John
Steinbeck’in Vietnam Düşmanlığı:
Onurlu
Yaşamak Yetmez Onurlu Ölmek de Gerekir
Prof.Dr. Ulaş Başar Gezgin, ulasbasar@gmail.com
Twitter: ProfUlas
John Steinbeck (1902-1968), işçi edebiyatçısı olarak çok
sevilir, fakat ömrünün son yıllarındaki Vietnam düşmanlığı pek bilinmez.
Steinbeck’in yaşam öyküsü, insana “onurlu yaşamak yetmez, onurlu ölmek de
gerekir” dedirtiyor. Bu bilinmezlik, aslında Steinbeck’in Vietnam düşmanlığının
yarattığı utanç ve şokla yakından ilişkili. İşçi yazarı, Nobel ödülünü aldıktan
sonra, 1966 ve 1967’de savaş muhabiri olarak Vietnam’da bulunur. Steinbeck,
Vietnam’da Amerikan çıkarlarını savunarak, geleneksel sol okuyucuları şoka
uğratmış ve utandırmıştı. Bu utanç ve şok nedeniyle, Vietnam bildirimleri,
yaklaşık yarım yüzyıl kadar, bir daha gün yüzü görmeyecekti.
Biz burada farklı düşünen, aykırı fikirleri olan, bu nedenle
anaakım muhalefetle ayrı düşen düşünce insanlarına bir kategori olarak karşı
değiliz.(*) Tersine, en yakınlarından tepki görmeyi, hatta aforoz edilmeyi göze
alanları selamlarız. Bu muhalefet içi muhalefet, muhalif hareketlerin
eleştiri-özeleştiri döngüsüyle kendilerini yenileyip geliştirmesi için olmazsa
olmazdır. Ancak, Vietnam, anaakım muhalefetten ayrı düşmeye yol açacak
nitelikte tartışmalı bir konu herhalde sayılamaz.
Steinbeck’in oğlu, askere alınır, Vietnam’a gider, diğer
oğlu da gidecektir; Steinbeck’in Vietnam ilgisi ve yolculuğu böyle başlar. Bir
arkadaşının gazetesi için savaş muhabirliği yapar. Nice Amerikan genci ve
onların yakınları, çağrı kağıtlarını meydanlarda yakıp barış hareketlerine
katılırken, bunlardan iyice haberdar olan Steinbeck’ten aynı tavrı görmeyiz;
ona göre bu eylemciler ‘vatan haini’dir.
Vietnam-Amerikan
Savaşı’na Katılım: Trump’lar, Bush’lar, Clinton’lar...
Dönemin genel niteliğiyle ilgili olarak bir fikir vermek
üzere şu bilgileri sunalım: Bu dönemde Trump’lar ve Bush’lar gibi zengin ve/ya
da siyasetçi çocukları sağlık ve eğitim gibi gerekçelerle askerlikten kaçmakta
ya da kendilerini çatışmasız/düşük çatışmalı birliklere yazdırmaktadırlar. John
McCain gibi asker çocukları Vietnam’a gitmekte, McCain örneğinde sivil halkı
bombalarlarken milislerce uçakları düşürülüp Vietnam halkı tarafından linçten
güç bela kurtulmaktadır. Küçük esnaf çocuğu Bill Clinton, Vietnam’daki Amerikan
vahşetini görüp kahrolmuş bir Amerikan askeri olan yakın arkadaşının
intiharıyla bir uyanış yaşayacak ve askere gitmeyi reddecektir. (Buradaki
bilgileri bir fikir vermesi için sunduk; “biri, diğerinden iyidir” gibi bir
görüş ileri sürmüyoruz. Burada yalnızca olası seçenekleri sıralıyoruz.)
Russell’la
Sartre’ın Tırnağı Bile Olamayan Steinbeck
Steinbeck’in, bir Nobel’li olarak Russell ve Sartre gibi,
Vietnam’daki Amerikan zulmüne karşı uluslararası kampanyalar düzenlemek de
aklına gelmez. Elbette bunları hiç yapmayan Nobelliler de vardır; oysa
Steinbeck, sessiz bile kalmaz; ses çıkarır, fakat ezilenlerin değil ezenlerin
tarafından… Steinbeck’in bu tavrı, akla, Roland Barthes’ın “faşizm, konuşma
yasağı değil söyleme mecburiyetidir” sözünü getirir. (**) Faşizm, makbul
vatandaştan yalnızca sessiz itaat değil bol gürültülü övgü bekler. Makbul
vatandaş, zaten bir cehennemde yaşadığının bilincinde değildir; bir altın çağda
yaşadığına inan(dırıl)mıştır. Oysa Steinbeck’in Amerikan sömürgeciliği savunusu
hiç de zorunluluktan değildir; rızalıdır ve demek ki Steinbeck’in Amerikan
zulmünde suç ortaklığı söz konusudur. Fakat onun kötülüğü burada da kalmaz;
“helikopterden helikoptere atlarken şarjör değiştirmek” misalı, bir
helikopterden ötekine atlar, Vietnam halkıyla doğrudan ilişkisi pek olmaz ve
hatta halka helikopterden ateş bile açar ve bununla övünür.
İliştirilmiş
Savaş Muhabiri Olarak Steinbeck
Steinbeck, aynı zamanda, dönemin savaş çığırtkanı Amerikan
başkanının arkadaşıdır. Vietnam’a onun temsilcisi gibi gitmeyi reddetse de, son
çözümlemede başkana arka çıkan değerlendirmeler yapacaktır. Üstelik, kendi oğlu
bile babasına karşı çıkar. Öyle “hariçten gazel okumak” kolaydır. Oğlu,
babasına, bu savaşın ne kadar haksız olduğunu, böyle bir halk direnişine karşı
kazanmanın olanaksız olduğunu vb. anlatır; ama boşuna… Baba Steinbeck,
Amerika’nın yeneceğine emindir ve domino tezine inanmaktadır!!! “Vietnam
düşerse, tüm Asya düşer; Hawai’den Küba’ya kızılların kuşatması altına gireriz”
vb. Bir işçi yazarının komünizm paranoyası şaşırtır… Steinbeck, tüm uyarılara
karşın, Vietnam-Amerikan Savaşı’nı 2. Paylaşım Savaşı’nın bir devamı gibi
görür. O savaşta nasıl ki Amerikan çıkarlarını savunmuştur, bunda da öyle
yapacaktır. Güdümlü, iliştirilmiş bir savaş muhabirliğidir bu. Steinbeck’e
sürekli olarak Amerikan üst rütbelileri eşlik edecek, Steinbeck’in savaşı
kendilerinin görmek istediği biçiminde görmesi için ellerinden geleni yapacaklardır.
Steinbeck’ten
Steinbeck’e
Steinbeck’ten Vietnam halkına ateş açan bir kötülük
abidesinin çıkması üstüne daha fazla düşünmeliyiz. Bu bağlamda, en keskin olup
da sonra boyun eğen dünya çapındaki ünlü besteci-piyanist de akla gelmiyor
değil. Bize keskin değil, tutarlı bir muhalefet gerekiyor. Ama Steinbeck’in
kötülüğü, boyun eğmenin ötesinde, boyun eğdirme noktasında… Öte yandan, işçi
yazarının muhabirliği, hamasi söylem, Amerikan ‘kahraman’larına yönelik coşkulu
övgüler, Amerikan silahlarının öldürücü gücüne duyulan hayranlık vb. ile başlar;
Vietnam’dan ayrılırken ise, eve götürdüğü, hayal kırıklığı, savaşın
kötülükleri, yenilmezlik algısının sarsılması vb. olacaktır. Vietnam-Amerikan
Savaşı protestolarını vatan hainliğiyle bir tutup savaşı romantikleştiren eski
Steinbeck gider, yerine başka bir Steinbeck gelir; ancak yine de özeleştiri
falan yapmaz; zaten tümüyle de değişmez. Yaptığı kötülükler için elbette
yargılanmaz; özür borcu ise baki kalır. Vietnam’dan döndükten kısa bir süre
sonra kendi çelişkileri içinde son nefesini verir.
Napalmlanmış Vietnam kızı ise, büyüyünce kendisini doktor
olması için bursla Küba’ya gönderen kendi Vietnam hükümetini beğenmez, sanki
üzerinde baskı varmış gibi Kanada’ya sığınır. Kanada vatandaşı olmasına karşın
bugün hâlâ anaakım muhalefet tarafından yere göğe sığdırılamaz. Bir kez daha
gelir akla o söz: Onurlu yaşamak yetmez, onurlu ölmek de gerekir.
Toplumsal
Gerçekçi Olup Kurtuluşçu Olmayan Nobelli ‘Muhalif’ Bir Yazın
Aslında Steinbeck-Vietnam ilişkisi, toplumsal gerçekçiliğin
bir açmazına da işaret ediyor olabilir. O da şudur: Toplumsal gerçekçi sanat
ürünleri, genellikle yoksulların, işçilerin, ezilenlerin vb. yaşadıkları kötü
durumu resmeder; fakat çoğunda, bir kurtuluş yolu gösterilmez. Bu açıdan,
çeşitli Gorki yapıtları bile (ve kimi Yılmaz Güney filmleri) arabeskle ve
yazgıcılıkla komşudur. Durum kötüdür; ama bir çözüm de sunulmaz. Bu durumları
bilmeyen izleyicide acıma ve empati duyguları uyandırılması amaçlanır. Çözüm,
yaşanılanların bireysel olmadığını, sistemik bir sorun olduğunu fark edip kendileri
gibi olanlarla yan yana gelmektedir. Fakat toplumsal gerçekçi yapıtlarda, bu,
nadir olarak gerçekleşir. Belki örgütlü mücadeleyle bitiriş, bir noktadan sonra
çok klişe gelecektir; ancak başka bir çözüm de bulunmamaktadır. Bu bağlamda,
Steinbeck anlatıları, toplumsal gerçekçi olup tümüyle kurtuluşçu olmayan bir
yazına karşılık geliyor. Kimi yapıtlarında işçiler örgütlense de, oradan bir
çözüm çıkmaz ya da açık uçlu umutlu bir bitiriş de yer almaz. Belki şunu ileri
sürebiliriz: Steinbeck, işçileri betimlemenin ötesine geçip kurtuluş yolunu
gösteren yapıtlar kaleme alsaydı, o zaman Vietnam düşmanı olmayacaktı.
Steinbeck’in Nobel alması da bu açıdan yeniden değerlendirilebilir.
Kapitalist dünya, kurtuluşçu bir yazını ödüllendirmeden önce
bir durup düşünür. Böylelikle, muhalif edebiyat olarak, günümüze, kapitalist
düzeni tehdit etmeyecek ölçüde en alt düzey muhalif yapıtlar kalıyor.
Sözgelimi, Balkan partizan romanları (örneğin, ‘Seni Halk Adına Ölüme Mahkum
Ediyorum’), her zaman değerlendirme dışı kalacaktır. Buna ek olarak, kurtuluş
hayalinin boş olduğu anlatılırsa, yeni düzenin de eskisi gibi baskıcı, kötücül
vb. olduğu belirtilirse (örneğin, Açlık Oyunları ve Yeraltı (Emir Kusturica)
filmleri), o yapıt, göklere çıkartılacaktır. Dolayısıyla, ilk izlenimin tersine
gerçekte kurtuluşçu olmayan iki tür anlatı söz konusu: Arabeskle ve
yazgıcılıkla komşu olan, betimleme düzeyinde kalan toplumsal gerçekçilik
(örneğin, Steinbeck) ve kurtuluş yolunu gösteren ama gösterirken onu karalayan
bir ‘döngüsel kurtuluş’ türü...
Yazarsız
Metin Olur mu?
Peki Steinbeck’in Vietnam’a ilişkin kötülükleri romanlarının
değerini azaltır mı? İlk başta bunlar ilgisiz görünüyor. Ancak, yazın, kimi
post-modernlerin ileri sürdüğünün tersine, yazarından bağımsız olarak
değerlendirilemeyecek kadar kişiseldir. Neyin yazıldığı kadar kimin yazdığı da
önemlidir. Ayrıca, Steinbeck örneğinde, aynı yazarın başka neler yazdığı da
önem kazanıyor. Dolayısıyla, metin-yazar ilişkisine ek olarak metinlerarasılık
üstüne de düşünmeliyiz. Bir kere, bir yazarın içtenlik ve iyi niyet sınavını
geçebiliyor olması gerekir. Bunun ana yolu, metnin yazarına ve onun yaşam
öyküsüne bakmaktan geçer. Metinle yazar tutarlı olmalıdır. En muhalif metinleri
kaleme alan bir yazarın muhalif bir yaşantısının olmasını bekleriz. Lüks
araçlara biniyorsa ‘yoksulluk edebiyatı’ yapmamasını umarız. Yoksa bu metinler,
inandırıcılığını yitirecek, kuru sıkı sınıfına girecektir. Muhalefet tüccarlığı
yaparak iyice zenginlemiş olan kimi popüler kalemler bu testi geçemiyor. Başka bir
örnek ise, popüler bir polisiye dizisinin öykü yazarı olup sonra bir trafik
teröristine dönüşen yüksek egolu yazar tiplemesi olacaktır.
“Kişisel
Olan Politiktir”de Dedikodunun Sınırı
Dolayısıyla, bir metni yerli yerince anlamlandırabilmemiz
için yazarını tanıyor olmalıyız. Bu tanıma, feminizmdeki ve ayrımcılık
araştırmalarındaki “kişisel olan politiktir” sözüyle uyumlu. Öte yandan, bunun
aşırısı, bizi magazine, ünlü endüstrisinin sömürgenliğine ve dedikoduya
götürüyor. Ölçüyü kaçırmamak gerekiyor. Yazarın özel yaşamını bilmeliyiz; ama
metni yorumlamamıza yardımcı olacak kadar; gerisi, mahreme girer. İnsanların
“özel olan politiktir” adına özellerine girilmesi, sanat ürünleri ve düşünceler
yerine ve bunların alternatifi olarak insanların tartışılmasına da yol
açmamalı. Devrimleri anlatması beklenen bir Atatürk belgeselinin Televole
zihniyetini taklit eder gibi Atatürk’ün özel yaşamının ayrıntılarına girmesi,
ancak ikisi arasında bir tutarsızlık varsa yerinde bir anlam kazanacaktır.
Örneğin, şapka devrimi olmuş, ama kendisi özel yaşamda şapka takmıyor, fes
takıyorsa, bunun ortaya çıkarılması gerekir; bundan ötesi, magazin ve dedikoya
girer ve özel yaşam ihlali olacaktır.
Sonuç:
Onur, Metin ve Yazar
Steinbeck’e bakıyoruz ve şu sonuçlara varıyoruz:
Onurlu yaşayıp onurlu ölenleri sevelim ve kitapları okurken
ya da genel olarak sanat ürünlerini değerlendirirken içtenlik, iyi niyet ve
inandırıcılık gibi ölçütleri de dikkate alalım. Bunun için
yazarların/sanatçıların yaşam öykülerini bilelim, ama bunu kişisel yaşamı ihlal
etmeyecek biçimde yapalım. Steinbeck, tüm kötülüklerine karşın, bunları bize
düşündürdüğü için bir teşekkürü hak ediyor. Bizce, o, insanlığa romanlarıyla
değil bu konuda düşündürdükleriyle katkıda bulunmuş oluyor...
(*) Evet, muhalefetin de anaakımı var ve üstelik anaakımın
da kendi içinde muhalefeti olabilir, iktidarca koltuk verilip sonradan gözden
düşmüş çeşitli isimler örneğinde olduğu gibi...
(**) Roland Barthes, The Neutral: Lecture Course at the
Collège de France, 1977-1978.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder