Videolar

16 Nisan 2021 Cuma

Marksist Tarihyazımı Öldü mü

 

Marksist Tarihyazımı Öldü mü?: Ruhuna El Fatiha ve Nice Yaşlara! 

 

Prof.Dr. Ulaş Başar Gezgin, ulasbasar@gmail.com

Twitter: ProfUlas

 

Marksist tarihyazımı öldü mü? Sovyetlerin yıkılmasıyla birlikte, Marksist tarihyazımının da öldüğünü söyleyenler var; oysa bu, 2 nedenle doğru değil. Birincisi, Marksist tarihyazımı, Sovyetler ya da daha sonra kapitalistleşen Çin’in tekelinde değildi ve olmadı. Türkiye başta gelmek üzere birçok ülkede, Sovyet yanlısı da Çin yanlısı da olmayan güçlü sol hareketler vardı. Bu sol hareketler de Marksist’ti ve tarihi Marksist açıdan yorumluyorlardı. Bu üçüncü grup, çeşitli eğilimlerden oluşuyordu. Bunların içinde en güçlü akım, Küba başta olmak üzere Latin Amerika’dan esinlenen kurtuluş hareketleriydi. Bu hareketler, sömürgecilik karşıtı mücadelelerinde işçi sınıfını tarihin tek öznesi olarak görmediler. Tek bir sınıf indirgemeciliğinden çok, halk kesimlerine yönelik olarak çalışma yürüttüler. Halkın değişik kesimleri vardı, tarih de kalıptan çıkmış ikiliklerle yorumlanamazdı. Bunlar Sovyetlerin katı sınıfsal çözümlemelerinin tersine, ezen-ezilen ve sömüren-sömürülen gibi karşıtlıklar üzerinden halkın değişik kesimlerine yöneldiler. Bu yöneliş hem onların daha da yaygınlık kazanmasını sağladı hem de ileride gelecek tarihyazımı eklerini benimsemelerini kolaylaştırdı. Bu üçüncü grupta ayrıca Sovyetlerin çeşitli politikalarından rahatsız olarak Sovyet yanlısı parti ve hareketlerden ayrılanlar da vardı. Bunlar Sovyetlerin dışında Marksist bir tarihyazımı çabası içindelerdi. Arif Dirlik, Howard Zinn, Eric Hobsbawm, E.P. Thompson ve hatta Dipesh Chakrabarty, ilk akla gelen isimler.

 

Özetle, burada andığımız birinci neden şu: Sovyetler yıkılınca Marksist tarihyazımı ölmedi, çünkü Sovyet yanlısı ve Çin yanlısı oluşumların dışında kalan, özellikle Latin Amerika solundan esinlenen kurtuluşçu hareketler vardı. Bunlar tarihi siyasetleriyle birleştirirken, Marksizm’i daha esnek bir biçimde yorumladılar. 

 

Sovyetlerin yıkılmasıyla Marksist tarihyazımının ölmemesinin ikinci nedeni ise, Marksist tarihyazımının Sovyetler dışında çeşitli alanlara ve akımlara evrilmesiydi. Bir kere, Marksist bakış, toplumsal tarih, ekonomik tarih, emek tarihi, devrim tarihi vb. yeni alanların ortaya çıkmasını sağladı. Marksist tarihyazımı, bu bağlamda, çeşitli öğeleri atılarak, genişletilerek ya da güncellenerek, sınıf tanımının genişletilmesine ve sınıf dışındaki çeşitli toplumsal boyutların da ele alınmasına ön ayak oldu. Böylelikle, ırk, toplumsal cinsiyet, etnik farklar vb.’ye ek olarak, işçi sınıfı dışında kalan köylülük ve en alttakiler de araştırma konusu yapılmış oldu. Bu çalışmaların önemli bir bölümünde temel esin kaynağı Marksizm olmakla birlikte, araştırmacılar ne kendilerini ne de çalışmalarını Marksist olarak adlandırıyorlar. Yine de Marksist tarihyazımının bu çalışmalar üstündeki etkisi ve bunlara katkısı yadsınamaz.

 

Tarihyazımları tarihinde (evet, tarihyazımlarının da bir tarihi vardır ve hatta tarihyazımlarının tarihyazımları da vardır), Marksist tarihyazımı gerçekten ilginç bir yer tutuyor. Dünyanın bütün ülkelerine ve halklarına uygulanmış olan başka bir tarih anlayışı bulunmuyor. Marksist tarihyazımının, Eskimolarla Slovakları, Zulularla Korelileri vb. bir araya getiren oldukça geniş bir coğrafi kapsama alanı var. Tarihsel kapsama alanı da, türümüzün ilk gününe kadar geriye gidebiliyor. Marx ve Engels’te, çözümleme ve yorumlama kapsamının insanımsılara kadar uzandığını görüyoruz. Daha somut bir örnek ise, Neil Faulkner’ın ‘Neandertallardan Neoliberallere Marksist Dünya Tarihi’ adlı çalışması…

 

Bu örnekten de anlaşılacağı üzere, Marksist tarihyazımı, tarih öncesine, insanın yazıdan önce insan olma çabasına da uygulanmıştır. Bir Marksist arkeoloji kavramı ortaya atılmış ve bir dönemler çeşitli araştırmaların yapılmasında öncü rolü üstlenmiştir. Örneğin, tarih öncesi dönemlerden kalma mezarlar bulunduğunda, ölülerin nasıl ve hangi ölüm nesneleriyle gömüldüğü ve aralarında gömülme bağlamında bir ayrımın yapılıp yapılmadığı üzerinden, bu toplulukta köleciliğin geçerli olup olmadığı sonucuna varılabilmektedir. Bu, ilkel toplumdan köleci topluma geçişteki çeşitli eşlikçi süreçler ile yakından ilişkilidir.

 

Soğuk Savaş döneminde ve sonrasında, Marksist tarihyazımından vazgeçenler, genelde onu en katı biçimde yorumlamış ve uygulamış olanlar oluyordu. Şematik ve dogmatik yaklaşımlarını en doğru bakış olarak sunuyorlar; fakat yıllar içinde eldeki kuramın şematik ve dogmatik sürümünün gerçek yaşamla ve tarihsel bulgularla uyumsuzluğu iyice ortaya çıkınca, şematik ve dogmatik bakışlarını değiştirmek yerine, Marksist tarihyazımına toptan sırt çeviriyorlardı. Bu kesimi, Marx’ın belli konularda yanılmış olabileceğine ikna etmek çok zordu. Fazlasıyla sekter, fazlasıyla bağnaz bir savunu içindelerdi. Oysa devrim, Marx’ın tahmininin tersine, en ileri sanayi ülkelerinde gerçekleşmedi. İkincisi, feodalizmden kapitalist aşamayı yaşamadan sosyalizme geçmek her zaman kuramsal bir sorun doğurdu. Üçüncüsü, Sovyetlerin çöküşü, kimi yorumlara göre, tarihsel bir sıra izleyen sosyo-ekonomik düzenlerde geriye dönüş olmayacağı tezini geçersiz kıldı. Dördüncüsü, kimi ülkeler, tarihsel sıralamaya zaten tam anlamıyla uymuyordu. Buna bir çözüm olabileceği umuduyla, Asya tipi üretim tarzı kavramsallaştırması sık sık tartışıldı. Oysa bu sıralamaya böyle bir istisna katmanın başka sorunlar doğuracağı gözden kaçıyordu: Bir kere 4 milyarlık Asya’nın çeşitliliği göz ardı edilip bu kadar insan tek bir kategoriye hapsediliyordu. Dahası, bir kıtaya ayrı bir üretim tarzı vermek, başka kıtalar için ve hatta bölgeler için de aynısını yapmak gibi bir sonucu doğurabilirdi. Bu durumda, Afrika tipi üretim tarzı, Latin Amerika tipi üretim tarzı ve hatta Antarktika tipi üretim tarzı gibi yeni kavramların ortaya atılmasının önünde bir engel kalmıyordu; fakat bunların kuramsal sorunları çözmekten çok, yeni sorunlar doğuracağı çok açıktı. Aynı biçimde, bölgesel düzeyde, Balkan tipi üretim tarzı ve Doğu Avrupa tipi üretim tarzı gibi kavramlar bile ileri sürülebilirdi.

 

Birçok tarihçi, Marksist tarihyazımının betimsel ve öğüt verici öğelerini birbirinden ayırarak yoluna devam etti. Marksist tarihyazımı olmadan tarih yazmak ve sosyal bilim yapmak düşünülemezdi. Bu, betimsel yöndü. Marksizm, sınıf gerçeğine odaklandığı için, günümüzü ve tarihi anlamak ve yorumlamak için olmazsa olmazdı. Böylelikle Marksist olmayan fakat Marksist tarihyazımı kavramlarını işe koşan tarihçiler sayıca arttı. Sorunun büyüğü, betimlemede değil öğüt verme aşamasındaydı. Devrim nasıl yapılacaktı? Niteliği ve içeriği nasıl olacaktı? Hakça bir düzen nasıl kurulacaktı? Bu konuda görüş ayrılıkları çoktu ve Sovyetlerin çöküşüyle bu ayrılıklar iyice arttı.

 

Son dönemde sık sık karıştırılsa da, liberal tarihyazımı ile Marksist tarihyazımı büyük oranda ayrışır: Liberal bakış, özgürlük söylemi üzerinden son çözümlemede kapitalizmi ve egemen sınıfları olumlar. Marksist bakışta ise, eşitlik çok daha önemli bir taleptir. ABD’nin dünyayı kendince tanımladığı biçimiyle ‘özgürlük’ yaymak için bombalaması manidardır; Amerikan çıkarları için savaşan yerel güçlere ise terörist yerine özgürlük savaşçısı payesini vermekten geri durmaz. Marksist tarihyazımı, maddi koşullara dayanır. Özgürlük bir düşüncedir ve sınıflı toplumlarda sınıflar üstü bir karşılığı yoktur. Ho Amca’nın onyıllar önce bize anımsattığı gibi, sermaye düzeninde anayasal özgürlükler herkes içindir; ama herkes pratikte bunlardan yararlanamaz. Bu nedenle liberal bakışın özgürlük söylemi yanıltıcıdır. Özgürlük adı altında, egemen sınıflar ve devletlerin çıkarlarına uygun bir tarihçilik anlayışı dayatılmaktadır.

 

Betimsel düzeyde bakıldığında, Marksist tarihyazımı nelerin tersidir; diğer bir deyişle nelerin alternatifidir? Biraz da buna bakalım: Üstün kişilikler, büyük adamlar, yönetenlerin ya da seçkinlerin yaşamı (saraylı tarih), milliyetçi, şovenist, ırkçı, cinsiyet ayrımcısı, ezenlerin zulmünü iyi, gerekli, zorunlu, meşru ya da kaçınılmaz gösteren bir tarihçilik, halk tarihinin yerini devlet tarihinin alması, halkın refahı yerine devletin bekasının sorunsallaştırılması vb. gibi yanıtlar, ilk akla gelenler. Marksist tarihyazımında siyaset geri planda, ekonomi ve toplumsal yaşam ise daha büyük bir ağırlıktadır. Bu, onun yönetenlerin değil yönetilenlerin tarihini yazma çabasından ileri gelir. Osmanlı tarihi, Marksist tarihyazımına göre bir padişahlar geçidi değildir; tersine, bir isyanlar geçididir. Padişahların yazdığı şiirler, yeniçerilerin yaşamından ya da sarayın getirdiği vergi sisteminden daha önemli değildir.

 

Marksist tarihyazımı, tarihsel çatışmaların taraflarının kendi içlerindeki çeşitliliği ve iç farklılıkları gözler önüne serer. Örneğin, çatışmalar, Türkler ile Yunanlılar arasında gerçekleşmenin ötesinde, iki tarafın egemen sınıflarının alt sınıfları savaşa koşması biçiminde yerli yerine oturtulur. Bunun muhteşem bir örneğini, Yunanistan Komünist Partisi’nin kurucuları arasında yer alan Marksist tarihçi Yannis Kordatos vermektedir. Kordatos, Yunanistan’ın Osmanlı’ya karşı verdiği kurtuluş savaşını, hamasetten ve zafer çığlıklarından uzak bir biçimde sınıflar ittifakı ve çatışması üzerinden yorumlar. Osmanlı egemen sınıflarıyla Yunan egemen sınıflarının Osmanlı’nın bölgeyi elinde tutmasını sağlayan ve bunu meşrulaştıran ittifakı, nasıl olmuştur ki çatırdayıp bağımsızlığa yol açmıştır… Soruyu böyle koyar. Aynı biçimde, İstanbul’un Osmanlı açısından fethi, Bizans açısından düşüşü, Bizans içindeki hangi çatışmalar sonucu olanaklı duruma gelmiştir? Soru budur… Tarih boyunca birçok iç savaş ve savaş bağlamında olduğu gibi, Bizans halkı da son kuşatma sırasında kendi içinde kutupsallaşıp ikiye bölünmüştü ve bu bölünme, Bizans’ın vergi sistemi ve yok olmaya doğru giderken vergilerin iyice arttırılması gibi olgular dolayısıyla sınıfsal bir nitelikteydi.

 

Biz kuramını yapalım ya da yapmayalım, Sovyetler sonrası toplumda, Marksist tarihyazımı, Marksizm’in özündeki birtakım kavramsal sorunların, eksikliklerin ve eskiliklerin üstesinden gelmiştir ve kuramsal düzlemde olmasa da uygulamada önemli ilerlemeler kat etmiştir. Örneğin, erken dönem Marksçı düşüncedeki erkek sanayi işçisi vurgusu, kadın işçilerin ve sanayi kolu dışındaki işçilerin mücadelesiyle genişlemiş ve çeşitlenmiştir. Artık kitabi Marksistlerin ve Marksologların ileri sürdüklerinin tersine, bu erkek sanayi işçisi vurgusunun getirdiği hatalı çözümlemeler, uygulamada çoktan aşılmıştır. Aynı biçimde, Marks’ın yaşadığı dönemde, dünyada çok az bağımsız devlet vardı; dünyanın çoğu, Avrupalı güçlerce sömürge yapılmıştı. Bu nedenle, Marks’ın sömürgelere ilişkin çözümlemeleri yeterince ayrıntılı değildi. Bu da, Marx’a yönelik Avrupa-merkezcilik eleştirisini gündeme getiriyordu. Oysa bugün genelde Marksizm ve özelde Marksist tarihyazımı, bütün dünyada uygulanmıştır, böylelikle bu açık kuramda olmasa da uygulamada çoktan kapatılmıştır.

 

Günümüzün Marksist tarihyazımı, 19. yüzyıldaki hayranlık uyandırıcı ve fakat kısıtlı veri ve kapsama dayanan Marksist bakışın oldukça ilerisine geçmiştir. Örneğin, Marx’ın ve ilk Marksçıların kadınların seçme ve seçilme haklarının olmadığı bir dönemde kadınları savunduğu ve savunmanın ötesinde işçi örgütlerinde üst düzeyde temsil edilmelerini destekleyip bunu uygulamaya döktüğünü biliyoruz. Fakat bu erken kadın yanlısı tutumlar, Marksist tarihyazımının bir parçası henüz olmamıştı; kuram ile uygulama buluşmamıştı. Bugün feminist bakış, Marksist tarihyazımının olmazsa olmaz bir öğesidir. Kadın emeğinin sömürüsü, genel emek sömürüsünün ötesinde ayrıca incelenmeyi gerektirir. Ekonomik kalkınma, birçok örnekte, kadın emeğinin üçlü sömürüsüne dayanır: Çalışma ortamında sınıf ve cinsiyet temelli sömürü ve işçilerin dinlenip yeniden çalışmasının temel direği olan, görünmez kılınan ve karşılığı ödenmeyen ev emeği eksenli sömürü. Diğer yönden bakarsak, feminizm de Marksizm’siz eksik kalmaktadır. Marksizm’siz bir feminist tarihyazımı, tarihteki kadın hükümdarlara odaklanacak, alt sınıflardan olan kadınların katkısını dikkate almayacaktır. Oysa bir kadının hükümdar ya da şirket yöneticisi olduğu örneklerde, sınıfı cinsiyetinin önüne geçmekte, siyasal ya da ekonomik etkinlik içindeki yüksek konumu, onu sömürülen cinsiyetten olmasına karşın egemen sınıflar katına çıkarmaktadır.

 

Görüldüğü gibi, Marksist tarihyazımına ilişkin ölüm ilanları asılsızdır. O, dünyada ezilenlerin mücadelelerinde zaten sürekli olarak yaşıyordu; fakat ayrıca halkçı, kurtuluşçu ve eleştirel tarihyazımı akımlarında var olmaya ve var etmeye devam etmekte ve onu sürekli olarak güncelleyenler sayesinde gün be gün ölümsüzlüğe doğru yelken açmaktadır. Ölen, Sovyet tipi, şematik, dogmatik, güncellemeye değil kitabi alıntılara dayanan çakma Sovyet tarihyazımıdır. Ruhuna el Fatiha…

 

Ve doğum günün kutlu olsun, halkçı, kurtuluşçu ve eleştirel Marksist tarihyazımı, ister asıl adını koru, ister koruma!!! Biz ki senin cemaziyelevvelini biliriz ve sularını hangi dağlardan topladığını ve hangi denizlere dökülüp hangi okyanuslara karışacağını! Nice yaşlara hep birlikte!

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder