Dini Siyasete Alet Ederek Komünizm
Propagandası Yapmak:
Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın Eyüp Sultan
Konuşması Üzerine
Prof.Dr. Ulaş Başar Gezgin, ulasbasar@gmail.com
Twitter: @ProfUlas
‘Eyüp Sultan Konuşması’, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın
(1902-1971) 1957 yılında Menderes döneminde yaptığı, dini siyasete alet ederek
komünizm propagandası yapmak suçlamasıyla hapis cezasına çarptırılmasına yol
açmış seçim konuşması. Evet, bunu okuyan bir daha okuyor! Din üzerinden
komünizm propagandası suçlaması... Fıkra gibi ama gerçek...
Konuşma, 32 sayfalık bir kitapçık olarak basılarak gelecek
kuşaklara aktarılmış.[1]
“Oyunuzu bize verin” gibi basit bir cümleye başvurmadan, en azından, Eyüplü
emekçilerin neden düzen partilerine oy vermemesi gerektiğini anlatan bir metin...
Suçlamanın tersine, konuşmanın yalnızca başında dini konular var, onlar da
doğrudan komünizmle ilgili değil; gerisi ise ekonomi ve bürokrasi çözümlemesi.
Fakat Eyüplülerin bu konuşmanın tümünü anladığını hiç sanmıyoruz, çünkü ileri
düzeyde bir metin. Öte yandan dün yazılmış gibi güncel. Bu nedenle, bu yazıda,
bu konuşmayı anımsatmak istiyoruz.
Halife Ömer’in Adaleti
Kıvılcımlı, konuşmayı İslam’dan kimi sözlerle açar ve
konuyu emeğe bağlar. Üslubu dikkat çekicidir: Sürekli olarak soru sorup
yanıtlayarak ilerler. Dinleyicilere ‘vatandaşlarım’ ve ‘işçi kardeşlerim’ diye
hitap eder. Sonra ezan okunur, bekler (belki de dindar emekçilere yönelik
konuşma yapmak için doğru bir zaman değildir, ya da tam da namaz öncesi
olduğundan belki de en doğru zamandır). Kıvılcımlı, Halife Ömer’in adaletini
anımsatır. Halifeye ganimetten herkesten fazla pay aldı diye halktan herhangi
biri hesap sorabilir; hatta herkesin ortasında yüzüne “sen hırsızsın”
diyebilir. Bunun için kellesi uçurulmaz, gerekçesi öğrenilir; davranışı,
haklıysa da haksızsa da eleştiri kabul edilir. Bu anlayışa göre, İslami
demokrasi budur; oysa 1950’lerde çoktan bu demokrasi ve adalet anlayışının
gerisine düşmüşüzdür. Bu kavram, daha sonra bize Avrupa’dan hesap verebilirlik
(accountability) adıyla geri gelmiştir, oysa İslam’ın özünde vardır.[2]
Çıkar İçin Müslüman Olanlar
Kıvılcımlı, konuşmada, İslam tarihine, tarihsel diyalektik
açısından muhalif bir anlayışla bakarak, isim vermemekle birlikte Alevi-Şii
tarihyazımıyla yakınlaşır. Ona göre, peygamber ve 4 halife devrinde adalet
vardı; oysa Emevi halifeliğiyle birlikte adalet de kalmaz demokrasi de... Bunun
nedeni ise, sonradan çıkar amaçlı olarak Müslüman olmuş olan Muaviye gibilerin halifeliği
ele geçirmesidir. Muaviye’nin babası Ebu Süfyan, peygambere karşı savaşmış,
yenilince kılıç zoruyla Müslüman olmuştu. Bu bağlamda, Kıvılcımlı, ‘Müellifetül-kulûb’
sözünü anar: “Hz.Muhammed zamanında, yeni müslüman olup, kalpleri İslam’a
ısındırılmak ya da müslüman olmadıkları halde, zararları bertaraf edilmek
amacıyla devlet gelirlerinden kendilerine mal ve değerli eşya verilen nüfuzlu
kimseler”.
Pahalılık ve Milli Gelir
Sonra Menderes’e bağlanır konu. Bugün de geçerli olan şu
sözleri söyler Kıvılcımlı:
“Eğer bugünkü iktidara bakarsak, memlekette her yer güllük
gülistanlık... Pahalılık denilen şey de yoktur. Öyle mi vatandaşlarım?
Evet, pahalılık bazı kimseler için yoktur. Günde 2 bin
lira kazanan bir insan için, fasulye 1 lira da olsa, 4 lira da olsa, hiç fark
etmez. O kimse belki de sadece pirzola yiyecektir... Onun için pahalılığın manası mı olur?.. Ama
günde 4 lira ücret alan bir işçi vatandaş için fasulyenin1 liradan 4 liraya
çıkması, çoluk çocuğunun o gün ekmeksiz kalması demektir.”
Daha sonra, halkı “kişi başına düşen gelir arttı” diyerek
kandıran iktidara yüklenip halka gerçeği anlatır: Sözde (nominal) değerler,
fiyatlar arttıkça artar; asıl gösterge, gerçel (reel) değerlerdir. Maaşlar % 10
artar, fiyatlar ise % 20 artarsa, vatandaş zarardadır. Bunu olabildiğince basit
bir dille anlatır. TL’deki değer kaybını, altını ve alım gücünü ölçü alarak
açıklar. Kıvılcımlı, TL’nin değer kaybetmesi ve hayat pahalılığını devletin
bezirganlara sağladığı olanaklara bağlar. Bu bezirganlar, malları pahalıdan
alıp ucuza satarlar ve zararlarını hep devlet karşılar. Bu, bize ‘hayali
ihracat’ sahtekarlığını anımsatır.
Yine bugün güncelliğini koruyan şu ifadelerle devam eder
konuşmasına: “Eskiden padişah emrederdi; halk onun fermanına boynumuz kıldan
ince derdi. Bugün diyorlar ki: "Sen, bana oyunu verdin. Kendi oyunla,
senin emrinle iktidara geçtim. Eh, ne yapalım, pahalılık oldu ise, kabahati
yine sensin. Getirmeseydin bizi iktidara!"”
Meclis ve Vekil Eleştirisi
Kıvılcımlı, listelerinde asker ve bürokrat kökenli
isimlere ağırlık veren partileri eleştirir:
“Yahu, bu adamlar, şahsen ne kadar iyi olurlarsa olsunlar,
daima yukarıdan bir şefin emrine itaat etmeyi çok defa kanuna itaat etmekten üstün
saymış insanlardır.
(...)
Yahu, bunlar memur.. Bunlar yukarıdan, amirden emir almaya
alışmış insanlar. Bunlar aşağıdan, halktan, milletten emir almayı bilmiyorlar.
Öyle öğrenmemişler,(...).
(...)
O zaman ne oluyor? Falan dairede memur iken 500 lira alıyorsa, mebus oldu mu, 2000 liraya 3000
liraya kondu mu, aman maaşıma birşey gelmesin, neme lazım, falan... Herşeye peki demek zorunda kalıyor. (...)
Binaenaleyh, Vatan Partisi bu gibi mahzurları düşünerek,
bir kere asker ailesine bağlanan maaş ne ise, mebusa da o maaş verilsin, diyor.
(...) onun maaşı bir vatandaşın geçiminden fazla oldu mu,
o maaşın kulu oluverir.”
Yandaş Basının ‘Hür’lüğü
Kıvılcımlı’nın yandaş basın eleştirisi de dikkate değer:
“Ben her memleketin gazetelerini okurum, naçizane... Hiçbirinde
bu bizim memleket gazeteleri gibi kendisine: "Biz hür gazeteyiz!" diyen
görmedim. Sadece gazetedirler. Bizimkiler: "Hür gazete!"dir: "Hür
Basın!..."
Fakat, millete yarar tek bir hakikati ortaya koymama hususunda
hepsi müttefiktirler. Milletle alakalarını kesmiş olmak hürriyetse, o bakımdan hürdürler.
Hürriyetle alakaları yok.
Alnının ortasına basmış "Hür basın" Neden? Çünkü
şüphesi var kendisinden, şüphesi var vicdanından, şüphesi var hürriyetinden... Hür
değil.
Ama ona hür olmasın diye bir mecburiyet mi
dayatılmış? Milletin menfaatini ortaya koymasın
diye bir kanuni baskı mı var ona? Yalan vatandaşlarım. O sadece kendi menfaatini
güden bir müessese olarak, gazeteci yalnız sırça saray kurup sefa sürmeyi düşündüğü
için, millet namına yaldızlı lafları savurmak suretiyle, milletin fakir fukarasını
düşünmeyen partileri, yalnız o partileri, davul zurna çalmak suretiyle, millete
matahmışlar gibi göstermek suretiyle, kendi geçimini, kendi zevkini, kendi cennetini
kurmakla meşguldür.”
Türkiye Halk Cumhuriyeti Talebi
Kıvılcımlı’nın radikal bir halk demokrasisi yanlısı olduğu
açıkça anlaşılır. Ona göre, vali gibi idareciler ve hakim gibi devlet
görevlileri de halka sorularak iş başına gelmelidir. Halk, beğenmediği yasalar
için imza toplama hakkına sahip olmalı, imzalar belli bir sayıya ulaştığında
referanduma gidilmelidir. Halkın zararına çalışan vekillerin azledilmesi için
oylama yapılabilmelidir. Öte yandan, devlet memuru sayısının azaltılması
yanlısıdır. Ne kadar az memur olursa, devlet harcaması o kadar az olur,
böylelikle devletin halka hizmet götürmek için ihtiyaç duyduğu kaynak artar. Şişirilmiş
kamu istihdamına karşıdır özetle. Devletin gereksiz harcamaları kısması
gerekir. Pahalı devlet yerine eskisi gibi ucuz devlet olmalıdır. Başka
ülkelerde bakanların işe tramvayla ve bisikletle gitmesi ve evlerinde hizmetçi
olmaması örnek alınmalıdır.
Şeker Fabrikası Açmak Neden Yanlış?[3]
Şeker fabrikalarının özelleştirilmesi çok konuşuldu.
Kıvılcımlı’nın bu konuda farklı bir görüşü var. Ona göre şeker gibi hafif
sanayi alanları yerine, makine üreten fabrikalar anlamına gelen ağır sanayiye
odaklanılmalıydı:
“Yaptın şeker fabrikası. Yapmaz olaydın, diyeceğim geliyor.
Evet; yapılsın şeker fabrikası amma, bu memleketin köylüsü asırlarca tatlısını kendi
pekmezinden yemedi mi, vatandaşlar? Bu memlekette ilk şeker fabrikası kurulduğu
zaman, reklam olsun diye, Halk partisi köylülere şeker getirmişti. Yani şeker satılsın
diye! Şeker lazım diyelim, her zaman, amma birinci ihtiyacımız değildir. Biz
pekmezimizle de idare ederdik. Ne oldu üzümlerimiz? Bağlarımızı verelim inhisara
[Tekel İdaresine], çıksın alabildiğine tonlarca rakı, yığsın milletin başına ispirto, zehirlesin halkımızı.
Sonra şeker fabrikası kursun. Alkışlayalım!... Bu mu? Bu memlekete şeker fabrikasından
evvel, makina yapan fabrika lazım, vatandaşlarım. Ondan sonra, bir makina yapmaya
başladık mı, iki sene içinde şeker fabrikasını da kurarız, çimento fabrikasını da
kurarız, yollarımızı da kurarız, herşeyimizi yaparız. Hem harice on paramız gitmez.
Ve o kurulan fabrikalarda benim vatandaşım, benim milletim, benim işçim ekmek bulur.”
***
Bugün kimilerine göre bilgi çağındayız. Her yerden bilgi
fışkırıyor. Sık yinelenen bir sözde olduğu gibi, “ağzı olan konuşuyor”. Bu
konuşmalardan çok çok azı, geleceğe kalacak. Eyüp Sultan Konuşması, dönemine
ait güncel bir konuşma metni olmasına karşın, öngörülü niteliğiyle bugün bile
dün yazılmış hissi uyandırıyor. Anımsatalım istedik...
[1] Konuşmanın başında şöyle bir not var:
“MAHKEMECE VERİLEN SURETTİR
(Vatan Partisinin 15.10.1957 Salı günü
saat: 13.00-17.00 arasında Eyüp Meydanı'nda takip ettiği açık hava
toplantısında Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın diktafonla tespit edilen konuşmasıdır.)”
Dr. Kıvılcımlı, bu konuşmadan 20 gün
sonra, anılan suçlamayla tutuklanacaktır. Konuşma mahkeme kaydı olarak korunmuş
oluyor.
[2] Bu son cümle, bizim çıkarsamamız. Bir de şu var: Konuşmada,
İslam’da demokrasi dışı olan birçok uygulamaya (örneğin kölelik) girilmiyor.
[3] Şeker kaynaklı hastalıkları düşünürsek zaten yanlış ama
Kıvılcımlı’nın başka bir gerekçesi var.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder