Tek Anımsananlar Geleceğe Yatırım
Yapmış Olanlar Olacak
Prof.Dr. Ulaş Başar Gezgin, ulasbasar@gmail.com
Twitter: ProfUlas
Gezegenimizde toprak paylaşımı üç aşağı beş yukarı
tamamlandı. Kimi tartışmalı bölgeler elbette var; ancak Antarktika bile çoktan
paylaşılmış durumda. Bu durum, bugün teknik olarak zor olmakla birlikte, dünya
dışındaki uzayın paylaşımı tartışmasını getiriyor. Uzayı düzenlemeye yönelik
uzay hukuku yeni yeni geliştiriliyor. Elbette bu, güçlü olanın hukuku: Bugün
insanlı uzay aracı yapabilen yalnızca 3 dünya gücü bulunuyor: ABD, Rusya ve
Çin. Rusya, Sovyetler Birliği’nin mirasçısı olarak bu teknolojilere sahipken,
Çin, yarışa sonradan katılmasına karşın ipi göğüsleyen, uyanan dev olarak
dikkat çekiyor ve ilgi uyandırıyor.
Aslında, 1960’ların gelecek kestirimlerinde bugün çoktan
başka gezegenlere insanlı mekikler göndermiş durumda olacaktık; oysa uzay
araştırmaları büyük bir tarihsel olayın beklenmedik bir yan etkisi olarak hız
kesti ve kendi kış uykusuna yattı. Bu olay, Sovyetlerin çöküşü idi. Olumlu ve
olumsuz birçok görüş olmakla birlikte, Stalin döneminde Sovyetler Birliği,
köylü, geri kalmış bir toplum olmaktan çıkıp uzaya ulaşmış ve böylelikle ABD’ye
kafa tutar duruma gelmişti. İki süper güç de, karşı tarafın uzay
araştırmalarında galip geleceğinden korkarak, bu araştırmalara daha fazla
kaynak ayırıyordu. Uzaya ilk köpeğin (Laika) ve sonrasında ilk insanın (Yuri
Gagarin) gönderilmesiyle Sovyetler bir adım öne geçmişti; ancak ABD, Neil
Armstrong’u aya göndererek, durumu dengelemişti. 1960’lardan sonra, iki ülke
arasında kimi zaman çatışmanın kimi zamansa dayanışmanın öne çıktığı bir uzay
olayları zinciriyle karşılaşıyoruz. Fakat Sovyetler çöküp de ABD ve onun
akademisi, ABD’yi galip ilan edince, uzay araştırmalarına daha az kaynak
ayrılmaya başlandı. Uzay araştırmalarının kış uykusuna yatması tam da bundan
kaynaklandı.
Bugün dünyada siyasal ve ekonomik konumları ne olursa olsun,
bütün dünya ülkeleri, uzaya çıkmak için bu üç ülkeye muhtaç. Küresel imge ve
algı, tersi yönde olsa da, uzay yarışında Japonya, Çin’in; Almanya ise
Rusya’nın gerisinde. Peki bundan sonra ne olur? Uzay araştırmaları yeniden hız
kazanır mı? Bu, Rusya’nın yeniden güç kazanmasına ve Çin’in yükselişine bağlı.
Rusya’nın ekonomik göstergeleri - acı ama gerçek - Sovyetler dönemindeki
düzeyine daha yeni yeni ulaşıyor. Çin ise, uzay araştırmalarına saygınlık
simgesi olarak kaynak aktarıyor. Çin’e göre, uzaya çıkıp orada etkin olabilmek,
bir dünya gücü olmanın göstergesi ve o konumu korumak için bir zorunluluk.
Çin’in uzay yürüyüşü, Yeni İpek Yolu (Kuşak ve Yol) projesinin küresel
ölçekteki başarısına da bağlı. Oradan gelecek artı-değerin küçük de olsa bir
bölümü, uzay araştırmalarına aktarılacak.
Uzay araştırmaları için gelecek kestirimleri son derece
önemli. İnsanlık tarihinin en büyük örgütlenme biçimlerinden olan devletler,
büyük şirketler ve onların aralarında ve kendi içlerinde oluşturdukları
kuruluşlarda ‘kısa-erimcilik’ (short-termism) olarak adlandırılan bir hastalık
söz konusu olabiliyor. Bu hastalık, örgütsel ve kurumsal başarıyı, haftalık,
aylık, çeyreklik ya da yıllık dilimlerle değerlendirme eğilimine karşılık
geliyor. Değerlendirme ölçütü kısa erim olunca, yöneticiler de koltuklarını
korumak için, günlük, aylık, yıllık başarılara yöneliyorlar. Böylelikle bu yıl
başarılı olan, ancak bir yıldan ötesini göremediği için sonraki yıl çöküşe
geçen örgüt ve kurumlarla karşı karşı kalıyoruz. Uzay araştırmaları da, bu
kısa-erimcilikten olumsuz etkilenenler arasında. Uzayın fethi hem daha çok
kaynak hem de uzun erimli planlama gerektiriyor.
Aslında uzay araştırmalarını sekteye uğratan kaynak kıtlığı
tezi de kesinlikle doğru değil. Sorun, kıtlık değil öncelikler. Dünyada
futbolda ve eğlence dünyasında çok büyük paralar dönüyor. Bu iki sektöre daha
az kaynak ayrılıp bilime daha çok fon sağlansa, Türkiye de gezegenimiz de
bambaşka bir noktada olacaktı. Dolayısıyla, sorun, kıtlık değil, öncelik. Fakat
durum şakaya gelir gibi değil: Kimin önceliği günü kurtarmak, futbol ve eğlence
değil de bilim ve uzay olursa, gelecek onun olacak. Ve sonra biz, “neden
kalkınamadık” diye sormaya devam edeceğiz. İşin ilginci, önümüzdeki onyıllarda
bu soruyu sorarken, küresel Batı’ya değil, Çin’e bakıyor olacağız. “Çin neden
kalkındı da biz yerimizde saydık?” diye sorup duracağız.
Kısa-erimcilik konusuna geri dönelim: Elbette geleceği
tümüyle öngöremeyiz; ancak kimi olası senaryolar üstüne çalışıp geleceğe karşı
daha hazırlıklı olabiliriz. Uzun erimli düşünmek, Çin kültürünün bir parçası.
Bizim de bu tür düşünceyi memleketin doğal hali durumuna getirmemiz gerekiyor.
“Kervan yolda düzülür” gibi anlık hareketler, kimi durumda yararlıdır; ama uzay
konusunda, “yumurta kapıya dayanınca” düşünüyor olmamalıyız.
Son dönem uzay araştırmaları, yapay zeka ve otomasyon
tartışmalarıyla birlikte anılıyor. Neden? Çünkü otomasyon, daha çok,
makinelerin daha ucuza yapabileceği rutin el işleri için ve insan ölümlerine
yol açabilecek riskli işler için kullanılıyor. Uzay araştırmaları, belli
rutinlerden oluşuyor ve insan yaşamı için risk oluşturuyor. Örneğin, bir
gezegenin atmosferinden ya da yüzeyinden, daha sonra değerlendirilmek üzere
örnek alınması ya da bu örneğin, bulunduğu ortamda çözümlenmesi, bu örneğin ve
bulunduğu ortamın fotoğraflanması vb. gibi işlemler, üst düzey zeka
gerektirmiyor; bunlar makinelerin yapabileceği işler.
Uzay araştırmaları, er ya da geç, madenciliğin önünü
açacaktır. Başka gezegenler, maden yatakları olarak değerlendirilecektir. Bu
madenlere sahip olan devletler, geleceğin süper güçleri olmayı sürdürecekler.
Uzay madenleri neden önemli? Önemleri, birinci olarak, elbette ekonomik
değerlerinden ileri geliyor. İkinci olarak ise, madenler, uzay mekiklerinin ve
uzay yerleşimlerinin enerji gereksinimlerinin dünyaya bağımlı olması sorununu
çözmüş olacak.
İnsanlık olarak, başka gezegenlerden enerji üretir duruma
geldiğimizde, uzay araştırmaları, yolculukları ve yerleşimleri için çok büyük
mesafe kat edilmiş olacak. Diğer bir deyişle, “uzay mekikleri ve yerleşimleri o
kadar enerjiyi nasıl bulacak? Hafif ve uzun süre dayanan bir enerji türü
bulmadan bu sorunu çözmek olanaksız” biçimindeki yaygın anlayışın alternatifi
var. Başka gezegenlerde enerji üretimi başladığında, bu soru ve anlayış
geçersizleşecek. Bu dünya dışı enerji üretimi çabalarının ilk durağı, kuşkusuz,
Ay olacaktır. Ay, önümüzdeki on yıllarda büyük dönüşüm geçirerek, süper
güçlerin üsleriyle dolup taşacak. Ay’a baktığımızda eskisi gibi bir Aydede ya
da Çinlilerin gördüğü gibi bir Aytavşanı değil, üslere karşılık gelen birtakım
yeni karartılar görüyor olacağız ve hatta patlayan noktalar... Ay paylaşımının
1. ve 2. dünya savaşları gibi büyük ölçekli paylaşım savaşlarına yol açması
şaşırtmayacak.
Uzak gelecekte, küresel ısınmanın iyice baskın çıktığı
cehennemsi bir dünyada yalnızca elinde başka gezegenlere taşınma olanağı
bulunmayan ülkelerin kalacağını öngörebiliriz. Dünya şu anki nüfus artışı
hızını ve doğaya verilen zarardaki ivmeyi onyıllarca karşılayacak kadar
dayanıklı değil. Bugünkü aldırmazlık ve tembellik, yarın kimi ülkeleri yeryüzü
cehennemine mahkum edecek.
Dikkate değer bir başka senaryoda ise, insanlık, dünyada
yüksek gelirli ülkeler ile düşük gelirli ülkeler arasındaki ilişkilere benzer
biçimde, gezegene büyük zarar verip iklim değişikliğine neden olan ağır
sanayiyi dünya dışına taşıyarak dünyayı kirlilikten arınmış yeşil bir gezegene
dönüştürüyor. (*) Oysa bu iyimser senaryonun varsayımları hatalı: Birincisi,
bazı doğal kaynaklar, yenilenemez biçimde yok oluyor. “Önce kirletelim, sonra
temizleriz” gibi bir yaklaşım, bu kaynakları geri getiremeyecek. İkincisi,
insanlığın, ağır sanayiyi dünya dışına taşımak için gerekli olan teknolojiyi ne
kadar sürede icat edip yaygınlaştıracağını bilemiyoruz. Bu, uzun bir zaman
dilimine yayılırsa, dünyanın sonradan yeşil bir cennete dönüştürülme girişimi
de o derece olanaksızlaşacak. Üçüncüsü, bu anlayış, sanki kirletmek ağır
sanayinin doğasında varmış, başka bir tür üretim olamazmış gibi yanlış bir
varsayıma dayanıyor. Dördüncüsü, bu senaryo, kirliliğin ve genel olarak çevreye
verilen zararın ağır sanayi dışındaki kaynaklarını görmezden gelmiş oluyor.
Dolayısıyla, bu senaryonun gerçekleşme olasılığının çok düşük olduğunu
düşünüyoruz.
Gelecek bizim olacaksa, futboldaki ya da eğlence
dünyasındaki değil bilimdeki başarılarıyla anılan bir ülke olmalıyız. Maçlardan
sonra değil bir Türkiyeli bilim insanının başarısından sonra sokaklara dolup
taşmalıyız. Bu, çocuklara ve gençlere de rol modeli olarak astronomik ücretlerle
haksız kazanç elde eden futbolcular ve şovmenler yerine, memlekete ve insanlığa
hizmet etmek için yaşayan ve gerekirse bunun için her tür rahatı ve hatta
canını feda etmeye hazır bilim insanını alkışlayarak başlayacak. Dış güçler tam
da futbolla yatıp kalkan bir Türkiye istiyorlar. Memleketimiz kalkınsın
istemiyorlar. Böylece ülkemizin geri kalmışlığı sonsuza dek sürmüş olacak.
Kalkınmanın, ilerlemenin ve kendini geleceğe taşımanın yolu,
bilim ve düşünce insanlarına saygı ve maddi-manevi destekten geçiyor. Ülkemizin
ilmiye sınıfı, hangi siyasi görüşte olursa olsun, memlekete hizmet etme ve onu
geleceğe taşıma noktasında desteklenmelidir. Bugünkü siyasi kavgalar gelip
geçici; yarının dünyasında hiç biri anımsanmayacak. Tek anımsananlar, geleceğe
maddi ve manevi yatırım yapmış olanlar olacak.
Dipnot:
(*) Campa, R., Szocik, K., & Braddock, M. (2019). Why
space colonization will be fully automated. Technological Forecasting and
Social Change. doi: 10.1016/j.techfore.2019.03.021
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder