Marksist
Tarihyazımı Öldü mü?: Ruhuna El Fatiha ve Nice Yaşlara!
Prof.Dr.
Ulaş Başar Gezgin, ulasbasar@gmail.com
Twitter:
ProfUlas
Marksist
tarihyazımı öldü mü? Sovyetlerin yıkılmasıyla birlikte, Marksist tarihyazımının
da öldüğünü söyleyenler var; oysa bu, 2 nedenle doğru değil. Birincisi,
Marksist tarihyazımı, Sovyetler ya da daha sonra kapitalistleşen Çin’in
tekelinde değildi ve olmadı. Türkiye başta gelmek üzere birçok ülkede, Sovyet
yanlısı da Çin yanlısı da olmayan güçlü sol hareketler vardı. Bu sol hareketler
de Marksist’ti ve tarihi Marksist açıdan yorumluyorlardı. Bu üçüncü grup,
çeşitli eğilimlerden oluşuyordu. Bunların içinde en güçlü akım, Küba başta
olmak üzere Latin Amerika’dan esinlenen kurtuluş hareketleriydi. Bu hareketler,
sömürgecilik karşıtı mücadelelerinde işçi sınıfını tarihin tek öznesi olarak
görmediler. Tek bir sınıf indirgemeciliğinden çok, halk kesimlerine yönelik
olarak çalışma yürüttüler. Halkın değişik kesimleri vardı, tarih de kalıptan
çıkmış ikiliklerle yorumlanamazdı. Bunlar Sovyetlerin katı sınıfsal
çözümlemelerinin tersine, ezen-ezilen ve sömüren-sömürülen gibi karşıtlıklar
üzerinden halkın değişik kesimlerine yöneldiler. Bu yöneliş hem onların daha da
yaygınlık kazanmasını sağladı hem de ileride gelecek tarihyazımı eklerini
benimsemelerini kolaylaştırdı. Bu üçüncü grupta ayrıca Sovyetlerin çeşitli
politikalarından rahatsız olarak Sovyet yanlısı parti ve hareketlerden
ayrılanlar da vardı. Bunlar Sovyetlerin dışında Marksist bir tarihyazımı çabası
içindelerdi. Arif Dirlik, Howard Zinn, Eric Hobsbawm, E.P. Thompson ve hatta
Dipesh Chakrabarty, ilk akla gelen isimler.
Özetle,
burada andığımız birinci neden şu: Sovyetler yıkılınca Marksist tarihyazımı
ölmedi, çünkü Sovyet yanlısı ve Çin yanlısı oluşumların dışında kalan,
özellikle Latin Amerika solundan esinlenen kurtuluşçu hareketler vardı. Bunlar
tarihi siyasetleriyle birleştirirken, Marksizm’i daha esnek bir biçimde
yorumladılar.
Sovyetlerin
yıkılmasıyla Marksist tarihyazımının ölmemesinin ikinci nedeni ise, Marksist
tarihyazımının Sovyetler dışında çeşitli alanlara ve akımlara evrilmesiydi. Bir
kere, Marksist bakış, toplumsal tarih, ekonomik tarih, emek tarihi, devrim
tarihi vb. yeni alanların ortaya çıkmasını sağladı. Marksist tarihyazımı, bu
bağlamda, çeşitli öğeleri atılarak, genişletilerek ya da güncellenerek, sınıf
tanımının genişletilmesine ve sınıf dışındaki çeşitli toplumsal boyutların da
ele alınmasına ön ayak oldu. Böylelikle, ırk, toplumsal cinsiyet, etnik farklar
vb.’ye ek olarak, işçi sınıfı dışında kalan köylülük ve en alttakiler de
araştırma konusu yapılmış oldu. Bu çalışmaların önemli bir bölümünde temel esin
kaynağı Marksizm olmakla birlikte, araştırmacılar ne kendilerini ne de
çalışmalarını Marksist olarak adlandırıyorlar. Yine de Marksist tarihyazımının
bu çalışmalar üstündeki etkisi ve bunlara katkısı yadsınamaz.
Tarihyazımları
tarihinde (evet, tarihyazımlarının da bir tarihi vardır ve hatta
tarihyazımlarının tarihyazımları da vardır), Marksist tarihyazımı gerçekten
ilginç bir yer tutuyor. Dünyanın bütün ülkelerine ve halklarına uygulanmış olan
başka bir tarih anlayışı bulunmuyor. Marksist tarihyazımının, Eskimolarla
Slovakları, Zulularla Korelileri vb. bir araya getiren oldukça geniş bir
coğrafi kapsama alanı var. Tarihsel kapsama alanı da, türümüzün ilk gününe
kadar geriye gidebiliyor. Marx ve Engels’te, çözümleme ve yorumlama kapsamının
insanımsılara kadar uzandığını görüyoruz. Daha somut bir örnek ise, Neil
Faulkner’ın ‘Neandertallardan Neoliberallere Marksist Dünya Tarihi’ adlı
çalışması…
Bu örnekten
de anlaşılacağı üzere, Marksist tarihyazımı, tarih öncesine, insanın yazıdan
önce insan olma çabasına da uygulanmıştır. Bir Marksist arkeoloji kavramı
ortaya atılmış ve bir dönemler çeşitli araştırmaların yapılmasında öncü rolü
üstlenmiştir. Örneğin, tarih öncesi dönemlerden kalma mezarlar bulunduğunda,
ölülerin nasıl ve hangi ölüm nesneleriyle gömüldüğü ve aralarında gömülme
bağlamında bir ayrımın yapılıp yapılmadığı üzerinden, bu toplulukta köleciliğin
geçerli olup olmadığı sonucuna varılabilmektedir. Bu, ilkel toplumdan köleci
topluma geçişteki çeşitli eşlikçi süreçler ile yakından ilişkilidir.
Soğuk Savaş
döneminde ve sonrasında, Marksist tarihyazımından vazgeçenler, genelde onu en
katı biçimde yorumlamış ve uygulamış olanlar oluyordu. Şematik ve dogmatik
yaklaşımlarını en doğru bakış olarak sunuyorlar; fakat yıllar içinde eldeki
kuramın şematik ve dogmatik sürümünün gerçek yaşamla ve tarihsel bulgularla
uyumsuzluğu iyice ortaya çıkınca, şematik ve dogmatik bakışlarını değiştirmek
yerine, Marksist tarihyazımına toptan sırt çeviriyorlardı. Bu kesimi, Marx’ın
belli konularda yanılmış olabileceğine ikna etmek çok zordu. Fazlasıyla sekter,
fazlasıyla bağnaz bir savunu içindelerdi. Oysa devrim, Marx’ın tahmininin
tersine, en ileri sanayi ülkelerinde gerçekleşmedi. İkincisi, feodalizmden
kapitalist aşamayı yaşamadan sosyalizme geçmek her zaman kuramsal bir sorun
doğurdu. Üçüncüsü, Sovyetlerin çöküşü, kimi yorumlara göre, tarihsel bir sıra
izleyen sosyo-ekonomik düzenlerde geriye dönüş olmayacağı tezini geçersiz
kıldı. Dördüncüsü, kimi ülkeler, tarihsel sıralamaya zaten tam anlamıyla
uymuyordu. Buna bir çözüm olabileceği umuduyla, Asya tipi üretim tarzı
kavramsallaştırması sık sık tartışıldı. Oysa bu sıralamaya böyle bir istisna
katmanın başka sorunlar doğuracağı gözden kaçıyordu: Bir kere 4 milyarlık
Asya’nın çeşitliliği göz ardı edilip bu kadar insan tek bir kategoriye
hapsediliyordu. Dahası, bir kıtaya ayrı bir üretim tarzı vermek, başka kıtalar
için ve hatta bölgeler için de aynısını yapmak gibi bir sonucu doğurabilirdi.
Bu durumda, Afrika tipi üretim tarzı, Latin Amerika tipi üretim tarzı ve hatta
Antarktika tipi üretim tarzı gibi yeni kavramların ortaya atılmasının önünde
bir engel kalmıyordu; fakat bunların kuramsal sorunları çözmekten çok, yeni
sorunlar doğuracağı çok açıktı. Aynı biçimde, bölgesel düzeyde, Balkan tipi
üretim tarzı ve Doğu Avrupa tipi üretim tarzı gibi kavramlar bile ileri
sürülebilirdi.
Birçok
tarihçi, Marksist tarihyazımının betimsel ve öğüt verici öğelerini birbirinden
ayırarak yoluna devam etti. Marksist tarihyazımı olmadan tarih yazmak ve sosyal
bilim yapmak düşünülemezdi. Bu, betimsel yöndü. Marksizm, sınıf gerçeğine
odaklandığı için, günümüzü ve tarihi anlamak ve yorumlamak için olmazsa
olmazdı. Böylelikle Marksist olmayan fakat Marksist tarihyazımı kavramlarını
işe koşan tarihçiler sayıca arttı. Sorunun büyüğü, betimlemede değil öğüt verme
aşamasındaydı. Devrim nasıl yapılacaktı? Niteliği ve içeriği nasıl olacaktı?
Hakça bir düzen nasıl kurulacaktı? Bu konuda görüş ayrılıkları çoktu ve
Sovyetlerin çöküşüyle bu ayrılıklar iyice arttı.
Son dönemde
sık sık karıştırılsa da, liberal tarihyazımı ile Marksist tarihyazımı büyük
oranda ayrışır: Liberal bakış, özgürlük söylemi üzerinden son çözümlemede
kapitalizmi ve egemen sınıfları olumlar. Marksist bakışta ise, eşitlik çok daha
önemli bir taleptir. ABD’nin dünyayı kendince tanımladığı biçimiyle ‘özgürlük’
yaymak için bombalaması manidardır; Amerikan çıkarları için savaşan yerel
güçlere ise terörist yerine özgürlük savaşçısı payesini vermekten geri durmaz.
Marksist tarihyazımı, maddi koşullara dayanır. Özgürlük bir düşüncedir ve
sınıflı toplumlarda sınıflar üstü bir karşılığı yoktur. Ho Amca’nın onyıllar
önce bize anımsattığı gibi, sermaye düzeninde anayasal özgürlükler herkes
içindir; ama herkes pratikte bunlardan yararlanamaz. Bu nedenle liberal bakışın
özgürlük söylemi yanıltıcıdır. Özgürlük adı altında, egemen sınıflar ve
devletlerin çıkarlarına uygun bir tarihçilik anlayışı dayatılmaktadır.
Betimsel
düzeyde bakıldığında, Marksist tarihyazımı nelerin tersidir; diğer bir deyişle
nelerin alternatifidir? Biraz da buna bakalım: Üstün kişilikler, büyük adamlar,
yönetenlerin ya da seçkinlerin yaşamı (saraylı tarih), milliyetçi, şovenist,
ırkçı, cinsiyet ayrımcısı, ezenlerin zulmünü iyi, gerekli, zorunlu, meşru ya da
kaçınılmaz gösteren bir tarihçilik, halk tarihinin yerini devlet tarihinin
alması, halkın refahı yerine devletin bekasının sorunsallaştırılması vb. gibi
yanıtlar, ilk akla gelenler. Marksist tarihyazımında siyaset geri planda,
ekonomi ve toplumsal yaşam ise daha büyük bir ağırlıktadır. Bu, onun
yönetenlerin değil yönetilenlerin tarihini yazma çabasından ileri gelir.
Osmanlı tarihi, Marksist tarihyazımına göre bir padişahlar geçidi değildir;
tersine, bir isyanlar geçididir. Padişahların yazdığı şiirler, yeniçerilerin
yaşamından ya da sarayın getirdiği vergi sisteminden daha önemli değildir.
Marksist
tarihyazımı, tarihsel çatışmaların taraflarının kendi içlerindeki çeşitliliği
ve iç farklılıkları gözler önüne serer. Örneğin, çatışmalar, Türkler ile
Yunanlılar arasında gerçekleşmenin ötesinde, iki tarafın egemen sınıflarının
alt sınıfları savaşa koşması biçiminde yerli yerine oturtulur. Bunun muhteşem
bir örneğini, Yunanistan Komünist Partisi’nin kurucuları arasında yer alan
Marksist tarihçi Yannis Kordatos vermektedir. Kordatos, Yunanistan’ın
Osmanlı’ya karşı verdiği kurtuluş savaşını, hamasetten ve zafer çığlıklarından
uzak bir biçimde sınıflar ittifakı ve çatışması üzerinden yorumlar. Osmanlı
egemen sınıflarıyla Yunan egemen sınıflarının Osmanlı’nın bölgeyi elinde
tutmasını sağlayan ve bunu meşrulaştıran ittifakı, nasıl olmuştur ki çatırdayıp
bağımsızlığa yol açmıştır… Soruyu böyle koyar. Aynı biçimde, İstanbul’un
Osmanlı açısından fethi, Bizans açısından düşüşü, Bizans içindeki hangi
çatışmalar sonucu olanaklı duruma gelmiştir? Soru budur… Tarih boyunca birçok
iç savaş ve savaş bağlamında olduğu gibi, Bizans halkı da son kuşatma sırasında
kendi içinde kutupsallaşıp ikiye bölünmüştü ve bu bölünme, Bizans’ın vergi
sistemi ve yok olmaya doğru giderken vergilerin iyice arttırılması gibi olgular
dolayısıyla sınıfsal bir nitelikteydi.
Biz kuramını
yapalım ya da yapmayalım, Sovyetler sonrası toplumda, Marksist tarihyazımı,
Marksizm’in özündeki birtakım kavramsal sorunların, eksikliklerin ve
eskiliklerin üstesinden gelmiştir ve kuramsal düzlemde olmasa da uygulamada
önemli ilerlemeler kat etmiştir. Örneğin, erken dönem Marksçı düşüncedeki erkek
sanayi işçisi vurgusu, kadın işçilerin ve sanayi kolu dışındaki işçilerin
mücadelesiyle genişlemiş ve çeşitlenmiştir. Artık kitabi Marksistlerin ve
Marksologların ileri sürdüklerinin tersine, bu erkek sanayi işçisi vurgusunun
getirdiği hatalı çözümlemeler, uygulamada çoktan aşılmıştır. Aynı biçimde,
Marks’ın yaşadığı dönemde, dünyada çok az bağımsız devlet vardı; dünyanın çoğu,
Avrupalı güçlerce sömürge yapılmıştı. Bu nedenle, Marks’ın sömürgelere ilişkin
çözümlemeleri yeterince ayrıntılı değildi. Bu da, Marx’a yönelik
Avrupa-merkezcilik eleştirisini gündeme getiriyordu. Oysa bugün genelde
Marksizm ve özelde Marksist tarihyazımı, bütün dünyada uygulanmıştır,
böylelikle bu açık kuramda olmasa da uygulamada çoktan kapatılmıştır.
Günümüzün
Marksist tarihyazımı, 19. yüzyıldaki hayranlık uyandırıcı ve fakat kısıtlı veri
ve kapsama dayanan Marksist bakışın oldukça ilerisine geçmiştir. Örneğin,
Marx’ın ve ilk Marksçıların kadınların seçme ve seçilme haklarının olmadığı bir
dönemde kadınları savunduğu ve savunmanın ötesinde işçi örgütlerinde üst
düzeyde temsil edilmelerini destekleyip bunu uygulamaya döktüğünü biliyoruz.
Fakat bu erken kadın yanlısı tutumlar, Marksist tarihyazımının bir parçası
henüz olmamıştı; kuram ile uygulama buluşmamıştı. Bugün feminist bakış,
Marksist tarihyazımının olmazsa olmaz bir öğesidir. Kadın emeğinin sömürüsü,
genel emek sömürüsünün ötesinde ayrıca incelenmeyi gerektirir. Ekonomik
kalkınma, birçok örnekte, kadın emeğinin üçlü sömürüsüne dayanır: Çalışma
ortamında sınıf ve cinsiyet temelli sömürü ve işçilerin dinlenip yeniden
çalışmasının temel direği olan, görünmez kılınan ve karşılığı ödenmeyen ev
emeği eksenli sömürü. Diğer yönden bakarsak, feminizm de Marksizm’siz eksik
kalmaktadır. Marksizm’siz bir feminist tarihyazımı, tarihteki kadın
hükümdarlara odaklanacak, alt sınıflardan olan kadınların katkısını dikkate
almayacaktır. Oysa bir kadının hükümdar ya da şirket yöneticisi olduğu
örneklerde, sınıfı cinsiyetinin önüne geçmekte, siyasal ya da ekonomik etkinlik
içindeki yüksek konumu, onu sömürülen cinsiyetten olmasına karşın egemen
sınıflar katına çıkarmaktadır.
Görüldüğü
gibi, Marksist tarihyazımına ilişkin ölüm ilanları asılsızdır. O, dünyada
ezilenlerin mücadelelerinde zaten sürekli olarak yaşıyordu; fakat ayrıca
halkçı, kurtuluşçu ve eleştirel tarihyazımı akımlarında var olmaya ve var
etmeye devam etmekte ve onu sürekli olarak güncelleyenler sayesinde gün be gün
ölümsüzlüğe doğru yelken açmaktadır. Ölen, Sovyet tipi, şematik, dogmatik,
güncellemeye değil kitabi alıntılara dayanan çakma Sovyet tarihyazımıdır.
Ruhuna el Fatiha…
Ve doğum
günün kutlu olsun, halkçı, kurtuluşçu ve eleştirel Marksist tarihyazımı, ister
asıl adını koru, ister koruma!!! Biz ki senin cemaziyelevvelini biliriz ve
sularını hangi dağlardan topladığını ve hangi denizlere dökülüp hangi
okyanuslara karışacağını! Nice yaşlara hep birlikte!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder