ve Sahra altı Afrika ülkelerinde doğal kaynaklardan ileri gelen büyük bir
artı-değer var; ancak devrim korkusu yok, toplumsal hareketler cılız ve
insancıl düşünce komada. Brezilya ve Hindistan’da bu iki coğrafyadakine göre
daha düşük düzeyde bir birikim olmakla birlikte, diğer etmenler geçerli.
Tartışma, diğer ülke ve coğrafyaları da kapsamak üzere genişletilebilir.
1980’den bu yana, en hızlı biçimde eşitsizleşen ülkeler
arasında, Çin ve Rusya’yı görmek şaşırtmıyor; çünkü bu, sosyalist modelden
uzaklaşmayla ilgili bir durum. Hindistan’daki hızlı eşitsizleşme de, sosyal
devlet modelinden uzaklaşmayla ilişkili. ABD’nin bu hızlı eşitsizlenenler
arasında kendine yer bulması ise, Reagan döneminde ivme kazanan neo-liberal
politikaların bir ürünü. Bu politikalar, hızlı özelleştirme, sermaye üzerindeki
denetimlerin kalkması, dışa açılma vb. gibi örneklerle gelir eşitsizliğini
uçurmuştu. Hesapta zenginden yoksula doğru bir kalkınma gerçekleşecekti, öyle
olmadı. Onun yerine, kamu malları zenginlere ucuza satılarak zengin daha
zengin, yoksul daha yoksul yapıldı.
Köle
İsaura’dan Günümüze
Brezilya ise, Jorge Amado ve Vasconcelos romanlarıyla
(örneğin, ‘Şeker Portakalı’) ‘Köle İsaura’ ve ‘%3’ gibi dizilere konu olacak
ölçüde istikrarlı bir biçimde eşitsiz. Onyıllar önce ne kadar eşitsizse bugün
de öyle. Bu durum ise, ‘sol iktidar’ görüntülü Brezilya hükümetlerinin aslında
bir arpa boyu kadar bile yol almadığını (ya da alamadıklarını,
aldırılmadıklarını) gösteriyor. Ülkede sınıflar, donmuş bir durumda ve sınıfsal
geçişkenlik tek yönlü: Yükselemezsin ama alçalabilirsin. Fakat diyelim ki bir milyon
yoksul içinden tek birisi zengin olunca haber oluyor; böylece kapitalizm,
herkesi zengin etmeye niyetliymiş gibi bir yanılsama yaratılıyor. 999,999
yoksulun yoksulluğu ise, gazetelerde değil uluslararası kuruluşların ‘vahvah’lı
raporlarında yer bulabiliyor ancak… Kapitalizmde, 1 milyon yoksuldan tek bir
kişinin zengin edilmesi kapitalizmin başarısı olarak sunulurken, 999,999
kişinin hâlâ yoksul kalması kapitalizmin değil yoksulların suçu olarak
görülüyor. Tersten baksak? Bu öyle bir düzen ki, 1 kişi zengin olsun diye
999,999 kişiyi aç bırakıyor...
Resme bu bağlamda yukarıdan aşağıya değil de aşağıdan
yukarıya da bakabiliriz: Böylelikle, en üsttekilerin ne aldığına ek olarak, en
alttakilerin durumunu inceleme olanağı buluruz. Dünya ölçeğinde baktığımızda,
en tepedeki % 1’in varlık oranlarının iyice yükseldiğini, en alt % 10’un ise
iyice yoksullaştığını görüyoruz. Bu, Avrupa için de geçerli. Toplumsal adaleti
gözeten politikalar rafa kaldırıldıkça bu uçurum açılıyor. 2008’deki finansal
ekonomik ‘bunalım’da, şirketlerini batıran yöneticilere ceza yerine ‘çılgın’
ödüller veren zihniyet, bu uçurumu derinleştirenlerin başında geliyor. En
zenginlere daha çok yatırım yapsınlar diye ‘bahşedilen’ vergi kolaylıkları ve
hatta muafiyetleri, kamu mallarının yağmalanması, yolsuzluk, rüşvet vb.
bunların hepsi, bu resme etki ediyor. En tepedekiler, küresel kazanç artışından
çok büyük paylar alırken, en alttakilerin maaşı, enflasyon karşısında eriyor,
maaş artışı yetersiz oluyor ve de işsizlik, gelir durumunu eksiye düşürüyor.
Öneriler
Sermaye başta olmak üzere üretim araçları mülkiyetindeki
eşitsizlik, dünyayı daha büyük bir gelir ve varlık adaletsizliğine götürüyor.
Daha adil bir dünya, adil bir devlet modeli ve daha fazla kamu kaynağını
gerektiriyor. “Ama kamu verimli değil” savı ise, konuya çok yönlü bir bakışla
yaklaşmadığı için, bir ideolojik propaganda aracı niteliği kazanıyor. Verim
sağlamanın binbir yolu var. Çok çalışan emekçinin kendini değil de işvereni
zenginleştirdiği özel sektör de verimsiz olabiliyor. Verim, mülkiyetten değil
yönetim modelinden ileri geliyor. Kamu işletmeleri de özel işletmeler de,
yönetim modeline göre verimsiz de verimli de olabilir/olabiliyor. Bir çalışan,
hakkı olan ne kadar çok verilirse, kendisine ne kadar insancıl bir çalışma
ortamı sağlanırsa, o kadar iyi çalışır, işini severek yapar. Çalışanların maaş
artışları ayrıca ekonomiyi de canlandırır.
Daha adil bir dünya için, ürün ve hizmet vergilendirmesi
yerine, gelire göre artan bir vergilendirme uygulaması söz konusu olmalıdır. Bu
uygulamanın türlü dalavereyle arkasından dolaşılıyor. Gelir hiyerarşisindeki en
alttakilerden değil, en tepedekilerden alınacaklarla kamu kaynakları yeniden
oluşturulmalı; halka yeni istihdam olanakları yaratılmalıdır. Vergi
cennetlerinde kara paraların aklanması, bütün halka zarar vermektedir;
önlenmelidir. Finans dünyası özellikle mercek altına alınmalıdır.
Tüm düzenlemelere karşın, sonuçta kapitalizm, eşitsizlik
üstüne kuruludur. Düzeltim önerileri, toplumsal çelişkileri ancak bir nebze
hafifletecektir. Sonul çözüm, kapitalizme değil ötesine bakmaktan geçecektir.
(*) Bkz. Alvaredo, F., Chancel, L., Piketty, T., Saez, E. ve
Zucman, G. (2019). World Inequality Report. World Inequality Lab. https://wir2018.wid.world/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder