Çernobil’i
Bırak, Hiroşima’ya Bak!
Prof.Dr. Ulaş Başar Gezgin, ulasbasar@gmail.com
Twitter: ProfUlas
Çernobil, ilgi uyandıran bir dizi dolayısıyla gündemde.(*)
Böyle bir dizinin nükleer enerji ve alternatif enerji tartışmalarını
tetiklemesini beklerken, olayın Sovyetlerde geçmesi, başka konuları öne
çıkarıyor. Kimi kesimlerde, gözü kapalı bir Sovyet düşmanlığı, onun üzerinden
Amerikancı liberalizm güzellemesi yapılıyor. “Zaten verimli bir sistem olsaydı,
Çernobil olmazdı” gibi çıkarımlar bile var. Kendini feda eden Sovyet
işçilerinin kahramanlıkları, ilk başta sosyalizm güzellemesi gibi
yorumlanırken, biraz daha kazınca, bunun altından “sisteme itaat eden
‘koyun’ların toplu intiharı” gibi bir anlam da çıkartılıyor; değil mi ki
‘şehitlik’ eleştirisi yapan liberalizm için, uğruna ölünmeye değer, insan
yaşamından daha yüce hiçbirşey yoktur.
Abdülhakim
İsmailov’un Berlin’e Diktiği Kızıl Bayrak
Bu tartışmalarda, hem liberalizmin kimi yanılgıları hem de
Sovyetlere ilişkin, Soğuk Savaş döneminden, hatta 93 harbinden kalma önyargılar
ve kalıpyargılar bir kez daha ortaya çıkıyor. Açlıktan kırılan köylü bir
toplumdan uzay çağına geçilmesi, Sovyetlerin 25 milyon 2. Paylaşım Savaşı
şehidi, ki buna Sovyet halkları ‘Büyük Yurtsever Savaş’ diyor; bu savaşta
Sovyet yenilgisinin bir dünya Nazi devletine yol açma olasılığı, savaşa Rus
halkı dışında sosyalist ülkelerden büyük katılım, Berlin’e Kızıl Ordu bayrağını
dikenin Kafkasyalı bir Kızıl Ordu askeri olması (Abdülhakim İsakoviç İsmailov)
ve fotoğrafçısının ise Yahudi bir Kızıl Ordu askeri olması (Yevgeny Anan'evich
Khaldei) gibi bilgiler, ak-kara gibi bir indirgemeciliğin gerçeklikten
uzaklığını gözler önüne sermiş oluyor. Günümüz için yarardan çok zarara kapı
aralayan kadim Stalin-Troçki tartışmaları (yoksa ‘kavgaları’ mı demeli),
diziyle birlikte bir kez daha öne sürülüyor ve asıl konuşulması gerekenleri
saptırmaktan başka bir işe yaramıyor.
Sovyet
Algısı: Yoldaşlıktan Korkuya
İnönü döneminden başlayarak, cumhuriyetçi tarihyazımı,
Sovyetlerin Türkiye kurtuluş savaşına olmazsa olmaz maddi ve manevi desteğini
hasır altı etme eğilimi gösteriyor. Bu, 2. Paylaşım Savaşı sonrasında
Sovyetlerin Türkiye’den talepleri ile ilişkili idi. Bu talepler diplomatik
yollardan çözümlenebilecekken, İnönü bunun yerine büyük bir korkuyla ABD’ye
sığınmıştı. Çok partili yaşama korkuyla girmiş; ABD’ye şirin görünmek için
solun baskı altında tutulduğu bir düzen getirmişti. Bu ise kendi intiharı
olmuştu: Bir merkez siyaset açısından sağı dengelemek için can simidi
olabilecek solun bastırıldığı bir ortamda sağ baskın çıkmış ve İnönü’nün
partisine uzun süre iktidar yüzü göstermemişti.
İnönü’nün Sovyet korkusu, bizi önce NATO’ya, sonra Kore
Savaşı’na ve sonrasında sağın yükselişine ve egemenliğine mahkum etti. Peki
Sovyetler neden kurtuluş savaşına yardım etmişken, İnönü zamanında politikasını
değiştirmişti? Dönemin milliyetçi tarihyazımı, bunu “Rusya’nın (değişmeyen)
sıcak denizlere inme emeli”yle açıklıyordu. Onlara göre Sovyetler yalnızca bir
kabuktu; özünde Rusya değişmemişti. Bu bakış açısı, tarihsel gerçeklerle
çelişiyor, çünkü bu, tümüyle doğru olsaydı, Kars geri alınamaz ve Finlandiya
bağımsız olamazdı. Sovyet politikaları, sabit değil değişken olmuştu.
Sovyetlerin Türkiye politikasındaki değişiklik, İnönü hükümetinin tarafsızlık
görüntüsü altında Nazilerle ticaret yapması ve Türkiye anaakım basınının ve
birçok siyasetçisinin Hitler ve Nazi hayranı olmasından ileri geliyordu.
Türkiye, İspanya İç Savaşı için hazırlanan Sovyet yardım gemisini de
Boğazlardan geçirmeyerek savaştan önce de tepki toplamıştı - ki bu savaşta,
Franco yandaşlarının arkasında Nazilerin büyük bir lojistik ve mühimmat desteği
olmuştu. Bu destek olmasa, belki de kazanan taraf Franco’cular olmayacaktı.
Osmanlı, Alman hayranlığıyla ordusunu Almanlara teslim
etmiş, Almanya yenilince de yenik sayılmıştı ya da yenilmeyi kendine
yediremediği için öyle söylemekteydi. Almanya yandaşlığının bedeli ağır olmuş,
ülke dağılmıştı. İnönü Türkiyesi, bu hatayı bir kez daha tekrarlamış oluyordu.
İşte bu gelişmeler sonucunda, Türkiye’de Sovyet algısı da değişmiş, dostluğun
yerini korku ve kuşku almıştı.
Gagarin’in
Türkiye’de Düşündürdüğü
İstanbul belediye başkanlığını rekor oyla, % 64’le alan
CHP’li Ahmet İsvan’ın (1923-2017) anılarında, Gagarin’in başarısının, diğer bir
deyişle Sovyetlerin uzaya ilk insan gönderen ülke olmasının ‘ilerici’
kesimlerde bile nasıl algılandığı görüyoruz:
“Solun ve komünizmin ülkemizde geniş
halk kesimleri tarafından
nasıl algılandığını çarpıcı bir biçimde ortaya koyan bir olay anlatayım.
Sovyetler Birliği uzaya insan
yerleştirmiş, bu alanda ABD'yi ciddi ölçüde geride bırakmıştı. Bütün
dünya basını bu başarının yankılarıyla
çalkalanıyordu. Uzaya çıkartılan Rus kozmonotu Gagarin'in fotoğrafları
bizim basında da baş sayfalardaydı. Bir gazetede Gagarin'in karısıyla birlikte
bir fotoğrafı çıkmış. İlçe başkanlığı
yapmış bir dostum o gün beni dükkanının arka tarafındaki kapalı büro
bölümüne, çok gizli ve önemli bir şey
söyleyeceği havası içinde davet etti ve kapı kapanınca, elinde Gagarin ve karısının fotoğrafı olan gazete, alçak bir
sesle "Kuzum bunlarda karı kocalık var mı?" diye sordu. Ülkemizdeki antikomünizm mücadelesi böyle
sürdürülmüştü. Komünizmle mücadele "Eve
girince kapıda kasket görürsen içeriye girmeyeceksin" düzeyinde bir
cümle ile özetleniyordu” (Ahmet İsvan, 2002, Başkent Gölgesinde İstanbul,
İstanbul, İletişim, s.30).
İşte Çernobil tartışmalarının bir bölümü aslında
birçoklarının Sovyetlere ilişkin ne kadar az şey bildiğini, bildiklerinin ya da
bildiklerini sandıklarının çoğunun da yanlış olduğunu gösteriyor. Düşünün ki,
insanlık uzaya çıkmış, ama Türkiye’de bu ancak böyle yansıyor... Asıl konumuza
dönersek, herşeyden önce, ne anlatılıyor olursa olsun, bunun Sovyetlerin
düşmanlarının gözüyle anlatıldığını unutmamak gerekiyor. Dizi üzerinden yapılan
tarihsel ya da tarihselimsi tartışmalar, büyük oranda, yerli halkların tarihini
kovboy filmleri üstünden yazmaya benziyor. Temsil edenle edilenler özdeş değil.
Sovyetlerde hiç mi sorun yoktu; elbette vardı. Ama bu, Sovyetlerin bir numaralı
düşmanlarının çektiği filmleri olumlamamızı gerektirmiyor. Bir tarih var, bir
de tarihyazımı… Tarihin nasıl yazıldığı, onu kimin hangi amaçla hangi bağlamda
nereden neye bakarak yazdığına göre değişiyor. Diziler de gerçeklik
iddialarıyla tarihyazımı tartışmalarının kapsamına giriyor.(**) Dolayısıyla,
tartışılması gereken, dizinin gerçekleri yansıtıp yansıtmadığının ötesinde,
onun gerçeklik temsillerinin hangi etmenler tarafından biçimlendirildiği
olmalıdır.
Boş
Zamanların (Öz)Metalaştırılması
Ayrıca, Netflix gibi şirketlerin gündem belirleme gücünü
görüyoruz. Bundan kaçmak çok zor; insanlar artık eskisi kadar okumadıkları
için, hem kafalarını meşgul etmek hem de konuşacak konu bulmak için Netflix
yapımlarına yöneliyorlar. Televizyon çok kötü, ilgi çekmiyor ve özellikle daha
‘eğitimli’ kesimler, artık onu iyice ‘aptal kutusu’ olarak görüyor. Kapitalizmin
“eğitimliler Netflix, eğitimsizler televizyon izler” gibi bir algıyı yaratmada başarılı olduğunu
ileri sürebiliriz. Ancak bu durum, eğitimlilerin daha eleştirel olmasını
sağlayabilecekken, tam tersi oluyor: Televizyon söz konusu oldu mu eleştirellik
şapkasını giyenler, Netflix yapımlarına ‘iltimas geçiyor’. Onları yeterince
eleştirmiyor; iletilerini olduğu gibi kabul ediyor. Kabulün ötesinde, hayranlık
söz konusu. Sanki iyi yapımlar yalnızca Netflix’te varmış gibi bir izlenim
oluşturuluyor. Sinemanın yaklaşık 100 yıllık tarihinde çekilmiş çok iyi filmler
ve dizi filmlere tenezzül bile edilmiyor. Pozitivizmi felsefe ya da toplum
düzeyinde eleştirenler, konu, film yapımları oldu mu, ilerlemecilik anlayışını
sorgusuz sualsiz benimsiyor. Buna göre, son çekilen yapımlar, öncekilerden daha
iyidir. Böyle olmadığını biliyoruz. Örneğin, ‘Şeker Portakalı’nın eski film
sürümü, aslına daha sadık bir ezilen anlatısıyken, yeni sürümde “ünlü yazar
nasıl zengin oldu” gibi bir çarpıtma bağlamı yaratılmış; böylelikle yoksul
yerli çocuk anlatısı ‘beyaz’latılmış. (***) Dahası, Çernobil’i düşmanın
gözünden izlemek yerine, konuya ilişkin Ukrayna-Rusya yapımı filmleri izlemek
hiç akla bile gelmiyor.
Boş zaman, metalaşmakla kalmıyor; sosyal medya örneğindeki
gibi öz-metalaşma sürecini görüyoruz. Rızayla, kendi kendine metalaşma ve
metalaşmayı kabul ediş söz konusu. O da yetmiyor, kendi ideolojik içeriklerini
gerçek(çi)lik olarak sunuyorlar ve bu, doğal karşılanıyor. Bilişim patlaması
çağındayız ama bilgi çağında asla değiliz. Bilgi ve bilim çağında olanlar
Sovyet yurttaşları idi. Bir filmde ya da dizide verilen ‘bilgi’lerin doğru olup
olmadığı nasıl anlaşılır? Ancak konuyla ilgili yeterince araştırma yapılınca…
Ama izleyicilerin çoğu, zaten hiçbirşey okumak da istemiyor. Dizilerden,
filmlerden devşirilmiş yanlış ve çarpıtılmış ‘bilgi’lerle tartışma yürütülüyor.
Ama nasıl yürüyecek o tartışma, temel noktalarda bile aynı sayfada değilsek???
İnsanlar Netflix’i böylesine yakından takip etmek zorunda
değil. Dizileri mutlaka kaçırmamak zorunda değiller. İzlenecek neler neler var,
konuşulacak da çok konu var... Dünün ‘aptal kutusu’ TV’ydi, Netflix de o yöne
doğru hızla gidiyor. Örneğin, Mr. Robot, haklayıcıları (hacker) konu aldığı
için hayranlıkla izlendi, ama sonunda ne çıktı? ABD’de sisteme karşı çıkmanın
Çin’in işine yaradığı… Zaten filmin kahramanlarına olumlu bir temsil de
bahşedilmemişti.
Netflix yapımları izlenerek ve sistem dışında kalmaya
çalışanları da coşku ve “nasıl izlememiş olabilirsin” ünlemleriyle zorlayıp
izlemek zorunda bırakarak (elbette az sayıda istisnası vardır ama) daha zeki,
daha yaratıcı vb. olunmuyor; hatta tam tersi… Bu diziler okumanın yerine
geçiyor… ‘Taht Oyunları’nda da aynısı oldu. Kapitalizm, egemenlerin kendi
içindeki entrikaları izlemeyi yüksek zeka ve eğitim düzeyi ile
ilişkilendirmeyi, onu adeta ayrıcalıklı olmakla yan yana getirmeyi başardı.
Aynı izleyici kesiti, aynı anlatının benzer bir sürümü olan ‘Muhteşem Yüzyıl’ı
ise beğenmiyor. Neden? Çünkü o, genel izleyiciye yönelik; onda toplum içinde
grup tutkalı ya da toplumsal tabaka işaretleyen bir öz yok.
“Sen
Kendi Ülkene Bak Jimmy Carter!”
Sovyetler ‘sağ’ iken, Amerikan başkanları, Sovyetlere insan
hakları konusunda yükleniyorlardı. Ne söylendiği kadar, kimin söylediği de
önemlidir. Sovyet dönemi insan hakları ihlalleri haklı bir eleştiri konusu
olmakla birlikte, bir Amerikan başkanının ağzında bir propaganda aracına
dönüşüyordu. Amaç, insan hakları savunuculuğu değil, o bahaneyle Sovyetler
karşısında üstünlük kazanmaktı. Bugün demokrasi götürmek adına ülkeler işgal
eden, bombalayan Amerika, o günlerde siyah yurttaşlarını linç etmenin olağan
karşılandığı ve cezasız kaldığı bir dönemden yeni çıkmış, hâlâ siyahları ayrı
otobüslere bindiriyor, ayrı okullara gönderiyor ve birçok siyah sırf deri rengi
nedeniyle infaz ediliyordu. İnfazlar son dönemlerde azalarak da olsa sürüyor.
Sovyetlere ‘haddini bildiren’ bu aynı Amerika, aynı zamanda Vietnam’da
‘kelimelerin kifayetsiz kaldığı’ kötülükler yapıyordu. Bu duruma tepki
göstermek amacıyla, Amerikan Komünist Partisi’nin yazdığı ve 1979’da Türkiye’de
de yayınlanan bir kitap çıkmıştı: ‘Sen Kendi Ülkene Bak Jimmy Carter’. İşte tam
da o damardan devamla, “Çernobil’i bırak Hiroşima’ya bak” diyoruz.
Biraz
da Hiroşima’yı Anlat!
Netflix asıl Hiroşima dizisi çeksin. Açıklasın bakalım,
teslim anlaşması yapmak üzere görüşmelere başlayan Japonya’ya atom bombasını
canlı canlı denemek için nasıl bir saldırı düzenlenmişti?
O dönem Sovyetlerin elinde atom bombası olmadığını,
Hiroşima’nın asıl Sovyetlere savaş sonrası görüşmeleri için gözdağı olduğunu
anlatsınlar. Haydi anlatsınlar.
Tek bir ülkenin nükleer güç olmasının dünyayı yıkıma
sürükleyeceğini fark eden kimi Amerikalı bilim insanlarının bunu dengelemek
için Sovyetlere nükleer sırları sızdırdıklarını, böylelikle Sovyetlerin de bir
nükleer güç olduğunu anlatsınlar. İnsanlık adına kendilerini feda eden bu bilim
insanlarının, vatan haini sayılarak idam edildiklerini anlatsınlar.
Kuzey Kore’ye baskı uygulanırken, en büyük nükleer gücün
Amerika olduğunu anlatsınlar. Amerika gibi atom bombasını bizzat atmış bir
ülkenin, hiç nükleer silah kullanmamış, ancak “ısırmayan havlayan köpek” misalı
nükleer silahla sağı solu tehdit eden Kuzey Kore’den daha tehlikeli olduğunu
anlatsınlar.
Halen bir Amerikan müstemlekesi niteliğindeki Japonya’da,
Hiroşima’nın Amerika’yı ürkütmemek için, Amerikan eliyle, demek ki insan eliyle
yapılmış bir kötülük değil de doğal bir afetmiş gibi anılmasını anlatsınlar.
Haydi buyrun anlatsınlar!
Çernobil bir kazaydı; Hiroşima ise planlı bir katliam.
Zorunlu değildi, bilinçli olarak yapıldı. Sayısız kat daha ağır bir kötülük...
Çernobil’i bırak, Hiroşima’ya bak!
(*) Çernobil dizisiyle ilgili üst düzey bir tartışma için
bkz.
Çernobil dizisi ne kadar gerçek ne kadar yalan? - Ali
Şimşek.
https://www.youtube.com/watch?v=l4Fvmm0SsOQ
(**) Tarihyazımıyla ilgili daha ayrıntılı tartışmalar için
bkz.
Iggers, G.G. (2016). Bilimsel Nesnellikten Postmodernizme
Yirminci Yüzyılda Tarihyazımı. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
Wang, Q.E. ve Iggers, G.G. (der.). (2016). Marxist
historiographies: A global perspective. New York: Routledge.
(***) Bkz. Gezgin, U.B. (2019). Bir Mürekkep Testi Olarak
Film: Anlatıbilim Açısından Film Psikolojisi ve Film Çözümlemeleri. Ankara:
Töz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder