Ötekilerin
Felsefe Tarihi: Eskil Çin Düşüncesi Üstüne
Prof.Dr. Ulaş Başar Gezgin, ulasbasar@gmail.com
Twitter: ProfUlas
Eskil Çin felsefesi, Çin’in 21. yüzyıldaki yükselişine dek,
felsefe tarihinde eskil Yunan merkezli felsefe tarihyazımlarına bir ek gibi
görülüyordu ve sık sık bu felsefenin ‘Batı’nınki gibi çağdaş, ileri, gelişkin
vb. olmadığı satıraralarından sezdiriliyordu. Her tür resmi tarihyazımının
marazlarından felsefe tarihyazımı bile muaf değil. Batı, felsefe
coğrafyalarından yalnızca biri olarak sunulmalıyken, ‘Batı ve diğerleri’ gibi
bir çerçeveleme söz konusu idi. Yazımızın başlığındaki ‘öteki’ ifadesi tam da buna
karşılık geliyor. Daha evrenselci bir bakışta ‘öteki’ kavramının kendisinin
tedavülden kalkmış olması beklenir. Oysa biz tarihsel olarak bir geçiş
dönemindeyiz. Devir, “Batı dışında da düşünce varmış” türünden, niyetine göre
iyicil ya da kötücül keşifler devri. Felsefe tarihinin Kuzey Atlantik eksenli
yazımı, yalnızca düşünsel bir sorun da değildi: Felsefesi en gelişkin olanın
Batı olduğu türünden bir kesin kabulun uluslararası siyasetteki karşılığı, “o
zaman dünyayı Batılıların yönetmesi, ‘gelişmemiş’ bölgelere uygarlık götürmesi
en mantıklısı. Batı eşittir uygarlık” biçimindeydi. Biraz da, bu zihin
sömürgeciliğine yönelik tepkilere bakalım.
İlk Tepki:
Batı-Doğu Sınıflandırmalarının Silikliği
Bunlardan ilki, bu Kuzey Atlantik eksenli felsefe tarihyazımına,
aslında Batı ve Doğu gibi sınıflandırmaların hiç de keskin olmadığını
anımsatmaktır. (Uluslararası değil) Kültürlerarası ve bölgelerarası iletişim ve
etkileşim, yeni bir olgu değil, sanıldığından çok geriye gidiyor. Tarih
öncesinde, Mısır’da piramitlerin yapıldığı dönemde, hatta Neandertallere ve
daha gerisine uzanan bir türsel etkileşim geçmişimiz var. O dönemki kültürleri
niteleyen temel noktalardan biri, ölü gömme törenlerindeki farklılıklar ve bu
farklılıkların bir arada var olduğunu gördüğümüzde, kültürlerarası etkileşimin
oldukça eski olduğunu bir kez daha görmüş oluyoruz. İnsanlık tarihinin görece
daha yakın dönemlerine gelirsek, bir kere iki en yaygın inanışın (ve
Museviliğin) peygamberleri aynı coğrafyada, Mezopotamya’da çıkarlar ve orası Kuzey
Atlantik eksenli tarihyazımında ‘Batı’ değildir. Bu, coğrafyanın Doğu,
dinlerden ise yalnızca birinin Batı sayıldığı bir tutarsızlık örneğidir.
Mezopotamyasız bir ‘Batı’lı tarihyazımı, bunu bilerek yaptığında sömürgeciliğin
ekmeğine yağ sürüyor, bilmeyerek yaptığında büyük bir hatanın temsilcisi
oluyor. Mezopotamya felsefe geleneği, iki yaygın inanışı da Sümer, Mısır, Babil
gibi büyükleri de kapsayacak biçimde, ‘Batı’ felsefesinin dayanağını
oluşturuyor.
Kuzey Atlantik eksenli tarihyazımında bir de Avrupa
tarihinin dünyanın ortak tarihiymiş gibi yazılışını görürüz. Örneğin,
çağlandırma biçimi, diğer bir deyişle tarihin tarihsel olaylara göre çağlara
bölünmesi, neredeyse tümüyle Avrupa’da olan olaylar üstünden gerçekleştirilir.
Böyle bir anlayışın dünyayı ‘ortadan’, eşit bir uzaklıkta ve uzaklıktan değil
de Kuzey Atlantik’ten görmesi şaşırtmıyor; ancak bunun dünyasal/evrensel bir
tarih anlayışı olarak sunulmasına itiraz ediyor olmalıyız.
Bu bakış, gerçekte sürekli olarak yanılan bir bakıştır;
ancak kendini değiştirip güncellemez; çünkü böyle kalmasının Kuzey Atlantik
için ideolojik bir yararı vardır: Az önce belirttiğimiz gibi, düşünsel-tarihsel
üstünlüğün bugünkü dünya düzeninde hegemonik olma olanağı sağlaması söz konusu…
Bu süreğen yanılmanın tipik bir örneği şudur: Batı, gelişmiş ve dinamik, Doğu
ise, az gelişmiş (bu anlayışa göre bundaki kabahat elbette Batılı
sömürgecilerde değil Doğuluların kendindedir) ve durağandır. “Doğu bir türlü
kalkınmaz, çünkü tevekkül vardır; Batı ise sürekli olarak ilerleme kaydeder.”
Dahası, “aklı olan, Batı’ya kapağı atmalıdır” vb. Son yıllarda bunun tersine,
Doğu (Asya) sürekli olarak ekonomik açıdan büyürken, Batı (Kuzey Atlantik)
büyümesi düşük düzeylerde. O durağan olan Doğu’da yalnızca renkli devrimler
değil hakça bir düzen arayışında halk ayaklanmaları da oluyor. “Doğu eşittir
durağanlık artı tevekkül” tümüyle geçersiz bir formül… Üstelik, asıl
durağanlaşan, Batı. Batı’da çok az şey değişirken, değişimin ibresi coğrafi
Doğu’ya kaymış durumda...
Milet, Doğu;
Atina, Batı mı?
Kuşkusuz, eskil Yunan felsefesinin insanlık düşüncesine
katkısı yadsınamaz, ancak orası katkıda bulunan coğrafyaların yalnızca biridir.
Dahası, Yunanistan-Anadolu ayrımı da, Osmanlı’nın çöküşü ve Yunanistan’ın
bağımsızlık ilanında kökleri bulunmakla birlikte, özellikle Kurtuluş
Savaşımızdan sonra su yüzüne çıkmış yapay bir ayrım niteliğinde: Yunanistan,
Batı; Anadolu, Doğu sayılıyor. Oysa felsefel düşüncede bunu ayırmak olanaksız.
Sözgelimi, bu ayrımla bugün Aydın ilinde yer alan Milet’te üretilen, Doğu;
Atina’da üretilen ise Batı düşüncesi olmuş oluyor. Aynı biçimde, Doğu kabul
edilen Bizans’ın düşünsel mirası hep küçümsenir; bunun altında, Katolik
Roma’nın Bizans’ı sapkın ve kendilerine rakip olarak görmesinin hâlâ etkilerini
görüyoruz. Zaten Haçlıların 1204’te Konstantinopolis’i yağmalamaları da bunun
açık ve net bir göstergesi idi. Bugün Osmanlı’nın yıktırdığı düşünülen birçok
mimari yapının Haçlılarca yakılıp yıkıldığını öğrenmek, Batı-Doğu bağlamını
daha incelikli bir açıdan anlamlandırabilmemiz için yararlı oluyor.
Sultanahmet’ten
İstanbul’a ve Türkiye’ye Genellemek
Asıl konumuza dönersek, bu Kuzey Atlantik eksenli felsefe
tarihyazımına bir diğer tepki, dine ve dinsel felsefeye dönüş biçiminde oluyor.
Böylelikle, “Doğu eşittir İslam” türünden bir savsöze dayanılmış oluyor. Oysa
bu, oldukça yanıltıcı: Batı, Hıristiyanlıkla eşdeğer olmadığı gibi, Doğu’nun
dinsel düşünce üstünden, üstelik de tek bir din üzerinden tariflenmesi, Doğu
Asya’nın düşünce mirasının gözden kaçırılmasına neden oluyor. Sömürgecilerin
‘Ortadoğu’ adını taktığı coğrafya, daha nesnel bir ifadeyle ‘Güneybatı
Asya’dır. Asya’nın tek bir ucuna bakarak geneline ilişkin yorum yapmak,
düşünsel düzlemde, Antalya’ya gezmeye gelen bir turistin Türkiye genelinde
birtakım yorumlar yapmasına ya da Sultanahmet’i gezen bir turistin İstanbul
geneline ilişkin ‘değerlendirme’lerde bulunmasına benzer. Çin’den bakınca
Hindistan, Batı’dır; Avrupa ise ‘Uzak Batı’ olarak adlandırılır. Çin
Budizmi’nin en önemli klasiklerinden biri, ‘Batı’ya Yolculuk’ olarak
adlandırılır (filmi çekilip gişe rekorları kırmıştır), ki burada Batı’yla
kastedilen, Çin Budizmi’ne kaynaklık etmiş olan Hindistan’dır. Bu tür ideolojik
yüklü ve göreli coğrafi ifadeler yerine, yön-temelli tariflemeler daha uygun
olacaktır: Örneğin ‘Uzakdoğu’ yerine ‘Doğu Asya’; ‘Batı Felsefesi’ yerine ‘Batı
Avrupa Felsefesi’.
Hiç Bir
Düşünür, Çağından ve Uzamından Bağımsız Değil, Batılılar Hiç Değil
Bugün Çin, yükselişte; bu nedenle, Çin felsefesine ilgi
artıyor. Fakat gerçekte bu karşıtlıklardan artık kurtulmamız gerekiyor. Batı
felsefesinin Batı’nın kültürel ve siyasal bir ürünü olduğunu unutmamalıyız ve
aynısı Çin felsefesi için de geçerli. Felsefeciler sık sık yaşadıkları
toplumdan kopuk olmakla eleştirilir; ancak, gerçekte, toplumsal olarak en
yalıtılmış düşünceleri ortaya atanlar bile, çağlarının toplumsal ve düşünsel
gelişmelerinden etkilenir. Descartes’ın kendi çağında söylediklerinin birçoğu, bugün
dikkate alınmayacak niteliktedir. Descartes ya da diğerleri bu çağda ve başka
bir toplumda yaşasa başka bir felsefe ortaya çıkacaktı. Dahası, felsefenin
tekil düşünür bireyler üstünden kurgulanması ve tarihinin bu biçimde yazılması
bile, gerçekte Kuzey Atlantik bireyciliğinin farkına bile varılmayan bir
yansıması. Birçok örnekte, felsefe, Süpermen tarzında konumlandırılmış tek bir
dahi bireyin değil, toplumların, toplulukların ve kurumların ürünüdür. Bir
ülkenin toplumsal felsefesi tam da böyle oluşur. Ayrıca, Kuzey Atlantik
felsefesinin kendisi bile ‘ünlü bir adam’ın (evet kadınlar bu tarihte
çoğunlukla dışarıda bırakılmıştır) bir başkasının peşinden gelmesinin
toplamından ibaret değildir. Etkileme ve etkilenme, çokyönlü, çokkişili ve
kişilerarası olduğu kadar kişilerüstüdür de…
Anaakım felsefe tarihyazımının Kuzey Atlantik
sömürgeciliğiyle çakıştığını akılda tuttuğumuzda, gözden kaçan bir gerçek daha
ortaya çıkar: Felsefenin bir etkinlik olarak nasıl yapılacağı, kapsamı ve kabul
edilebilirlik ölçütleri, geriye dönük olarak Batı’nın arzuladığı ve umduğu bir
biçimde oluşturulmuştur. Bu nedenle, bugün Kuzey Atlantik hegemonyasına karşı
çıkanlar bile Çin felsefesine Batı’dan bakmak zorunda kalmaktadır. Bunun tam
tersi de olabilirdi. Batı’nın felsefesini çıkış noktası olarak almayıp daha
evrenselci bir bakış geliştirdiğimizde ve ancak böylelikle Çin felsefesini daha
derinlikli bir biçimde kavrayabiliyor olacağız.
Kuzey Atlantik eksenli felsefe tarihyazımları, Çin
felsefesinin sürekli olarak toplumsal olaylardan, işgallerden, bir hanedanlığın
çöküşünden, bir diğerinin kurulmasından, savaşlardan, barışlardan büyük oranda
etkilendiğini söyler söylemesine, ancak kendi felsefe dünyasına baktığında
toplumsal koşulları sık sık görmezden gelir. Bu tarihyazımı, Batılı olmayana
bireylik bile bahşetmez. “Batılı felsefeciler birey olarak toplumdan pek fazla
etkilenmezler; Doğulular ise etkilenir” gibi yanlış bir düşünce, açık ya da
örtük bir biçimde dolaşımdadır. Eskil Yunan felsefesinin köleci ve ataerkil bir
toplumda varlıklı sınıfların can sıkıntısından yöneldikleri bir hobi olduğu
gözden kaçar. Felsefenin toplumsal ve kültürel olduğu kadar sınıfsal kökleri de
vardır. Bu toplumsal ve tarihsel boyutu dikkate alarak şimdi biraz da eskil Çin
felsefesine bakalım.
Eskil Çin
Felsefesi: Felsefe ve Din İlişkisi
Çinli araştırmacı Fung Yu-Lan (1895-1990), ‘Çin Felsefesi
Tarihi’ kitabına şöyle başlar:
“Felsefenin Çin Medeniyeti'nde işgal ettiği yer, diğer
medeniyetlerde dinin işgal ettiği yerle karşılaştırılabilir. Çin'de felsefe,
her eğitimli şahsın ilgilendiği bir şeydir. Eski zamanlarda, eğer bir adam ne
olursa olsun eğitilecekse, onun alacağı ilk eğitim, felsefe hakkında olurdu.”
(s.3)
Bu satırlardan anlaşılacağı üzere, Çin’de felsefe,
yüzyıllarca, eğitimin bir parçası olmanın ötesinde temeli olmuştu(r). Batı’ya
bakarak, felsefe, din ve bilim ilişkisinin belli bir türde olmasını beklerken,
Çin felsefesi, Batı felsefesiyle yetişmiş kuşaklar için farklı bir bakış açısı
sunuyor. Neydi o beklenti? İlk başta felsefe herşey; sonra içinden bilimler
çıkıp felsefenin alanını küçültüyorlar; geriye kalanla din kimi zaman kesişip
kimi zaman ayrılıyor. Sonrasında din de bilimselleşiyor; dinsel kurumlarda
geleneksel biçimlerde aktarılırken, çağa ayak uydurup bir araştırma alanı olarak
ilahiyata dönüşüyor. Böyle bir dönüşüm Çin’de baskın olmuyor. Bu durum,
elbette, din-devlet ilişkileriyle yakından bağlantılı. Zaten din anlayışının da
farklı olduğuna dikkat çeken yazar, şöyle devam eder:
“Çin halkının hayatına Konfüçyüsçülüğü nüfuz etmiş olarak
gören Batılılar için Konfüçyüsçülük,
bir din olarak görünür. Ancak gerçekte Konfüçyüsçülük, mesela Platonculuk
ya da Aristoculuk'dan daha fazla bir
din değildir. Dört Kitabın [dört temel Çin felsefe kitabı kastediliyor], Çin
halkının Kitab-ı Mukaddes'i olduğu doğrudur; ancak Dört Kitap'ta, ne yaratılış
hikayesi ve ne cennet ne de cehennemin bir zikri vardır” (s.4).
Ötedünyacılıkla
Bilge Kralcılık Arasında
Çin felsefesindeki temel konulardan biri, ötedünyacı, çileci
eğilimlerle dünyevi bir bilge kralın kendisinin ve eğitiminin nasıl olması
gerektiği üstünden ilerliyor. Bu, içsel olarak bilge olup dışsal olarak bir
kralın niteliğine sahip bireyler yetiştirme meselesidir. Buradan, ruh-beden ve
ruh-madde ayrımı yerine iç-dış ayrımına öncelik verildiğini çıkarsayabiliyoruz.
Bir bilge krala öneriler gibi bir yapıt türünü, Makyavel’in Prens’i ve
Nizamülmülk’ün Siyasetname’si gibi örneklerde de görüyoruz. “Kral neleri
bilmelidir?”, “kime nasıl davranmalıdır?”, “yönetim biçimi ne olmalıdır, hangi
temellere dayanmalıdır?” gibi noktalar öne çıkıyor.
Çin
Felsefesinin Maddi Temeli: Çiftçiler ve Tüccarlar
Bir diğer karşıtlığı Dr. Fung başarılı bir biçimde ortaya
çıkarır: Çin felsefesi çiftçilerle tüccarların yaşam biçimi ve eğilimlerini
yansıtır. Çin, bir kara ülkesidir; bir ada ülkesi olan Yunanistan’dan daha
farklı bir felsefe geliştirmesi, kültürel, sınıfsal, toplumsal, ekonomik
etmenlerin yanında coğrafi farklara da bağlanabilir. Çiftçiler üretici
sınıftır; tüccarlarsa aracı. Fakat her ikisinin de tümüyle emekçi sınıflar
olmadığını not edelim. Bir eskil Çin kitabından şunları aktarır Dr. Fung:
“Çiftçiler, ilkel ve basit insanlardır ve bu yüzden de, her
zaman emirleri kabul etmeye hazırdırlar.
Bunlar, çocuk gibidirler ve masumdurlar; bu yüzden de, özgecidirler. Maddi
mülkiyetleri karmaşık ve taşınması zordur; bu yüzden de, tehlikede
olduklarında ülkelerini terk etmezler. Öte yandan tüccarlar, bozulmuşlardır; bu
yüzden de, itaatkar değildirler. Haindirler ve bu yüzden de bencildirler.
Taşınması kolay mülkiyetlere sahiptirler ve bu yüzden de, tehlikede
olduklarında genellikle ülkelerini terk ederler. Bu sebeple, söz konusu bölüm,
yalnızca tarımın ekonomik olarak ticaretten daha önemli olduğunu değil,
çiftçilerin hayat tarzının, tüccarlarınkinden daha üstün olduğunu da iddia
eder.” (s.24)
Elbette, ilerleyen yüzyıllarda bu anlayış büyük bir dönüşüm
geçirecektir. Bugün Çin, en tüccar dostu ülkelerden biri; köylülük yine önemli,
ancak daha geri planda. Felsefel açıdan birebir örtüşme yerine, iki baskın felsefenin,
Taoculuk’un ve Kongçuluk’un (Konfüçyüs’ün asıl adı Kong Usta’dır) çiftçilik ve
tüccarlıktan esintiler taşıdığı anlaşılır. Taoculuk’un doğayla bütünleşme ve
doğal yaşam düşüncesi, gerçekte bir çiftçinin yaşamını tarifler.
Sermaye
Düzeninin Bunalımlarını Açıklamakta Bir Kaynak Olarak Çin Felsefesi
Bir diğer nokta ise, Çin felsefesinde döngüselliğe olan
inanç. Bunun, Çinlilerin zorluklar karşısında daha dayanıklı, daha umutlu
olmalarını sağladığı düşünülüyor. Günler hep karanlık olacak değildir, er ya da
geç güneş doğacaktır. Ama doğduğunda da tedbiri elden bırakmamak gerekir, çünkü
her iyi şey gibi bunun da bir sonu olacaktır. Bu diyalektik bakışın, çok sonra,
Hegel’de ve Hegel’gil felsefede ve sermaye düzeninin bunalımlarını inceleyen
ekonomi ve finans araştırmalarında kilit rolde olduğu biliniyor. Bu
döngüselliğin bir açılımı, ortayolculuğa (“herşeyin ortası makbuldür”, “çoğu
zarar, azı karar”, ‘ifrata kaçmama’ vb. düşünceleri) yönelecektir. Bu, yine
ekonomide, “döngüsel bunalımlardan kaçış olanaksız ama döngünün boyunu
küçültebiliriz” düşüncesine karşılık geliyor - ki bu da, işsizlik sigortası
kavramının teknik gerekçelerinden biri. Bunalım zamanlarında işsizlik artar;
işsizlere devlet para verirse, bu paraların harcanmasıyla ekonomi az da olsa
canlanır, bunalım daha hafif hasarla atlatılır. Ekonomi, kaldıramayacağı kadar
büyüdüğünde, diğer bir deyişle aşırı ısındığında ise, istihdam artışıyla işsiz
sayısı düşecek, devletin işsizler için yaptığı toplam ödeme azalacak, bu da ekonomiyi
dizginleyip dengeleyecektir.
Aile
Felsefesi: Dayının Eşiyle Amcanın Eşinin Ayrı Ayrı Adlarının Olması
Eskil Çin’de toplumun da felsefenin de temeli ailedir.
Aslında, bunun daha sonra Kuzey Atlantik psikoloji araştırmalarında beklenmedik
bir doğrulamasını görürüz: Çocuk ailede geliştirdiği ilişkileri dışarıya
aktararak gelişir. Büyüklerine ve küçüklerine nasıl davranacağını orada
öğrenir. Ailedeki ilk ilişkiler dışarıya genellenir. Dr. Fung durumu şöyle
açıklar:
“Aile sistemi, Çin'in toplumsal sistemidir. Hükümdar ile
tebaa, baba ile oğul, yaşlı ile genç kardeş, koca ile karı ve arkadaşla arkadaş
arasında olan beş geleneksel toplumsal ilişkiden üçü, ailevi ilişkidir. Geri kalan ikisi, ailevi
ilişki olmasa da, aileye uygun olarak düşünülebilir. Bu yüzden, hükümdar ile tebaa arasındaki ilişki,
baba ve oğul arasındaki ilişkiye; arkadaşlar arasındaki ilişki de, büyük ve
küçük kardeş arasındaki ilişkiye göre düşünülür. Ancak bunlar, büyük aile ilişkileridir ve daha birçok
ilişki vardı. Hıristiyan dönemden önceki bir dönemle tarihlenen ve Çin dilinin en eski sözlüğü
olan Erh Ya'da, farklı aile ilişkilerini ifade etmek için yüzden fazla terim vardır. Bunların çoğunun,
İngiliz dilinde (muhtemelen, bu tür ailevi yapı
bulunmayan hiçbir dilde de [ç.n.]) muadili yoktur” (s.27).
Bir örnek vermek gerekirse, İngilizce’de dayı ve amca için;
Türkçe’de ise dayının eşi ve amcanın eşi için aynı sözcükler kullanılır.
Çince’de yalnızca bunlar için değil daha uzak akrabalar için de özel sözcükler
bulunur. Böyle bir toplum yapısından, toplumsal ilişkileri ailesel ilişki
modeliyle yorumlamayan bir felsefenin çıkması herhalde şaşırtıcı olurdu. Eskil
Çin’de temel toplumsal birim aile iken, Eskil Yunan’da bu, şehirdi. Şehir,
ticaretin yapıldığı yerdi; bunun için matematiğin, kesin bir dil ve kavramların
gelişmesi zorunluluktu. Aile şehre göre daha hiyerarşik olacaktı. Ayrıca, Çin
felsefesinin bir kolu, doğayı işlemek yerine doğayla bütünleşmeyi yücelterek
kapitalizmin ortaya çıkışını engellemiş olacak, ancak öte yandan bugün çok
konuşulan ekolojik yaşam, yeşil ekonomi ve çevre dostu politikalar gibi
kavramsallaştırmalara da öncülük edecekti. Doğa sevgisi Çin felsefesine
içkinken, Batı felsefesinin ekolojik sorunlar karşısında aklı başına çok sonra
gelecekti.
Mao dönemi ve sonrasında aile tanımı ve yapısı
yenilenmektedir. Bu yenilenme bile ailenin etkisini tümüyle ortadan kaldırmaya
yetmez. Çin, ne kadar kalkınırsa kalkınsın Avrupa türü toplumsal ilişkilere
yönelmesi belki de hiç olanaklı olmayacaktır. İngiliz sömürgeciliği bile, Hong
Kong’daki ve Singapur’daki aile yapısını tümüyle ortadan kaldıramamıştır.
Avrupa tipi kapitalizm, otomatik olarak belli tür bir toplum yapısına yol
açmıyor. Benzeri bir biçimde, geçtiğimiz onyıllarda, yurtdışında eğitim alıp
ülkesine dönen Çinlilerin ülkeyi Batılılaştıracağını umanlar şimdi
yanıldıklarını anlıyorlar; çünkü bu öğrenciler çoğunlukla ayrıcalıklı
sınıfların çocukları. Batılılaşma, Çin’de varolan düzenin alt üst olması,
toplumsal kartların yeniden karılması ve bugün ayrıcalıklı konumda olanların
tahtlarından düşmesi anlamına geleceğinden, bu Batı eğitimli çocuklar var olan
düzenin devamını yeğliyorlar.
Çin Felsefe
Tarihyazımı: Ağır Yükten Tarihsel Özgüvene
Dr. Fung, bu değerli kitabında, büyük olasılıkla Kuzey
Atlantik’te aldığı eğitim ve çalışma yaşamı dolayısıyla, öz-kalıpyargılamaya
(self-stereotyping) yöneliyor. O da Çin’in durağan, Batı’nın dinamik olduğu
sanısına kapılıyor. Fakat bu yapıt yayınlandığı sırada Çin Halk Cumhuriyeti
bağımsızlık bile ilan edememişti, kurtuluş savaşıyla iç savaş içiçe geçmiş bir
biçimde sürüyordu. Dolayısıyla, Dr. Fung’un felsefe tarihyazımı da bir ölçüde
dönemin Çin adına karamsarlığını yansıtıyor. Bu bakışa göre, Yunan felsefesi ve
Batı uygarlığı gelişti, çünkü Yunanistan adalardan oluştuğu için, başka
kültürlere ve yeniliğe açıktı. Çin ise içine kapanıktı. Bunun böyle olmadığını,
en azından, Çin’in komşu ülkelerle tarihsel olarak sürekli olan
barışlarından-savaşlarından biliyor olmalıyız.
Çin’in silkinip tarihsel özgüvenine yeniden kavuşması, onun
kendi yurttaşlarının kaleminden çıkma felsefe tarihini de bağımsızlaştırıp
derinleştiriyor. Artık Çin’in düşünsel anlamda Batı kadar ileri olduğunu
kanıtlamak zorunluluğu da ortadan kalkmış durumda. Bu zorunluluk, 20. yüzyılın
ilk yarısında düşünce üreten Çinli aydınların sırtında gittikçe ağırlaşmış olan
bir yüktü. Bugünse, bu, bir yandan onların çabası bir yandan da Çin’in
yükselişiyle önkabuller arasına girmiş durumda.
Doğalcılarla
Görevciler Arasında
Eskil Çin felsefesinde doğalcılarla (“herşey olacağına
varır” ya da “kervan yolda düzülür” düşüncesi) ile insanların yapmaları
gerekeni yapmalarını öğütleyen görevcilerin sık sık karşı karşıya geldiğini
görürüz. İkincilere göre, herkes toplumsal rolüne göre davranırsa, toplum daha
huzurlu olur:
“Taocular "hiçbir şey yapmama" düşüncesini
öğrettiler. Oysa Konfüçyüs, "karşılıksız yapma" teorisini öğretmekteydi. Konfüçyüs'e göre,
her insan için yapması gereken bir şey olduğundan, o hiçbir şey yapmamazlık edemez. Bununla
birlikte, onun yaptığı, "karşılıksız"dır, çünkü insanın yapması gerekeni yapmasının değeri, bizatihi
bunu yapmakta yatar; eylemin harici sonucunda
değil.” (s.59)
(...)
Li Chi'nin bir başka bölümü olan, Konfüçyüs'ün torunu
Tzu-ssu'ya atfedilen Chung Yung ya da
Orta Yol Doktrini'nde, şöyle denilir: "Chung ve shu, Yol'dan uzak
değildir. Kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkalarına yapma... Oğlunun
sana hizmet etmesini istediğin gibi, babana hizmet et... Kendinden aşağı
olandan sana hizmet etmesini istediğin gibi yöneticine hizmet et... Genç
kardeşinin sana hizmet etmesini istediğin gibi büyük kardeşine hizmet et...
Kardeşlerine sana davranmalarını istediğin şekilde onlara davranışta örnek
ol.."” (s.57)
Kong Usta (İ.Ö. 551-479) ile Socrates’in benzerliğini de not
edelim. İkisi de kendilerine göksel bir görev verildiğini düşünürler:
“(...) Konfüçyüs, Sokrates gibidir. Sokrates, Yunanlıları
uyarmak için ilahi bir emir tarafından tayin edildiğini düşündü; Konfüçyüs de,
ilahi görevlendirme hususunda benzer
bilince sahipti. Mesela, K'uang diye isimlendirilen bir yerde fiziksel
şiddetle tehdit edildiğinde şöyle dedi:
"Eğer Gök, medeniyetin yok olmasına izin vermeyi isteseydi, (benim gibi)
sonraki nesillerin ona katılmasına izin verilmezdi. Ancak Gök, medeniyetin yok
olmasına izin vermeyi istemediğinden, K'uang halkı bana ne yapabilir ki?"
(KS, IX, 5). Çağdaşlarından biri de
şöyle dedi: "Dünya uzun bir süre, düzensiz oldu. Ancak şimdi Gök, üstadı,
uyandırıcı bir zil olarak
kullanacak" (KS, III, 24). Bu yüzden Konfüçyüs, kendisinin Göğün hükmünü
takip ettiğinden ve onun tarafından desteklendiğinden emindi; o, ahlaki
değerlerden daha üstün değerlerin farkındaydı” (s.61).
Mo Usta’ya
Göre Yurda ve Dünyaya Barış Nasıl Gelir?
Sonrasında Mo Usta (Mo Tzu - İ.Ö. 470-391), Kong Usta’nın
felsefesini yerden yere vuracak, özellikle iç-grup (bizden olanlar)
kayırmacılığına ve dış-grup (bizden olmayanlar) ayrımcılığına yol açan
aile-temelli toplum yapısını hedef alacak ve ailemize yönelik sevgimizin
arkadaşlarımıza ve onların ailelerine de yöneltilmesi gerektiğini savunacaktır.
Aslında bu da, bu kayırmacılık-ayrımcılık olgusunun ancak bir tık ilerisidir.
Yine de, bu, evrim kuramındaki genlerin korunması ve yeni kuşaklara aktarılması
olgusu ekseninde dikkate değer bir tartışmadır. Ayrıca, sosyal psikolojideki
grup dinamikleri araştırmalarını öngörmüş gibidir. Ona göre, bizden olmayanları
da bizdenmiş gibi sever, onlara ayrımcılık yapmazsak, ‘yurda da dünyaya da’
barış gelecektir. Başka şehirleri ve hatta başka ülkeleri kendimizinmiş gibi
seversek, onlar da aynısını yaparsa birbirimize zarar vermenin altındaki mantık
ortadan kalkacaktır.
Ancak burada ciddi bir sorun bulunmaktadır ki, bu da bizi
iktisat alanındaki oyun kuramına götürür: Böyle ülküsel bir dünya herkesin
yararına olmakla birlikte, karşılıklı sevgi-saygı düzeninin yerine kendi
bireysel çıkarına göre hareket edenler çıkacaktır. Ya bunlar ne olacaktır?
Böylece Mo Usta’nın düşüncesi, bir çıkar yol olarak Tanrı’nın iyilikseverliğine
ve hukuğa yönelecektir. Bu ikili, Mo Usta’ya göre devletin kökenini oluşturur.
Bu açıdan, devlet, iyilik yapanları gözeten, kişisel çıkar peşinde kötülük
yapanlara ise misliyle karşılık veren bir adalet dağıtımı uzvudur. Mo Usta’nın insanlığın
ilksel vahşi (doğal) durumu ve devletle uygarlaşma tarifi, Thomas
Hobbes’unkiyle karşılaştırılabilir; ancak, Hobbes’un yüzyıllar sonra ortaya
çıktığını unutmuyor olmalıyız.
Mo Usta’ya göre, toplumsal anlaşmazlıkları gidermek için var
olan, bir tür ortayol ya da ara bulucu işlevi gören devlet, kamu düzenini
sağlamak için şiddete başvuracaktır, fakat bunu uyruklarının genel iyiliği için
yapacaktır. Sosyal bir devlettir bu: Güçlünün güçsüzü ezmesini engeller; ancak
bunun için güçlüyü ezmekten de geri durmayacaktır. Buradan bugünkü barış
araştırmalarının temel karşıtlamını (paradoks) çıkarsayabiliriz: Toplumsal
barış inşası, toplumun, barışçıl kurumların oluşturulması yoluyla
değiştirilmesini gerektirir; fakat bu değişimin ta kendisi başka çatışmalara
yol açacaktır. Güçlüler, çıkarlarından vazgeçmeyeceklerdir; vazgeçtikleri
durumda bile, eskinin ezeninin, yeninin ezileni olma olasılığına karşı önlem
alınmış olmayacaktır. Bu da, yenik Almanya’nın yeniden savaşa tutuşmasına
benzer bir durumdur. Barış yeni savaşlar doğurabilecek niteliktedir.
Doğalcılarda
Bireyselleşme
Eskil Çin felsefesinin doğalcılarının bir kolunda çileci bir
bireyselleşmeyle karşılaşırız: “Dünya malı başkasının olsundur, benim olsun
küçük olsundur…” “Kendi bir günümü başkasının yaşamına değişmem”dir. Bir
imparatorluk çöker de yeniden kurulabilir. İnsan canı ise bir imparatorluktan
daha tatlıdır. Bu dünyaya bir kez geliyoruzdur. Kaybedilen toprak geri
alınabilir, ancak tenden çıkan can geri gelmeyecektir.
Yine aynı kola göre, insan çok fazla öne çıkmamalıdır. Bir
işi iyi yaptığı anlaşılırsa angaryalar hep ona yıkılacaktır. Bu nedenle, bir
insan, yeteneklerini kendine saklamalı, şöhret peşinde koşmamalıdır. Böylece
hayatının kontrolü daha fazla kendinde olacaktır. Bu düşünce, kullanışlı olduğu
için sürekli acı çeken tarçın ağacı benzetmesiyle açıklanır:
“(...) odunu hiçbir işe yaramadığı için kesilmekten kurtulan
ve bir kimseye rüyada şöyle diyen kutsal meşe ağacı hakkında bir tasvir vardır:
"Uzun bir süreden beri, faydasız olmayı
öğreniyordum. Neredeyse yok olacağım birkaç durum vardı, ancak şimdi,
benim için en büyük amaç olan faydasız olmada, başarılı oldum. Eğer ben
faydalı olsaydım, bu kadar büyük olabilir
miydim? Yine denilir ki, "bu dünya, yalnızca faydalının faydasını
bilir, ancak faydasızlığın
faydasızlığını bilmez" (CT, Bölüm 4). Faydasız olmak, bir kimsenin
hayatını korumanın yoludur. Hayatını
korumada yetenekli olan adam, çok kötülük yapmamalı, ancak, çok iyilik de
yapmamalıdır. O, iyi ve kötü arasındaki orta yolu yaşamalıdır. O faydasız
olmaya çalışır. Bu, onun için en büyük
faydadır.” (s.88)
Doğalcılar birçok açıdan, bugün şehirlerden kaçıp doğaya,
köylere ya da tatil yörelerine yerleşenlerin felsefel öncülleri niteliğindedir.
Kaçarlar, fakat böylelikle toplumsal düzenden tümüyle kurtulamayacaklarının da
bilincindedirler. Bu düzenin dışında kalmak, onun bir çarkı olmamak, sermaye
düzenine uyumsuz bir bireyselleşmeyi gerektirecektir; yine de, kimi
gereksinimler şehirlerden ve onun temeli olan sermaye düzeninden karşılanmaya
devam edecektir. Bireyleşme, doğalcı felsefede bencillik ile başlayıp
elçekmişliğe yönelecektir.
Meng Usta:
İnsan, Özünde İyi midir Kötü müdür?
Meng Usta’yla (Mencius, İ.Ö. 372-289) birlikte, Çin
felsefesinde insan doğası tartışmaları ortaya çıkar. Hıristiyan felsefesi,
insanı doğal günahla ilişkilendirip vaftizi şart koşarken, Çin felsefesinde bu
durum tartışmalıdır, farklı görüşler birarada görülür. Olası yanıtlar
şunlardır: İnsan, özünde iyidir; kötüdür; ne iyi ne kötüdür; hem iyi hem kötüdür
(bu son iki şıkta “koşullara göre değişir” eki gelir) ve hiçbiri (kimi insanlar
iyi, kimi insanlar kötüdür.) Aslında bu son şıktan daha fazla şık
türetilebilir. Örneğin, kimi insanlar ne iyi ne kötüdür; kimi insanlar hem iyi
hem kötüdür vb. Yüzyıllar sonra düşünce üretecek olan Karl Marx’a göre ise,
‘insan doğası’ dediğimiz, bir kurgudan ibarettir; çünkü insan doğası diye
nitelediğimiz özellikler, içinde bulunduğumuz toplumsal koşullara göre değişir.
Bu tartışmanın daha incelmiş bir sürümü ise, “insan, özünde bencil midir
yardımlaşmacı mıdır?” biçimindedir ki konu, buradan kaçınılmaz olarak
kapitalizme ve sosyalizme bağlanacaktır. Kimi araştırmacılar, insanlardaki ve
hayvanlardaki bencil sağkalım eğilimlerine dikkat çekerken, başkaları
yardımlaşma davranışlarını anımsatacaktır. Birinciler, gorillerle şempanzelere,
savaşlarla cinayetlere işaret ederken, ikinciler, barışsever bir tür olan
bonoboları ve “birlikten kuvvet doğar” sözünü doğrulayan toplumsal dayanışma
örneklerini öne çıkaracaktır. Bu açıdan, insan doğası kavramsallaştırması,
tartışmacılarının niyetlerinden ve beklentilerinden bağımsız olmayacaktır.
Bu, bir kurguysa, insan doğası diye birşey yoktur. İnsan
doğası, ancak insanların hayvani yönlerine karşılık gelebilir; fakat o da,
insanların yücelteceği bir geçmiş değil, kaçmak istedikleri bol kanlı, bol
şiddetli bir geçmiş olacaktır. Dolayısıyla, insan doğasına en uygun düzenin
falanca olduğu iddiası, insanın doğal düzeninin olumlu olduğunu varsayar ki,
daha önce Mo Usta, bize Hobbes’tan yüzyıllarca önce, böyle bir düzenin tam da
vahşiliği nedeniyle devletin ortaya çıktığını söylemektedir. Buna göre,
devletin ortaya çıkmasıyla birlikte insanlık, uygarlaşma serüveninde büyük bir
yol kat etmiştir. İlerleyen dönemde ortaya çıkan yasacı düşünce, insanın
özünden kötü olduğu varsayımına dayandığı için, yönetim felsefesinin odağına
toplumsal kontrolü koyacaktır. Bu düşünce aynı zamanda, keskin toplumsal
tabakalamaya dayanarak seçkinlere başka, halka başka hukuk uygulayan
Kong’culuğa karşı bayrak açıp halka uygulanan, ödül ve cezanın yalın
düzeneklerine yaslanan kamu hukukunu seçkinlere de uygulatacak, onların
hukuktan muaf olma ayrıcalığını ellerinden alacaktır.
Başka dönemlerde yaşamış olan Kong’cu düşünürler ise
(örneğin Hsün Usta - Hsün Tzu - İ.Ö. yk.312-yk.235), insanı insan yapanın
kültür olduğunu ileri sürecektir. Buna göre, insan doğası, kültürlenmiş olduğu
için iyidir. Herşeyin başı eğitimdir. İnsan doğası, bir taştan heykel
yontulması gibi işlenmelidir. İnsan, doğası gereği olarak değil, zekasıyla
iyiye (gerçeğe) ulaşacaktır. Fakat herkes iyiye yönelmez. Toplumsal düzeni
sağlamak için ahlak gereklidir. Bu düzen ise, bireylerin karşılıklı çıkarı
nedeniyle doğmuştur. Şöyle der Hsün Usta:
"İnsanın gücü, bir öküzün gücüne denk değildir; onun
koşması, atın koşmasına eşit değildir;
fakat bir at ve öküz, onun tarafından kullanılabilir. Bu nasıl olur?
Bunun, insanların toplumsal
organizasyonlar teşkil edebilmesi, diğerlerinin bu hususta güçsüz olmaları
sebebiyle olduğunu söyleyebilirim...
Birleştiklerinde insanlar, daha güçlü hale gelirler; daha güçlü olan insanlar
kuvvetli hale gelirler; kuvvetli olan insanlar, başka varlıkların üstesinden
gelebilirler" (s.197).
Daha önce gelen ve iyiliği insan doğasına bağlayan Meng
Usta’nın felsefesinde ise insanı insan yapan 4 duygu vardır: Acıma, haya ve
nefret, tevazu ve kâr, ve doğru ve yanlış duyguları. Bu duygular tüm insanlarda
bulunduğuna göre, insan, özünde iyidir. Ona katılmayan çağdaşı bir düşünür ise,
“insan, özünde ne iyi ne kötüdür; o nedenle, ahlaka gereksinim duyarız”
diyecektir. Meng Usta, bu durumda, kötülüğü ahlaksızlıkla açıklayamaz, onun
yerine, kötü bir ortamın özünde iyi olan insanı kötü yola düşürmesi gibi bir
görüşe yönelir. Peki özünde iyi olan insanın kötü yola düşmesi nasıl
engellenecektir? Meng Usta, Kong’cudur; toplumdaki hiyerarşi korunursa, insan,
özündeki iyilikle hareket edecektir. Diğer bir deyişle, baba, babalığını,
çocuk, çocukluğunu, büyük, büyüklüğünü, küçük, küçüklüğünü bilirse, insanlar
iyilikle dolup taşacaktır. İnsan, özünde iyi olduğuna göre, herkes bilge
olabilecektir. Ayrıca Meng Usta’nın Kong Usta’dan aktarımla, iki tür yönetim
biçimi olduğunu ileri sürüşünü not edelim. Bunlar, bugünün terimleriyle ifade
edersek, rızaya dayalı yönetim (ki karizmatik liderliğe karşılık gelir) ve zora
dayalı yönetimdir (ki otoriter liderliğe karşılık gelir). İlkine bağlılık
gönüldenken, ikincisine bağlılık çaresizlikten kaynaklıdır, görüntüdedir.
Aynı Irmakta
Bir Kez Bile Yıkanılmamalıdır
Dünyada çok tanınan Lao Usta’ya (Lao Tzu, d. İ.Ö. 601)
geldiğimizde ise, müdahale yanlısı olmayan, ‘serbest piyasa’ yanlısı bir devlet
modeliyle karşılaşırız. Klasik iktisatta merkez konum işgal eden kendi kendini
dengeye ulaştıran piyasa anlayışının önmüjdecisi Lao Usta’dadır. Ona göre,
devlet, topluma ne kadar az karışırsa o kadar iyidir. Yasaklar, insanları
tahrik edecek, yasak olanları yapmaya yönlendirecektir. Yasalar ne kadar
kısıtlayıcı olursa, bunları çiğneyenler de o kadar fazla olacaktır. Silahlar,
güvenliği sağlayacağına daha çok güvensizlik doğuracaktır. İyi bir yönetici,
buna göre, halkın beklentilerini düşüren kişidir. Gerçekleştirilemeyecek
vaatler, hayalkırıklıklarını harlamaktan başka bir işe yaramayacaktır. Laocu
bakış, “su akar yatağını bulur” sözüyle özetlenebilir. Devlet nasılsa akmakta
olan suyu ne durdurmaya kalkmalıdır ne de onun daha fazla akmasını sağlamaya…
“Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler…” sözünün öncülüdür bu…
Herakleitos’la Lao Usta’nın karşılaşmasında belki de şöyle bir eşkonuşma
duyulacaktı:
- Aynı ırmakta iki kez yıkanılmaz.
- Bir kez de yıkanılmaz, yıkanılmıyor olmalıdır. Doğal akışa
karışmamalıyız.
Lao Usta’nın sonraki izleyicileri, yönetme yerine
yönetmemeyi önerecek, birbirinden tümüyle farklı özellikleri olan insanlara
aynı yasaların uygulanmasına, doğal olana aykırı olduğu gerekçesiyle itiraz
edecektir. Bu anlayışa göre, devlet, toplum için bir destek değil köstektir. Bu
görüşü, yüzyıllar sonra özgürlükçü ve anarşizan felsefelerde gözlemliyor
olacağız. Ölüme bakışlarında ise, Kübler-Ross’un ünlü yas modelinden çok önce,
kabullenme vardır. Nasılsa topraktan gelip toprağa gideceğizdir. Doğal bir
süreçle varolup yine doğal bir süreçle son nefeslerimizi veririz. Bu felsefe,
insanın kendisiyle de doğayla da barışık olması ilkesine dayanır. Doğadan ne
gelirse kabul edilir. Tevekkül düşüncesinin kökleri, Lao Usta’ya kadar geriye
gider. Mo Usta’nın izleyicileri ise, bize daha sonra hem klasik ekonominin hem
de faydacılığın temelini oluşturacak olan zararın azıyla yararın çoğunun
muhasebesini birlikte yapma anlayışını armağan edecektir. Onlar, bütün
erdemleri faydalılık üstünden inşa edecektir. Kuşkusuz, bu, daha önce andığımız
üzere faydasızlığı salık veren doğalcı felsefeyle taban tabana zıt bir
niteliktedir.
Eskil Çin
Felsefesi ve İklim Değişikliği
İlerleyen dönemde, doğalcılardan evrilen bir yaklaşım,
olağandışı doğa olaylarını hükümdarın doğaya uyumsuz olan davranışları ile
açıklar. Doğa bir özne olarak, insanlara yapılması gerekenleri dikte eder.
Hükümdar başta olmak üzere insanlar doğru davranışlar sergilerlerse ne fırtına
olacaktır ne deprem… Ama ah şu hükümdarlar bir türlü bilgelerin sözünü tümüyle
dinlemezler… Doğa, tümüyle belirlenimci değildir. Bu, etkileşimli bir modeldir.
Bu düşüncenin, altyapısında, yağmur duası ve depremi inançsızlığa bağlayan
batıl inanç (ki bu, İran’da bile doğru bulunmuyor) ile benzeştiği anlaşılır.
Ancak, konuyu küresel iklim değişikliği bağlamında ele aldığımız zaman, bu
düşüncenin çağdaş ve bilimsel sürümleriyle karşılaşırız: Doğa, bir öznedir.
Hatta dünyanın bir bütün olarak canlı olduğunu (buna ‘Gaya Denencesi’ deniyor)
ileri süren araştırmacılar bile bulunuyor. Bir özne olarak doğa, dünya hakimi
olduğu biçimindeki kibriyle hareket eden insansoyuyla özellikle kapitalizm
döneminde bitimsiz bir kavgaya tutuşmuştur. ‘İnsanların doğaya uyumsuz
davranışları’ gibi bir kavramsallaştırma, bugün fazlasıyla geçerlidir, fakat
içeriği değişmiştir. Örneğin, yağmur duasına çıkmak yerine, fosil yakıtları azaltmak
ya da belli bir bölgedeki kirli endüstrileri kapatmak ya da en azından
yeşillendirmek, iklimsel bir ferahlamaya yol açacaktır. Öte yandan, eskil
Çin’de bu özne olarak doğa inanışı, hükümdarın meşruluğuyla ilişkilendirilecek,
aşırı doğa olayları, göksel hoşnutsuzluğa ve meşru olmamaya bir gösterge
sayılacak, bunun siyasal sonuçları olacaktır. Göksel desteği alamadığı büyük
bir kıtlık ya da su taşkını ile ‘gösterilmiş’ olan bir imparatorun kendine
saygısı bile kalmayacaktır. Kendine saygısı olmayana elbette halk hiç saygı
göstermez. Olağandışı doğa olayları dönemleri, genellikle Çin tarihinde iktidar
değişimiyle ya da en azından iktidar değişimi girişimleriyle sonuçlanır.
Bunların bir payandası bu doğa felsefesi ise, diğeri doğal afetin açlık, nüfus kaybı,
büyük ölçekli göçler, yoksulluk vb. gibi toplumsal ve ekonomik doğurguları
olacaktır. Bugün büyük ülkelerin ve şirketlerin liderleri ve onların hedef
kitleleri, siyasal, ekonomik ve toplumsal güçlerin meşruiyetlerini doğadan
aldıklarını düşünselerdi, belki de bugün iklim kriziyle boğuşmuyor olurduk.
Aynı doğalcı akıma göre, kehanet, doğanın matematiğini
çözmekten ibarettir. Bu, aklımıza, gizemli bir matematik tarikatı kurmuş olduğu
ileri sürülen hipotenüsçü Pisagor’u, Ömer Hayyam’ı ve İbranice ve Arapça’da
ortak olan ebced hesaplarını akla getirir. Doğanın matematiğini çözme düşü,
insanlık tarihinin ilerleyen dönemlerinde fiziğin de gökbilimlerinin de
doğuşuna kaynaklık edecektir. Kimi düşünürler, buna göksel bir anlam biçerken,
diğerleri daha bilimsel bir yol izleyip bugünlere gelmemizi sağlayacaktır.
Çin’de
Merkezi Sınav Düzenine Geçiliyor
Eskil Çin’in felsefesinin daha çok (sırasıyla) toplum,
siyaset, doğa ve evren, hukuk, mantık ve dil ağırlıklı olduğunu görürüz. Bu
bağlamda temel konulardan biri, ülkeyi yönetmeye kimin layık olduğu olacaktır.
Kayırmacılıktan çok çekenler, sonunda liyakat üstüne fikir yürütmeye başlarlar.
Böylelikle, yaklaşık 2 bin yıl önce Çin’e merkezi sınav düzeni gelir. Bu
düzenle birlikte, ülkeyi yönetme hakkı, soylulara, seçkinlere, ayrıcalıklılara,
varlıklılara vb. değil, düşünsel düzeyiyle hak edenlere bahşedilir. Uygun
adaylar ise, Kong Usta’nın temellerini attığı bilge kral modelini örnek
alacaktır. Ülkeyi yönetenler, en eğitimliler olmalıdır. Öyle bir eğitim düzeni
kurulmalıdır ki yöneticiler en yetkin kişiler olsun.
Bu anlayış, uzun süre kabul görmekle birlikte, eğitimin
içeriğinin yüzyıllar içinde güncelliğini yitirmesi, Çin’in kendisini
yenilemesinin önündeki en büyük engellerden biri olacaktı. Sınav, liyakatı esas
alırken, bir yandan da bir mandarin sınıfı yaratacak, bu da halk ile saray
arasındaki ayrımı keskinleştirecekti. Böylelikle, çok zeki, ancak ülke
gerçeklerinden uzak bir ‘ilmiye’ sınıfı doğmuş olacaktı. Bunun sonuçları ise,
daha fazla iç karışıklık ve ayaklanma olarak geri dönecekti. Sınav, herkese
eşit hak tanıyordu; böylelikle, her kesimden insanın mandarin olma olasılığı
vardı; ancak, bir noktadan sonra, herkesin dersane ya da özel ders parası
ödeyememesi örneğinde olduğu gibi, yapısal eşitsizlikler ortaya çıkacaktı. Bu
da, ünlü Needham Sorusu’nu yanıtlamak yolunda bize ipuçları veriyor. Needham Sorusu,
Avrupa’dan çok önce, barut, kağıt, pusula ve matbaa gibi çeşitli buluşlar
gerçekleştirmiş olan Çin’in neden Avrupalı sömürgecilerden geri kaldığı
biçimindeydi. Bunun yanıtı, felsefede, eğitimde, yönetim biçiminde vb.
aranmalıdır. Yenilikçilerle gelenekçiler tarihsel olarak çatışma halindedir.
Dahası, birincilerin yenilikten, ikincilerinse gelenekten ne anladığı ve tam
tersi, bu çatışmanın en az kendisi kadar önemlidir.
Sonuç:
Gerçekten Evrensel Bir Felsefe ve Felsefe Tarihi İçin
Bu çalışmada, Çin tarihinden birtakım örnekler vererek, Batı
Avrupa felsefesinin üstün, tek, ayrıksı ve hatta evrensel olduğu türünden
varsayımları sorgulamaya açmayı amaçladık. Evrensellik, Avrupa’nın/Kuzey
Atlantik’in tekelinde olmamalıdır. Çin’in ve genel olarak Asya’nın
yükselişiyle, Kuzey Atlantik merkezli felsefeler, tarihler ve bilgi üretimleri
daha da tartışmalı duruma düşecektir. Bu çalışma, bu sürece yönelik bir destek
olarak değerlendirilebilir.
Kaynakça
Yu-Lan, F. (2009/1948/1934). Çin Felsefesi Tarihi (çev. Fuat
Aydın). İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder