Bilim
ve İlerlemecilik Üzerine: Bilime Karşı Geleneklerin Diriltilmesine İtiraz
Prof.Dr. Ulaş Başar Gezgin, ulasbasar@gmail.com
Twitter: ProfUlas
Post-modernizm, neo-liberal ekonomik modelle birlikte, bilim
dünyasında da büyük bir tahribat yaptı. Bilim, sanki eleştirel başka bir yol
yokmuş gibi pozitivizmle ve ilerlemecilikle eşdeğer sayıldı ve bunlar gözden
düştüğüne göre bilim de gözden düşürülmüş oluyordu. Artık bilimler yerine
araştırmalar gözdeydi. Madem ki bilimdeki kesinlik ve nesnellik iddiaları rafa
kaldırılıyordu, o zaman daha yumuşak olan ‘araştırma’ sözü yeğlenecekti. Buna
göre, toplumun da kültürün de birer bilimi olamazdı; ancak araştırmaları
olabilirdi.
Bilim
Değil Araştırma mı/Çalışma mı?
Bu yaklaşım, bilim ile bilimdışı ayrımı hâlâ oldukça önemli
ve geçerli olduğu için, tümüyle yanlış. ‘Bilim’ yerine ‘araştırma’ ya da
‘çalışma’ dediğimizde, bir konuya bilimsel olmayan yollarla bakanları, batıl
inançları vb. dışarıda bırakmamış oluyoruz. Batıl inançlar, bilimin yöntemi
olamaz, ancak konusu, araştırma nesnesi olabilir. İlerlemecilik ise, tarihe
iliştirilmek zorunda değildir. Bilim tarihi de toplumsal tarih de,
ilerilik-gerilik ekseninde hâlâ yorumlanabilir niteliktedir: Örneğin, hak ve
özgürlüklerde ilerlemelerden ve gerilemelerden ve ilerlemelere karşı çıkan
gericiler ile bu ilerlemelerin önünü açmaya çalışan ilericilerden söz
edebiliriz. Diğer bir deyişle, yıllar geçtikçe her zaman daha da ileriye
gitmiyoruz; birçok alanda ilerlemeler ve gerilemeler olabiliyor. Geçen zamanla
gerçekleşen gelişmeler arasında doğrudan bir ilişki yok.
Bilim, gerçekte, kesin olmak zorunda değil; bu,
bilimselliğin ölçütlerinden yalnızca biridir ve her zaman her bilimsel öğe, tüm
bilimsel ölçütleri karşılamak zorunda değildir. Konuyu daha çok bir küme
kavrasallaştırmasıyla değerlendirmek daha doğru olacaktır. Buna bir örnek
olarak gelecekbilimi verebiliriz: Son zamanlarda, “geleceğin bilimi olmaz;
çünkü geleceği bilemeyiz; bu nedenle, bu alanın doğru adı ‘gelecek çalışmaları’
olmalıdır” biçimindeki görüş yaygınlaşıyor. Oysa, geleceğe ilişkin akıl
yürütmenin birtakım bilimsel yöntemleri bulunuyor. Gelecekbilimciler, “kafadan
atmıyor”lar; akıllarına estiği gibi yorum da yapmıyorlar. Ellerinde, senaryo
planlama gibi yöntemler var. Bu yöntemler, olası gelecekler üstüne bilimsel
fikirler geliştirmemizi sağlıyor. Bu nedenle, ‘gelecekbilim’deki ‘bilim’
sözcüğünün yerli yerinde kalması daha doğru olacaktır. Gelecekbilimin fizikle
birçok benzemezliğinin bulunması onun bilim sayılmasına engel değildir. Kümesel
bakıştan kastımız budur. Fiziğin özellikleri, bir bilgi alanının bilim sayılıp
sayılamayacağına ilişkin bir başölçü olmak zorunda değil.
Toplum
Mühendisliğinin Yapılmadığı Tek Bir Toplum Bile Yoktur
Toplum mühendisliği eleştirisi de aynı biçimde ilk bakışta
doğru gibi görünür; ancak, kapitalizmin kendisinin zaten toplum mühendisliği
olduğu unutulur: Şirketler, toplumu derinden etkileyecek kararlarında asla şeffaf
ve hesap verir bir konumda olmazlar; kamusal yarar da gütmezler. Sözgelimi,
pazarda hangi ürünlerin kaça bulunacağı bize sorulmaz; kentin silüetinin yeni
çirkinliklerle ne hâle getirileceğinde de yurttaşlar söz sahibi değildir. Bu
yıl kimlerin ne kadar sömürüleceği, çevrenin ne ölçüde kirletileceği vb. hiç mi
hiç sorulmaz. Oysa birçok büyük şirketin bütçesi, kimi küçük devletlerinkinden
bile daha büyüktür. Böyle bir sermaye sahibi olan kurumlar, toplum
mühendisliğinin en ‘ileri’ örneklerini sergilemektedirler. Dolayısıyla, toplum
mühendisliğinin devletlere özgüymüş gibi gösterilmeleri doğru değil. Devlet
ekseninde bakarsak, bakanlıklar ve bakanlar kurulunun kendisi, ‘liberal
demokrasi’ görünümlü olanlar da dahil olmak üzere bütün rejimlerde toplum mühendisliği
yaparlar. Örneğin, okullarda neyin okutulup okutulmayacağını belirlerler.
Gerçekte, toplumun var olup da toplum mühendisliğinin yapılmadığı bir toplum
yoktur. Bu, ancak el değmemiş ormanlarda özerk bir biçimde yaşayan ilkel
topluluklar ve benzerleri için geçersiz olabilir; ama onlar zaten tanım gereği,
toplum değil topluluklardır.(*)
Bilim,
Pozitivizmle Eşanlamlı Değildir
Post-modern tahribat, batıl inançlarla el ele verip “bilim
herşeyi açıklayamıyor” demekten hoşlanır. Oysa doğrusu, “pozitivist bilim
herşeyi açıklayamıyor” olacaktır; çünkü bilim son yıllarda genişleyip her tür
konuyu kapsama alanına alır duruma gelmiştir. ‘Ruhsal’ dünyalarımız için binbir
çeşit psikoloji akımı ve ilişkili terapi modeli bulunuyor. Daha önce hiç
dikkate alınmayan ‘astroloji’, artık gökbilim ekseninde olmasa da toplumsal
bilimler üzerinden bir araştırma konusu niteliği kazanmış durumda. ‘İlahiyat’
adıyla bir araştırma alanının (hatta fakültenin ve üniversitenin) varlığı bile,
bilimin ne kadar kapsayıcı olduğunu, “açıklanamaz” denilen olguları da
kapsadığını gösteriyor. Dinsel konulara bile bilimsel açıdan yaklaşılması
bekleniyor. Yazanla (ayet ya da sure) yorum (tefsir) ve aktarılanla (hadis)
uydurulan (rivayet) ayrımı yapılıyor.
İddia edilenin tersine, bugün antropoloji, halk bilgeliğini,
tıp ise geleneksel tıbbın ileri öğelerini dışlamıyor; bunlar artık bilimin bir
parçası olmuş durumdadır. Ama bu bilimi itibarsızlaştırma çabası, aynı zamanda,
insan sağlığı üstünde olumlu etkileri olmayan kimi geleneksel batıl inançlı
uygulamaları da bilime dahil etmeye çalışmaktadır. Halk kültüründe yeri olan
ileri teknikler zaten üniversitelerde kabul görüyor; fakat buradan batıl
inançlara dayalı uygulamaları da bilimle eşit saymamız gerektiği çıkarsanamaz.
Örneğin, ginsengin sağlığa faydaları bulgulanmış değil; ancak geleneksel tıpta
kullanımda olan lingji mantarı, artık eczanelerde de diğer ilaçlarla eşit
statüde satışa çıkarılıyor.
Çoğulcu, eleştirel ve özeleştirel bir bilim gerekli ve
olanaklıdır. Pozitivizmin eleştirisi bilimi dönüştürmekte kullanışlıdır.
Sonuçta bilim, dogmalarla değil eleştirerek geliştirme etkinliğiyle yoluna
devam eder. Anaakım bilim, devlet ve kapitalizmle olan ilişkisi bağlamında
tartışmaya açılmalıdır; ancak bu durum, onun tümüyle reddi anlamına gelmemektedir.
Küresel
Batı Dışına Gelenekleri Diriltme Projesini Dayatmanın Zararları
‘Bilimin tahakkümü’ne karşı çıkmak adına, düşük ve orta
gelirli ülkelerin bilimdışı ve öncesi geleneklere hapsedilmesi ve batıl
inançların diriltilmesi, sanıldığının tersine, insanlığı özgürleştireceğine,
dünya ölçeğindeki eşitsiz gelişim dinamiğini daha da güçlendirecektir. Bu
ülkelerin daha az değil, daha çok bilime gereksinmeleri var.
Bu yaklaşım, “‘Batı kültürünün başka ülkelere empoze
edilmesi’ni eleştireyim” diyerek eski sömürgeleri karanlığa mahkum etmektedir.
Ayrıca, marksist kavramlara yer vermemek için, sömürgecilik gibi kavramlar
özellikle kullanılmamakta; terimler cımbızla, dolaylı, imalı bir biçimde
seçilip kullanılmaktadır. Böylelikle bilgi sömürgeciliğini ‘sömürgecilik’
demeden tartışan ya da tartışmaya çalışan belirsiz bir söylem ortaya çıkmaktadır.
Sömürgecilik ile bilim, sanki birbirlerinden ayrılamazlarmış gibi bir bütün
olarak değerlendirilmektedir. Bilimin geçmişteki sömürgeci suç ortaklığı ise,
dine, özellikle de Hıristiyanlığa göre daha da ön plana çıkarılmakta ve sanki
bugün bilim, geçmişiyle hesaplaşmamış da günümüzdeki birçok kötülükten
sorumluymuş gibi yanlış bir izlenim uyandırılmaktadır.
Üstelik, bu tezleri ileri sürenler, konuya hâlâ küresel
Batı’dan Batılı bir bakışla yaklaşmaktadır. Bu görüşler, (eski) sömürülenlerin
bakış açısından bakmak yerine, (eski) sömürenlerin günah çıkarmasına ve bu
yöndeki itirafçılığına yaslanmaktadır. Oysa, (eski) sömürülenlerin açısından
bakıldığında daha farklı bir tablo ortaya çıkmaktadır: Sözgelimi, Çin için,
bilimsel-teknolojik gelişim yerine ve bunun alternatifi olarak batıl inançların
diriltilip yükseltilmesi, ülkenin çöküşüne giden yolun taşlarını (iyi niyetle
ya da kötü niyetle) döşemek anlamına gelecektir. Bu gelenekleri diriltme
önerisi, Çin’i 19. ve 20. yüzyılda defalarca işgale, yenilgiye, sömürgeleşmeye,
adil olmayan anlaşmalara vb sürüklemiştir. Dolayısıyla, bu tür diriltmeci
yaklaşımların Doğu Asya gibi bir bölgede pek bir alıcısı olmayacaktır.
Bu yaklaşımın siyasal sonucunu ise, Hindistan’da Hindu
milliyetçisi partinin icraatlarında görüyoruz. Orada bilim, Hindu kutsal
kitaplarıyla temellendirilmeye çalışılmaktadır. Seçimi kaybeden diğer yarı,
gelenekleri diriltme önerisinin bedelini ağır bir biçimde ödemektedir. En büyük
zararı da, ataerkil düzen altında korkunç baskı ve cinayetlere uğrayan Hindu ve
Müslüman kadınlar görmektedir. Özellikle kadınlar için bilim bir can simididir.
Kaldı ki gelenekler de türdeş değildirler. Örneğin, hangi onyılın/yüzyılın,
sarayın mı halkın mı, hangi bölgelerin, hangi yörelerin, hangi dinsel/inançsal yaygınlık
döneminin vb diriltileceği sorusunun da kolay bir yanıtı bulunmamaktadır.
Padişahlar arasında Osmanlı’yı yükselten mi çökerten mi örnek alınacak, bu
konuda bile bir oydaşma söz konusu değil.
Uzmanlar
Hata Yapar mı?
Uzmanlar elbette hata yapabilirler. İnsan zihni kısıtlıdır.
Ancak bunun çözümü, bilimsel temeli olmayan kesimlerin bilimsel konularda karar
verme hakkı kazanması değildir. Bilim kökenli olmayan yandaşların yönetiminde
bilim ileriye gidemez. Yandaşların ileri götüremeyeceği sabit olan bilimi
sandığa bağlamak onun iyice gerilemesine neden olacaktır. Felsefesiz,
tartışmasız, eleştirisiz, yorumsuz bilim olmaz; ama bilime ilişkin kararlar
tavla masalarında ya da rahlelerde alınamaz.
Bilim konusunda, halk-uzman kopukluğu eleştirisi büyük oranda
yanlıştır; çünkü günümüzde bilim insanı olmak yıllarca çok yoğun çalışmayı
gerektirmektedir. Halk için bilim ve yurttaş bilimi gibi akımlar önemli ve
değerlidir, fakat bunların halk-uzman uçurumunu tümüyle kapatması
beklenmemelidir. Herkes siyasetçi olabilir, ama bilim insanı olamaz. Bilim
elbette denetleniyor olmalıdır; ama onu denetleyenlerin en az bilim insanları
kadar eğitimli ve bilinçli olması gerekir. Özellikle hukukçulara büyük görevler
düşmektedir. Bilimsel etkinliklerin topluma verebileceği zararların öngörülüp
önlenmesi gereklidir. Bir doktor yanlış reçete yazabilir; bunun çözüm yeri
sandık değil hukuk olmalıdır. Reçete oylanamaz; ama hukuksal açıdan
değerlendirilebilir. Batıl inançların verdiği zararlar çok daha fazladır ve
bunların çözüm yeri de hukuktadır. Üfürükçülükten dolandırıcılığa, akla sayısız
örnek gelmektedir.
Bilimde tek bir çözüm olmaması olumsuz değil, olumlu bir
durumdur. Bilim, eskiden dışarıda bıraktığı çeşitliliği kendi bünyesine
katmıştır. 3 farklı doktorun farklı çareler önermesi, ancak bilimden
pozitivizmi anlayanlar için şaşırtıcı gelebilir. Bilim hızla ilerlemektedir;
bulgular yanında farklı yorumlar da söz konusudur. Herkesin ortak fikirde
olduğu durumlar olduğu kadar farklı fikirde olduğu örnekler de vardır. Hayat, bilimi
itibarsızlaştırma peşinde olanların sandığından çok daha karmaşıktır. Örneğin,
uzun ama sancılı yaşamak ile sağlıklı ama kısa yaşamak gibi bir ikilem, farklı
çözümleri getirecektir. Hayat kolay tanımlı basit sorunlardan ve onlar için
basit çözümlerden oluşmaz; o, yalnızca matematik ve bilgisayar ders
kitaplarında olur. Bilim, gerçekçi olacaksa, ki olması bir zorunluluktur, ondan
bilgisayar alanlarındaki gibi tanımlı, tek yolla tek çözüme giden bir düşünce
silsilesi beklenemez.
Bilim
mi Devletten Ayrılmalı, Devlet ve Kapitalizm mi Bilimden?
Post-modern tahribatın belli başlı sözcülerinden biri olarak
Paul Feyerabend’i görüyoruz. Ona göre, laiklikle birlikte dinin devletten
ayrılması gibi, bilimin de devletten ayrılması gereklidir (bkz. ‘Bilim Kilisesi
/ Özgür Bir Toplumda Bilim’ kitabı). Ona göre, veliler nasıl çocuklarının din
eğitimi alıp almaması konusunda [başka ülkelerde] seçme özgürlüğüne sahiptir;
bilim eğitimi alıp almama özgürlüğüne de sahip olmalıdır. Oysa düzenlenmesi
gereken, bilimin devlet üstündeki etkisi değil, devletin ve kapitalizmin bilim
üzerindeki etkisidir. Yapay zeka programları gibi örneklerde, bu çifte etkinin
tehlikelerini açıkça görebiliyoruz. İnsanlık ve kamu çıkarı ile devlet ve
şirket çıkarlarının çatışmaması olanaksızdır. Feyerabend gibi düşünürler, bunu
gözden kaçırmakla kalmıyor, aynı zamanda bilim ile bilim felsefesini birbirine
karıştırıyorlar. Belli bir bilim felsefesini eleştirerek bilimin tümünü
değersizleştirdiklerini sanıyorlar. Zincirleme yanlış çıkarımlar sonucu, bilimi
modern zamanların dini olarak sunuyorlar. Oysa bu şematik karşılaştırma, en
başından geçersiz olmaktadır. Bilimdeki sürekli gelişme çabası, dindeki eskiyi
koruma çabasıyla çelişki içindedir.
Bilimin
İtibarsızlaştırılması: “Koyun Bile Güdemiyorsun, Bari Bakkal Dükkanı Açsaydın”
Post-modern tahribatın uygulamadaki karşılığı, bilim
insanlarının bilim insanı olmayan liyakatsız yandaşlarca yönetilmesi, bilime
ayrılan bütçe ve kadronun azaltılması, belli tür konuların desteklenirken ve
ödüllendirilirken, diğerlerinin desteksiz ve ödülsüz bırakılması vb. biçiminde
kendini göstermektedir. Postmodern bir bakışla, bilim ve bilimdışı arasındaki
ayrım muğlaksa, bilim insanlarının liyakatsız insanlarca yönetilmesi elbette
şaşırtmıyor. Bilim insanı olmak, toplumda iyice değersizleştiriliyor. Emeğe
saygı tümüyle ortadan kalkıyor. “Okuyunca zaten ne oluyor” deniyor; “bakkal
dükkanı açsan daha çok kazanırdın”; ama bunu diyen aynı kişiler “gavur yapıyor
abi” deyip bilime değer verdiği için yükselişte olan ülkelere hayranlık
duyuyor. Profesörler ne de olsa “koyun bile güdemiyor”. Bilimin bir tür
ortaçağını yaşıyoruz.
Bilimin
Sorunlarının Köklerini Kapitalizmde ve Sosyolojide Aramak
Öte yandan, buradaki bilim savunusu, düz mantık, anaakım
bilimin kendi içindeki sorunlarını görmezden gelir nitelikte değildir. Bilimin
sermaye düzenindeki yapılanmasında, neo-liberal üniversite modeli, bilimsel
görüntülü ticari yayıncılık, bilimcinin bağımsızlığını engelleyen, onu bunalıma
sürükleyen çeşitli baskılar vd söz konusudur. Fakat sorunları olan herşeyi çöpe
atsaydık, demokrasiden başlayarak hemen hemen herşeyi gözden çıkarıyor
olmalıydık. Sermaye düzeninin bilime yansıttığı sorunların çözümü, bilimin
üstünü çizmek değil, sorunların kökenindeki kapitalizmin üstüne gitmekte
aranmalıdır.
Bilimin sosyolojik boyutunu elbette gözden kaçırmıyor
olmalıyız. Ama bu, her yöntemin kabul edilebilir olduğu gibi bir sonucu
doğurmaz. Bu yaklaşımlar, “dünya düzdür” diyenleri bilimsel bakışla eşitlermiş
gibi konumlandırıyor. Oysa bilim, yukarıda belirttiğimiz gibi, demokrasi değildir;
oylamayla belirlenemez. Aynı biçimde bilim etiği ile insan hakları gibi
evrensel ilkelerin iç içe geçmesi gerekli ve zorunludur. Bu açıdan, birçok
örnekte, pozitivizmdeki değer-olgu (öznellik-nesnellik) ayrımı geçersizleşir.
Örneğin, Nazi bilim insanları, teknik olarak birçok ilerlemeye imza
atmışlardır; ancak bilim etiğini ve insan haklarını ihlal etmişlerdir; onları
bugün iyi anmıyoruz. Bilimin etik doğrultusu, ancak bilgili ve bilinçli
yurttaşların (her seçmenin değil) oluşturacağı baskı gruplarıyla güvence altına
alınacaktır. Kâr amacı ve devlet çıkarı gütmeyen, aşağıdan yukarıya örgütlü
yurttaş bilimi girişimleri olmazsa olmaz. Başka bir bilim gerekli ve mümkün…
Sonuç:
Anaakım Bilimden Eleştirel Bilime Doğru
Bilim, dogma değil; değişir; beyazların, erkeklerin,
zenginlerin, seçkinlerin vb. ayrıcalıklı alanı olmak zorunda da değil… Eğitim
sisteminin “düzene uygun kafalar nasıl yetiştirilir?” sorusuna dayanması, başka
tür bir eğitimin olanaksız olduğunu da göstermiyor. Sorunlar, bilimin ve eğitimin
doğasında değil, onun toplumdaki kurulum biçimindedir.(**)
Genel olarak bilim değil, devletlerin ve şirketlerin
elindeki bilim, yurttaşı tutsak eder. Çözüm, batıl inançlarda değil, bilime
ilişkin yurttaş örgütlerinin güçlendirilmesidir. Yurttaşları bilimsel etkinliğe
yönelten yurttaş bilimi gibi uygulamalar, bu yönde atılmış olumlu adımlardır.
Aynı biçimde, bilimi devletler ve şirketlerin güdümünde
‘anaakım bilim’ ve insanlık ve kamu yanlısı ‘eleştirel bilim’ diye ayırmanın
yeri ve zamanıdır. Bilim, her zaman bu ayrım üzerinden eleştiri-özeleştiri
ekseninde kendini geliştirme gücüne sahiptir.
Dipnotlar:
(*) Burada neden ‘bağımsız’ değil de ‘özerk’ dedik? Çünkü
‘uygar’ insanla karşılaşmamış ilkel topluluklar bile, o insanların gezegene
verdiği zararlar nedeniyle, insanlıktan çevresel olumsuzluklar üzerinden
etkilenmektedir. Henüz ortalarda görünmeyen insanlar, bu toplulukların da
ekolojisini bozmaktadır. Bitki ve hayvan davranışları, bu piyasanın/insanlığın
‘görünmez eli’nden korkunç bir biçimde etkilenmektedir.
(**) Şunu da belirtelim: Feyerabend, 2. Paylaşım Savaşı’ndan
sonra marksist arkadaşlarından marksizm öğrenmiştir; kitabında marksizmi
eleştirir ve geçersiz sayar. Ancak, bunu Bakunin’e yüzeysel bir göndermeyle
yapar (Bilim Kilisesi, 1991, Pınar, s.186). Bu, zamansal bir tutarsızlıktır
çünkü Bakunin (1814-1876) bir 19. yüzyıl düşünürüdür. Eleştirisinin ise,
merkeziyetçi bir dogmatik marksizme yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Oysa bu
tartışmaların üstünden onyıllar geçti; eleştirileri güncel olmaktan uzak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder