Zihin
Felsefesi: Beyinler, Zihinler ve Yarasalar
Prof.Dr. Ulaş
Başar Gezgin, ulasbasar@gmail.com
Bilişsel
bilimlerin temel ayaklarından biri, zihin felsefesi. Ancak, bu felsefe dalının
adı bile, bir varsayıma, zihnin var olduğu varsayımına dayanıyor. Böyle olunca
bu alanın temel sorunu, zihin-beden sorunu oluyor. Sorun böyle konduğunda ise,
temel soru, zihinle bedenin nasıl etkileştiği olacak. Özellikle Descartes’ta
doruğuna ulaşan bu soru, ancak zihne ayrı bir varlıksal nitelik verenler için
anlamlı. Maddeciler için ise, böyle bir sorun yok. Çünkü maddecilere göre,
zihin yok, beyin var.
Dilimiz, bilimden
önce ortaya çıktığı için yanlış ifadelerle dolu: Örneğin gündoğumu (sunrise) ve
günbatımı (sunset) diyoruz; oysa güneş doğmuyor da batmıyor da; çünkü güneş
dünyanın çevresinde değil, dünya güneşin çevresinde dönüyor. Aynı biçimde,
dilimiz bize duygularımızın kalpte olduğunu söylüyor. Böylece, kalp-duygular ve
beyin-düşünceler gibi yanlış bir karşıtlık ortaya çıkıyor. Oysa bilim bize,
duyguların da düşüncelerin de beyinde olduğunu söylüyor. İşte maddeciler, zihin
kavramının da bu iki örnekte olduğu gibi, bilim öncesi dile ait yanlış bir ifade
olduğunu düşünüyor. Birçok öznel deneyimi, beyinin belli bölgelerini uyararak
uyandırabiliyoruz.
Yarasa
Olmak ya da Olmamak
Thomas Nagel, önde
gelen zihin felsefecilerinden. Yarasalarla ilgili bir zihin felsefesi makalesi
dolayısıyla 70’lerden bu yana oldukça ünlü.[1]
Nagel’ın temel savı, özetle, zihnin maddeye indirgenemeyeceği ve dolayısıyla,
kişisel deneyimleri yansılayamayacağımız yönünde. “Yarasa olmak nasıl bir
şeydir?” diye soruyor Nagel ve bunu asla bilemeyeceğimizi ileri sürüyor. Bu
tartışma üzerinden maddeci yorumları geçersiz kıldığını ileri sürüyor. Oysa
artık bunu bilmemiz olanaklı: Bilgisayar simülasyonlarıyla bir yarasa gibi
hissedebilir, yarasanın sonarsı duyularına sahip olabiliriz. Bunun olanaklı
olmadığı durumda bile, yarasa gibi olmanın nasıl birşey olduğu aslında
araştırmalarımız açısından bir yan-olay sayılabilir. Bu durumda, çok da önemli
olmayabilir.
Nagel’ın yarasa
makalesinde, “yarasaların öznel yaşamını bilemeyiz” savına ek olarak işlenen
bir sav da şudur: “Görme engellilere renkleri tarif edemeyiz”. Oysa bu
benzetme, başından yanlış. Şöyle ki, burada bir fiziksel kısıtlılıktan söz
ediyoruz. Ama bunun tersini elbette yapabiliriz: Bilimsel olarak bir insanı
geçici olarak görme engelli yapabilir (elbette bunu yalnızca gözlerimizi
kapatarak da yapabiliriz; ama daha kapsamlı müdahaleler de yapılabilir) ve
görme engelliliği deneyimlemesini sağlayabiliriz. Benzer bir biçimde, yarasa
olamasak da, yarasa simülasyonunda yarasa gibi olmanın nasıl birşey olduğunu
deneyimleyebiliriz.
Nagel, bilinci, ısrarla
özgün ve özel bir konuma yerleştiriyor; oysa psikoloji araştırmaları,
bilinçaltı ve bilinçdışı süreçlerin çok daha önemli olduğunu gösteriyor. Bilinç
indirgenemez gibi görünse de, ‘deja vu’ ve ‘jamais vu’ gibi deneyimlerden
bilincin de beyinde uyarılabilir ve uyandırabilir deneyimlerden olduğunu
çıkarsayabiliyoruz. Dahası, Nagel, eleştirileriyle fizik-kimya-biyoloji
üçlüsüne vururken, herhalde herşeyin temelinin matematik olduğunu inkar etmeyecektir.[2]
İnsan ve doğa arasındaki en büyük ortaklık olan matematikleşme yatkınlığı, yine
de insanı öngörülebilir yapmayacaktır ve gerçekçi bir yaklaşım tam da bunu
gerektirir.
Yanlış
Varsayımlar Yanlış Çıkarımlar
Nagel, gerçekte
yanlış bir varsayımla başlıyor. İnsan zihnini doğa bilimlerinin
açıklayamadığını söylüyor. İlk başta ikna edici gibi görünse de, temel sıkıntı,
doğa bilimlerinden yalnızca fizik, kimya ve biyolojiyi anlaması. Oysa bugün
beyin işlevlerini bu üçlü değil, sinirbilim alanı inceliyor. Sinirbilimdeki
birçok gelişme, “indirgenemez” denilen süreçleri gözler önüne seriyor.
Sinirbilim araştırmaları, Nagel’ın sandığının tersine, insanı, herhangi bir
doğa olayı gibi incelemek durumunda değil. Sinirbilimsel çalışmalar, insanın
niyetselliği, ussallığı ve usdışılığı ve herşeyden önce özneliği ve
eyleyiciliği (fail, agent) önünde engel değil.
Nagel’ın dikkat
çektiği doğabilimci yanlış ve artık eskimiş bakış, insanı düşünsel
özelliklerinden soyarak araştırıyordu. Anaakım psikolojide bu eğilimin hâlâ
baskın olduğunu görürüz. İnsan edimi, kimi laboratuvar çalışmalarında
karıştırıcı değişken olarak görülüp engellenmektedir. Birçok örnekte,
katılımcıların (eskiden aşağılayıcı bir ifade olan ‘denek’ denirdi, şimdi bilgi
üretimine katılan anlamında ‘katılımcı’ sözü yeğleniyor) deneyin amacını
bilmemesi umuluyor ve hatta şiddetle arzulanıyor; çünkü bu, bilimsel
nesnelliğin bir gereği olarak görülüyor. Oysa gerçek yaşamda insanlar
birşeylerin kimi zaman farkına vararak kimi zaman farkına varmayarak hareket
ederler. Dolayısıyla, Nagel’ın eleştirisi bu açıdan haklı. Fakat sinirbilim,
anaakım psikolojinin tersine, insanların niyetsellik vb. düşünsel özelliklerini
ne sıfırlıyor ne yok sayıyor. Oysa Nagel, görebildiğimiz kadarıyla, beyin
araştırmalarından, özellikle beyin alanlarıyla ilgili bulgulardan köşe bucak
kaçıyor. Eski türden, beyin araştırmalarına dayanmayan, onun yerine fiziğe
dayanan ham bir maddeciliği hedef tahtasına oturtarak, bugünkü beyin ve sinir
araştırmalarına dayanan maddeciliği geçersiz kıldığını sanıyor.
Öte yandan,
Nagel’ın evrimsel açıklamalara yönelik eleştirilerini dikkate almak
durumundayız. İşin aslı şu: Felsefesiz bir doğa bilim olanaksız. Olanaksız
çünkü doğa bilimleri bile elde edilen veriler üstünden yorum yapmayı
gerektirir. Bilim insanları, bu nedenle, bilim yaparlarken, aynı zamanda
bilinçli ya da bilinçsiz olarak felsefe de yapmaktadırlar.
İnsanın evrimi
konusuna geldiğimizde, bunu açıklayabilmek için doğabilimleri altyapısına sahip
olmak yeterli değildir, bilinçli bir biçimde felsefe ve toplumsal bilimlerin
bilgi ve becerilerini donanmak da gereklidir. Anaakım evrim kuramcıları,
çoğunlukla bencillik varsayımından hareket etmektedir. Fakat bu varsayımı çoğu
örnekte tartışılmaz, önkabullu bir önerme olarak görmektedirler. İşte buna
itiraz etmek durumundayız. Bilim bize herşeyi açıklayamaz; doğa bilimlerinin
yanına mutlaka toplumsal bilimler ve felsefe konmalıdır.
Sonuç:
Geçici Gizemler
Şaşırtıcı
gelebilir; ancak, bir maddeci, mistik inanışlara sahip olabilir, tek bir
şartla: Bu mistik deneyimlerin gelecekte doğa bilimleri, toplum bilimleri ve
felsefe üçlüsüyle açıklanacağı umuduyla... Dolayısıyla, mistik deneyimler,
sürekli gizemler değil ileride açıklanabilecek geçici gizemler olarak yer
bulacaktır maddecinin (kalbinde değil) beyninde... Nagel’in ileri sürdüğü
gizlerin niteliği de, sinirbilimin ve beyin araştırmalarının bulgularının ikna
edici olmadığı durumda bile, bir maddeci
açısından benzer bir nitelikte sayılacaktır...
[1] Bkz.
Nagel, Thomas (1974/2015). Yarasa Olmak Nasıl Bir Şeydir? Zihin ve Evren:
Materyalist Neo-Darwinci Doğa Görüşü Neden Neredeyse Kesinlikle Yanlış? (çev.
Özge Çağlar) içinde, s.145-165. İstanbul: Jaguar.
[2] Bununla
ilgili ilginç bir belgesel, matematiğin keşif mi (dışsal) buluş mu (içsel)
olduğunu tartışıyor ve sonunda “ikisi de” diyor. Belgeseldeki bilgisayar oyunu
benzetmesi dikkate değer: Bir bilgisayar oyunu kişiliği, oyunu kişisel olarak
deneyimler; oysa bütün gördükleri ve düşündükleri sayıların bir
kombinasyonundan ibarettir. Bkz. The Mathematical Mysteries Of The Universe. https://www.youtube.com/watch?v=M-cluOc-7fc
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder