Anlatılan Senin Değil, Hepimizin
Hikayesi: Psikolojikleştirmeye Karşı
Prof.Dr. Ulaş Başar Gezgin, ulasbasar@gmail.com
Twitter: ProfUlas
Sermaye düzeni, aslında kimseye birey olarak davranmazken,
insanlar üzerinde hep topluluksal ve toplumsal bağlamlarda etki ederken, bir
yandan da, her birinin birey olduğu yanılsamasını yaratıyor. Aslında hiç bir
koyun kendi bacağından asılmaz; koyunları sürüler halinde asarlar. Bu birey
yanılsaması kendini en çok da psikoloji tartışmalarında gösteriyor. 3 örnekle
bu yanılsamayı açıklayalım. İlk örneğimiz, Google’ın CEO’su Sundar Pichai’dan.
Sosyal medyada çok paylaşılan metinlerden biri olan bu açıklamada Pichai nasıl
olup da Google gibi bir şirketin başına geçebildiğini açıklıyor:
“Hamamböceği Teorisi
Restoranın birinde bir gün aniden bir
hamamböceği belirdi ve orada bulunan bir kadının üzerine çıktı.
Kadın korkudan çığlık atmaya başladı.
Paniklemiş yüzü ve titreyen sesiyle, can
havliyle hamam böceğini üzerinden elleriyle atmaya çalışırken zıplamaya
başladı.
Onun bu tepkisi bulaşıcı olmuştu,
bulunduğu gruptaki diğer insanlar da paniklemişti.
Kadın sonunda hamam böceğini üzerinden
atmayı başardı derken… başka bir kadının üzerine düştü hamam böceği.
Şimdi aynı şeyleri yaşamak için sıra
gruptaki diğer bir kadındaydı.
Garson hemen imdatlarına koştu.
Bu nöbet değişiminde, bu sefer de hamam
böceği garsonun üzerine düştü.
Garson dimdik durdu, kendini toparladı
ve gömleğindeki hamamböceğinin davranışlarını gözlemledi.
Kendine yeterince güvendiğini
hissettiğinde, hamam böceğini parmaklarıyla tutarak, restorandan dışarı attı.
Kahvemi yudumlayıp, curcunayı izlerken,
beynimdeki anten birkaç fikir yakaladı ve merak etmeye başladı, kadınların bu
tiyatral, abartılı hareketlerinden hamamböceği mi sorumluydu?
Eğer öyleyse, neden garson rahatsız
olmadı?
Durumu mükemmele yakın bir şekilde, hiçbir
kargaşa çıkarmadan halletti.
Buna neden olan hamamböceği değildi,
hamamböceğinin sebep olduğu rahatsızlığı o kadınların giderebilecek kabiliyette
olmamasıydı, onları bu denli rahatsız eden buydu.
Farkettim ki, babamın, karımın veya
patronumun bağırması değildi beni rahatsız eden, bana bağırmalarıyla
hissettiğim rahatsızlıkla başa çıkamamamdı.
Yoldaki trafik değildi beni rahatsız
eden, trafik sıkışıklığıyla oluşan sıkıntılı durumu halledemeyecek olmamdı.
Hayatımdaki kargaşayı yaratan şey,
problemin kendisinden çok benim ona verdiğim tepkiydi.
Hikayeden çıkarılan dersler:
Anladım ki, hayatta olaylara tepki
vermemeliyim.
Onun yerine, olaylara cevap vermeliyim.
Kadınlar hamam böceğine tepki verirken,
garson ise cevap verdi.
Tepkiler içgüdüsel olarak gösterilen
şeylerken, cevaplar etraflıca düşünülerek oluşturulmuş şeylerdir.
HAYATI anlamanın güzel bir yolu.
MUTLU olan biri, hayatındaki her şey
yolunda olduğu için mutlu değildir.
MUTLU olmasının sebebi, hayatındaki
olaylara karşı tutumunun doğru olmasıdır.”
***
İlk olarak Pichai’ın ataerkil toplum çözümlemesinden
bihaber olduğunu görüyoruz. Burada iki kadını öyle davranmaya iten,
‘kabiliyetsiz’ olmaları değil, ataerkil toplumun kadınlarla erkeklerden
bekledikleri konusunda yaptığı ayrımcılıktır. Ataerki, kadınların erkeklere
bağımlı olmasını özendirir. Garson ise (İngilizcesinde erkek olduğu belli, ama
Türkçesinde öyle olmak zorunda değil), erkek rolüyle mi davranmıştır, yoksa
garson rolüyle mi... Bu da ayrı bir tartışma konusudur. Sözgelimi, bir kadın
garson da erkek garson gibi davranabilir miydi? Bu, olasılık dahilindedir;
çünkü kadın-erkek rolleri, donmuş değildirler. Koşullara göre değişiklik
gösterirler. Ayrıca, Pichai’ın bir lokantada hamam böceği çıkmasını sorun
etmeyip insanların tepkisine odaklanması, tam da birey yanılsamasının başladığı
yerdir. “Kim ne yaptı?” sorusuna vurgu, aslında ne olmakta olduğu sorusunu
perdelemiş oluyor. Diğer bir deyişle, Pichai için lokantanın pisliği sorun
değil, onun yerine her birimizin buna ne tepki vereceği...
Özellikle, şu ifadeler tam da psikolojikleştirme örneği:
“Farkettim ki, babamın, karımın veya
patronumun bağırması değildi beni rahatsız eden, bana bağırmalarıyla
hissettiğim rahatsızlıkla başa çıkamamamdı.
Yoldaki trafik değildi beni rahatsız
eden, trafik sıkışıklığıyla oluşan sıkıntılı durumu halledemeyecek olmamdı.
Hayatımdaki kargaşayı yaratan şey,
problemin kendisinden çok benim ona verdiğim tepkiydi.”
Böyle bir anlayışla, çevremizde birşeyleri değiştirme ve
hayata muhalefet etme gibi seçeneklerin üstü çizilmiş oluyor, ki bu, açıkça
ideolojik bir seçimdir. Patronum bana bağırdığında, bunu sineye mi çekmeliyim?
Yoksa çalışma koşullarımın düzelmesi için mücadele mi etmeliyim? Ya da durum
bir türlü düzelmiyorsa iş değiştirmem daha mantıklı olmaz mı? Babam ve eşim
bana bağırıyorsa, bu durumu kabullenmeli miyim yoksa daha insancıl olabilecek
iletişim yollarına dair bir arayışa mı girmeliyim? Belki de durum çok kötüyse
evi terk etmeliyim.
Hayatta değiştiremeyeceğimiz şeyleri kabullenmeliyiz
elbette, sözgelimi amansız ve kronik hatta ölümcül bir hastalığı; ama
değiştirebileceğimiz şeyleri kabullenmek ideolojik bir tercihtir, ve tam da bu
tercih, kapitalizme can suyu oluyor.
***
Aynı biçimde, suçlar çoğunlukla kişilikle açıklanır,
böylece psikolojikleştirilir. Oysa suç, toplumsal süreçlerle yakından
ilişkilidir. Zaten suç tanımı toplumsaldır; dahası kimin suçlu olacağı ya da
sayılacağı toplumsal kurumların etkisi altındadır. Hepimiz aynı toplumda
yaşarmış gibi görünürüz, ancak insan yaşamını bir anlatı olarak ele alırsak
hepimiz kendi yaşamımızı aynı olay, kişi ve ortamlarla deneyimlemeyiz.
Sözgelimi, travmatik bir olay (bir yakın kaybı) insanı suça itebilir. Anlatının
ikinci öğesi olarak kişiler açısından bakarsak, özellikle ergenlik ve gençlik
döneminde akranlar ve rol modelleri kişiye suça eğilimli bir nitelik
kazandırabilir. Aynı biçimde, içinde bulunulan ortam, bireyi suça itebilir. Bu
tartışma için güzel bir anlatıyı ‘Cinayet Anatomisi’ (American Violence) adlı
film sunmaktadır.[1]
Filmde psikolog, saldırganlığın altındaki kişilik öncüllerini saptamak için bir
idam mahkumunu dinler; fakat sonunda (burada özür dileyerek oyunbozan (spoiler)
veriyoruz), mahkumun mağduriyet öykülerini dinledikten sonra, saldırganlığın
kişilikle değil sistemle, özellikle de hukuk sistemiyle ilişkili olduğu
sonucuna varır. Pir Sultan’ın dediği gibi, “bozuk düzende işleyen çark
bulunmaz.” Hukuk düzeninin sağladığı koşullar, suçluyu topluma kazandırmayı
değil suçu işlendikten sonra cezalandırmayı hedef almaktadır. Böylelikle, ceza
sistemine bir kez giren bir daha çıkamaz. Filmdeki başkişi, çocukluk döneminde
yaşadığı cinsel taciz cezasız kaldığı için şiddete yönelir ve şiddet şiddeti
doğurarak kısa sürede onu idama götürür.
***
Bir diğer psikolojikleştirme örneği ise, bireylerin yoksul
ve zengin olmasını çocuklukta nasıl programlandıklarına bağlayan bir
araştırmacı.[2]
Birincisi, dipnotta yer verilen videodaki araştırmacı, bilinçaltı
(subconscious) ile bilinçdışını (unconscious) karıştırıyor. Bu ikiliyi
karıştırmasından zaten konunun uzmanı olmadığı ortaya çıkıyor. Bilinçaltı,
erişilebilir bilgilerin depolandığı yerdir. Örneğin “bu sabah kahvaltıda ne
yedin?” Bu, biri sorana kadar aklımızda değildir, çünkü ihtiyaç duyduğumuz bir
bilgi değildir. Ama ulaşmak istediğimizde ulaşabiliriz. Bu, bilinçaltıdır.
Bilinçdışı ise, özel yöntemler dışında erişilemez bir niteliktedir.
Bilinçdışına rüyalarla, hipnozla, serbest çağrışımla, mürekkep testleriyle
ulaşabiliriz ancak.
Bunun dışında, bu bakışta şu sorunlar var: Bu, bir klasik
Amerikancı psikoloji örneği. Toplumdaki
adaletsizlikler bireye yıkılıyor; bunlar bireysel sorunmuş gibi gösteriliyor.
İletisi şu: “Yoksul doğmuşsan, yoksul devam ediyorsan, bu, sendeki bireysel özelliklerden,
programdan vb. kaynaklanıyor.” Oysa bu, gerçekte sermaye düzeninden
kaynaklanır. Sermaye düzeni asla herkesi zengin eden bir düzen değildir;
tersine, bir azınlığın çoğunluğu sömürmesine dayanır. Dolayısıyla yoksulluğun
sorumlusu 7 yaşımız değildir. Sistemik bir sorunun bireysel bir sorunmuş gibi
görülmesi ya da gösterilmesinin elbette ideolojik işlevi var. Böylece olası bir
değişimin yalnızca bireysel düzlemde
olabileceği varsayılıyor (örneğin iş değiştirme),[3]
oysa çözümler, toplum ölçeğindeki değişimlerde...
Bireysel sandığımız ya da sanmamız istenen sorunlarımızın
toplumsal ve tarihsel kökenlerine ilişkin araştırma sayısı, diğer anaakım
çalışmalara oranlarsak çok az. Bu az sayıdaki örnekten biriyle yazımızı
noktalayalım: Kaygı bozukluklarının kaynağının tarım toplumuna geçiş olduğu
ileri sürülüyor;[4]
çünkü birikim mantığı o zaman başlıyor. Tarım devrimi öncesinde atalarımız, yerleşik
olmayan avcı-toplayıcı yaşamlarında günlük olarak yiyecekleri kadar avlıyor ve
topluyor, fazlasını biriktirmiyorlardı. Yerleşik yaşama geçilince, geçinme
noktasında olasılıklar ve tehditler arttı. Artık temel beslenme aracı, tarımdı;
tarlanın bu yıl iyi ürün vermemesi için çokça neden olabiliyordu; hatta iyi
ürün verse bile, yiyecekler toplandıktan sonra çeşitli doğal nedenlerle zarar
görebilirdi, hatta çalınabilirdi. Bu da kaygıya yol açıyordu. Ta o dönemde
yerleşmeye başlayan biriktirme alışkanlığı ve ona eşlik eden “ya yetmezse” ve
“ya zarar görürse ya da çalınırsa” vb. düşünceler, sermaye düzeninde doruğuna
varıyor ve kaygıları büyütüp çeşitlendiriyor.
Bu örneklere ilişkin tartışmamızın gösterdiği üzere,
oldukça bireysel görünen kaygı olgusu bile sistemik nitelikte. Sıkıntılı
dönemler geçirdiğimizde yaşadıklarımızın bize özgü olmadığı, bunun yerine sistemik
olduğu düşünüldüğünde, bunun rahatlatıcı etkileri olacaktır. Çünkü o zaman, benzer
sıkıntılar yaşayanlarla dayanışmanın da ruh sağlığının olmazsa olmaz
sacayaklarından biri olduğu, bir kez daha ortaya çıkacaktır...
[1] Şiddet ve cinsellik sahneleri nedeniyle 18+ bir filmdir. Şuradan
izlenebilir:
https://youtu.be/9P4gWFqYHPU
Elbette her suç
toplumsal koşullarla açıklanamaz. Toplumsal koşullarla açıklandığı durumda
bile, bu, cezasız kalması gerektiği anlamına gelmez. Ancak, aslolan, suç ve
cezanın ötekisine geçip hem suçu hem de cezayı doğuran toplumsal koşullara
odaklanmaktadır.
[2] Dr. Bruce Lipton Explains How We Are Programmed At Birth. https://youtu.be/7TivZYFlbX8
[3] Bkz. Why You Should Quit Your Job! https://www.youtube.com/watch?v=ODOrUFgPLpA
Bu bireyci bakışa bir
örnek de, Japonya’da intiharların toplumsal nedenlerine odaklanmak yerine,
intiharların sık görüldüğü bir yer olduğu için adı ‘İntihar Ormanı’na çıkan
ormanlık bölgede, intiharları önlemek üzere müzik çalınması. Elbette hiç bir
yararı olmuyor. Bkz. Japonya’nın İntihar Ormanında Yaşam için Müzik. https://tr.euronews.com/2018/12/24/japonya-nin-intihar-ormaninda-yasam-icin-muzik
[4] Bkz. Why People Worry Much More Than They Need To.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder