Videolar

16 Nisan 2021 Cuma

Dünya Barışı Üzerine: Fırtına Öncesi Sessizlik mi?

 

Dünya Barışı Üzerine: Fırtına Öncesi Sessizlik mi?

 

Prof.Dr. Ulaş Başar Gezgin, ulasbasar@gmail.com

Twitter: ProfUlas

 

Dünya barışı üstüne düşünce üretirken, dikkate almamız gereken ilk noktalardan biri, olumlu barış ve olumsuz barış ayrımı olacaktır. Kabaca tariflersek, olumsuz barış, savaşın şu an olmama durumudur; çatışmasızlığa karşılık gelir. Bir ateşkes söz konusudur; ancak, bunun kalıcı olup olmayacağı belli değildir. Bir ateşkes, barışa da evrilebilir; savaşa da… Olumlu barış ise, savaş kurumlarının barış için yenilenip güncellenmesiyle ortaya çıkar. Örneğin, büyük devletler, uzak bir coğrafyada çıkarları için vekaleten savaşıyorlarsa (Vietnam örneğini anımsayalım), buradaki geçici bir çatışmasızlığın barışa evrilme olasılığı çok düşüktür. Onların bakışının değişmesi ve böylelikle, savaşa hizmet eden eğitim, medya, hukuk vb. kurumların barışa hizmet etmek üzere güncellenip geliştirilmesi gerekir ki, bunun çok zorlu bir iş olduğunu Nepal gibi örneklerde görebiliyoruz. Nepal’de halk savaşıyla krallık devrildi; yeni anayasanın yapılabilmesi için 10 yılın geçmesi gerekti; ülke hâlâ tümüyle barış inşasından uzak.

 

 

Dağılım Eşitsizliğinden Ekonomik Yıkıma

 

İkinci bir nokta, barışın dünyada eşit olarak dağılmadığı olacaktır. Avrupa genellikle savaşlarını başka coğrafyalarda yaptırır; kendi içindeki barışın bedelini başka ülkeler öder. Üçüncüsü, savaş gibi dış göstergelerle iç savaş ve cinayet oranları gibi iç göstergeleri ayrıca değerlendirmemiz gerekir (bu konuyu aşağıda ayrıntılandıracağız). Dördüncüsü, dünya barışını öznesiz, kendiliğinden gelişen bir süreçten çok, öznelerarası mücadelelerinin bir sonucu olarak değerlendirmek gerekir. Tarihte barış, insanlık için, savaştan her zaman çok daha iyi olsa da; savaştan çıkarı olanların borusu yine her zaman barışseverlerin çağrılarına göre daha çok ses çıkarmıştır. Silah üreticileri ve onların lobileri devasa bir çıkar ağı oluşturmaktadır. Dolayısıyla, bir dünya barışı tartışması, silah üreticilerini tek tek çözümlemeden eksik kalacaktır. Beşincisi, savaşın kısa erimde hükümetlere taze kan sağladığını, tehdit algısıyla iktidarlarını uzattığını, uzun erimde ise, ülke ekonomilerinin yıkımına yol açtığını görüyoruz.

 

 

Oyun Kuramı: Duvarda Asılı Silah Her Zaman Patlamaz

 

İşin bir de oyun kuramı var: Bir kez bir güç iyice silahlandı mı, başkaları da onu izleyecektir. Bir taraf, 1 silah aldıysa, diğer taraf 2 alacaktır. Bunu gören ilk taraf, 2 silah daha alacaktır; diğer taraf da eksiğini telafi etmek için en az 2 tane daha alacaktır. Bu böyle, en basit ifadeyle -ki hayat, elbette bu basit ifadelerden çok daha karmaşıktır- n’e karşı (n+1) olarak devam eder. Böylece bir şiddet sarmalı ortaya çıkar. Silahlar, birçok örnekte, kullanılmayacak olsa da, onların tek başına varlığı, caydırıcı etki yapar ve savaşı önler. İronik ve karşıtlamsal (paradoksal) bir biçimde, silahlar her zaman savaşa yol açmaz; kimi zamanlarda, barışı güvence altına alır. Rus oyun yazarı Anton Çehov’un “Birinci perdede duvarda silah asılı ise sonuncu perdede o silah patlamalı” biçimindeki ünlü sözü, bu açıdan, dünya barışı için geçerli değildir. O silah nadir olarak patlar; birçok durumda, patlama olasılığı ve bunun getirdiği tehdit algısı, onun patlamamasını sağlar. Bunun için ilk akla gelen örnek, Kuzey Kore’dir.

 

Şimdi bu noktaları ve benzer konuları daha da ayrıntılandırmak için, ‘Küresel Barış Göstergesi 2019’ raporunu değerlendirelim. (*)

 

 

Temsiliyet Eksiği: Dünyayı Temsil Ettiğini Sanmanın ‘Dayanılmaz Hafifliği’

 

‘Küresel Barış Göstergesi’ raporu, 13 yıldır, Sydney merkezli Ekonomi ve Barış Kurumu tarafından hazırlanıyor. Kurumun uzmanları arasında Yeni Zelanda, İngiltere, İsveç, İspanya ve Rusya’dan uzmanlar bulunuyor. Dünya ölçeğinde düşünürsek, bu temsiliyet eksikliği, haklı bir eleştiri noktası olacaktır. Heyette Güney Amerika, Asya ve Afrika’dan uzman isimleri görmüyoruz. Ama buna karşın, bu eski sömürgelerin çoğunlukta olduğu 3 kıta hakkında konuşmaktan geri durmuyorlar. Temsiliyeti olmayan kıtalardaki toplam nüfus 6 milyarlık; heyette temsiliyeti olan kıtalar ise 1.5 milyarlık bir nüfusa karşılık geliyor. Dolayısıyla, aslında bu kurumun ta kendisi, bir barış kurumu olmaktan uzak; çünkü barış ne azınlık ne de çoğunluğun bilgi tekelinde yeşerebilir bir ağaçtır. Ayrıca, heyetteki temsiliyet, çoğunlukla en yüksek barış düzeyine sahip ülkelere karşılık geliyor. Göstergeler oldukça kapsamlı; dolayısıyla “kendi ülkelerini kayırıyorlar” gibi bir iddiamız bulunmuyor; fakat barış düzeyi düşük ülkelerin temsiliyeti de bulunmuyor. Eşit temsiliyetin olmadığı bir iklimde barış büyüyemez. Kurumun eleştiriye özeleştiriden başlaması gerekiyor; bir atasözümüzün dediği gibi, “önce çuvaldızı kendine batır”; bu savaşlarla dolu dünyanın neresindeyim, bir barış kurumu olsam da, bu savaşlarda bir payım var mı? Onunla orantılı bir sorumluluk almam söz konusu mu? Daha iyisini yapabilir miydim?” gibi soruların sorulması gerekiyor. Örneğin, dünyanın bugün en çatışmalı bölgelerinden çoğunun bu kötü hali, bu heyetteki uzmanların ülkelerinin müdahalesi ve çıkar kavgasıyla yakından ilişkili. Buna girmeyen bir barış kurumu, eksik kalmanın ötesinde yanıltıcı olacaktır. 

 

 

Dünya Barış Göstergesi

 

Şimdi de ‘Dünya Barış Göstergesi’ sıralamalarının dayandığı ölçütlere bakalım: Göstergenin hesaplanmasında 3 alan söz konusu. Bunlar ve bileşenleri şöyle:

 

1- Sürmekte Olan Ülke İçi ve Ülke Dışı Çatışmalar:

- İç çatışma sayısı ve süresi

- Örgütlü dış çatışma sonucu ölüm sayısı

- Örgütlü iç çatışma sonucu ölüm sayısı

- Dış çatışmaların sayısı, süresi ve bunlarda oynanan rol

- Örgütlü iç çatışmanın yoğunluğu

- Komşu ülkelerle ilişkiler

 

2- Toplumsal Güvendelik ve Güvenlik:

- Toplumda algılanan suç düzeyi

- Toplam nüfusta sığınmacıların ve ülke içinde yerinden yurdundan olmuşların/edilmişlerin yüzdesi

- Siyasal istikrarsızlık

- Siyasal terör ölçeği

- Terörizmin etkisi

- 100 bin kişi başına düşen cinayet sayısı

- Şiddet suçları düzeyi

- Şiddet içeren protesto olasılığı

- 100 bin kişi başına düşen mahpus sayısı

- 100 bin kişi başına düşen güvenlik gücü sayısı (asker dışında)

 

3- Askerileşme:

- Askeri harcamaların Toplam Yerel Üretim’deki (gayrısafi yurtiçi hasıla) yüzdesi

- 100 bin kişi başına düşen silahlı kuvvet sayısı (polis dışında)

- 100 bin kişi başına düşen silah dıştan alımı (ithalat) hacmi

- 100 kişi başına düşen silah dışa satımı (ihracat) hacmi

- Birleşmiş Milletler barış koruma görevlerine mali katkı

- Nükleer ve ağır silah kapasitesi

- Küçük ve hafif silahlara erişim

 

 

Barış Açığı

 

Raporun ilgi çekici bulgularından biri, kimi ülkelerdeki barış göstergesi ve olumlu barış farkı. Bu ülkeler, barış göstergelerinde yukarıda, ama olumlu barıştan, diğer bir deyişle kurumsallaşıp kalıcılaşma yolundaki barıştan uzaklar. Buna, ‘bütçe açığı’ ifadesinde olduğu gibi ‘barış açığı’ deniyor. Bu ülkelerde, barışın geçici olduğu düşünülüyor; buralarda yakın gelecekte çatışma bekleniyor. Bir diğer bulgu da, kalıcı barışın olmadığı coğrafyalarda ekonomik gelişmenin, halkın refahının da kalıcı olamaması… Ekonomi için barış şart. Çatışmalı bölgeler, çoğunlukla, tarım ağırlıklı ekonomilere sahip; bunlarda barışın kurulması, ekonomilerinin hızla sanayi ve hizmet kesimlerine doğru genişlemesinin önünü açıyor.

 

 

Olumlu Barış Kavramsallaştırmasının Eleştirisi

 

Çatışmasızlığın ötesinde, olumlu barışı aynı kurum (Ekonomi ve Barış Kurumu) 8 temele dayandırıyor. Bunlar:

- İşlevlerini yerine getiren bir devlet

- Kaynakların hakkaniyetli dağıtımı

- Serbest bilgi akışı

- Komşularla iyi ilişkiler

- Yüksek düzeyde insan kaynağı

- Başkalarının haklarının kabulü

- Düşük düzeyde yolsuzluk

- Sağlam bir iş ortamı

 

Görüldüğü gibi, genel barış göstergesiyle karşılaştırıldığında, olumlu barış kavramsallaştırması daha öznel. İşlevsel bir devletin nasıl olması gerektiği tartışmalı; hakkaniyetli kaynak dağıtımı da öyle. Hakkaniyet ölçütü ne olacak? Bir kere kaynağı nasıl tanımlayacağız? Buna toprak dahil mi? Örneğin, “barış inşası için toprak reformu şart” gibi bir sonuç çıkarabilir miyiz? Söz konusu olan neden kaynaklar da gelir değil? Gelir olsa daha iyi olmaz mıydı? ‘Serbest bilgi akışı’ deniyor ama dünyada devlet sırrı ve şirket sırrının olmadığı tek bir ülke bile yok. Dolayısıyla, sahada gerçek anlamda bir serbestlik yok. Bilgi akışının sınırları nelerdir? İnsan kaynağının düzeyini neye göre belirleyeceğiz? Eğitim durumuna göre mi? Ancak, vasıflı ve vasıfsız işler var. Burada söz konusu olan, vasıflı emeğin daha yüksek bir oranda bulunması mı? Peki ama vasıflıların işsizliği olgusu ne olacak? Vasıflı olmak istihdam güvencesi vermiyorsa bu gösterge güvenilir sayılabilir mi? ‘Başkalarının hakları’ derken, devletin kimleri ‘başka’ları olarak kabul ettiği, göstergeyi tümüyle etkileyecektir. Devletin tanıdığı ‘başka’ları olduğu kadar, tanımadıkları da vardır. Haklarını tanımak, önce bir topluluğun kimliğini tanımak anlamına gelir. Örneğin, nüfusu 1.3 milyarı bulan çokkültürlü Hindistan’da 22 resmi dil bulunmaktadır. Buna karşın, bazı başka yaygın konuşulan diller, anayasal güvence altında değildir. Diğer birçok ülkede ise tek bir resmi dil vardır. Hindistan’daki resmi dil sayısına bakıp “ülkede olumlu barış yüksek” mi diyeceğiz yoksa tanınmayan dilleri dikkate alarak “düşük” mü diyeceğiz? Yolsuzluk da, iş, tanımlayıp sınıflandırmaya geldiğinde, sanıldığından daha karmaşık olabiliyor: Kuzey Atlantik ülkelerinde başka ülkelerdeki gibi açık rüşvet söz konusu olmasa da, birtakım maddi çıkarlar elde etmek için seçim kampanyası fonlama ve lobicilik gibi örneklerde, yolsuzluğun kılıfına uydurulmuş bir biçimde yaygın olduğunu görürüz. ‘Sağlam bir iş ortamı’ da tartışmalı. Söz konusu edilen nedir? Serbest piyasa mı? Müdahaleci devlet mi? İkisinin arası mı? Hangi alanlarda? Ya sömürü, ya sendikasızlık ne olacak? Sendikal mücadele mi sendikasızlık mı bu tür bir barışa katkı sağlar?

 

Görüldüğü gibi, olumlu barış kavramsallaştırması, olgunlaşıp seferber edilme potansiyelinin çok uzağında. Bu aşamada, ortaya çıkardığı sorular, verebildiği yanıtlardan çok daha fazla. Daha da kötüsü, birçok ülkede bu ilkelerin uygulanması, barışı inşa etmek yerine barış çabalarının başarısız olmasına neden olacaktır. Örneğin, kaynakların hakkaniyetli dağıtılmadığı bir ülkede, barış inşasına yönelik eşitlik girişimleri, toplumdaki egemen sınıfları rahatsız edecek ve daha fazla çatışmaya yol açacaktır. Son olarak, bu olumlu barış kavramı, bağımsız bir düşünce gibi geliştirilmekten çok, barış göstergelerinde üst sıralarda olan Avrupa ülkelerine bakıp onlardan bir model çıkarma çabası gibi duruyor. İşte bir kez daha, raporları yazan heyetin temsiliyet eksikliğinin önemini görüyoruz. Önerilen olumlu barış modeli, Kuzey Atlantik-merkezlilikten çıkıp küresel kapsamlı olabilmek için, Kuzey Atlantik dışından katkılara gereksinim duyuyor. Dünya, Avrupa’ya benzemek, onu taklit etmek, onun ‘geliştiği’ gibi ‘gelişmek’ zorunda değil. İlerleme, ‘Batı’nın tekelinde değildir. Başka başka yollarla da kalkınmak ve barışa ulaşmak olanaklı...

 

 

Dünyada Savaşın ve Barışın Dağılımı

 

Dönelim dünyada daha çok bilinen anlamıyla barışa, olumsuz barışa, çatışmasızlık anlamındaki barışa: Dünyanın en çatışmalı, en barışsız bölgeleri, egemenlerin sömürgecilikten kalma bir alışkanlıkla ‘Ortadoğu’ olarak adlandırdığı Güneybatı Asya ve Kuzey Afrika olmayı sürdürüyor. Avrupa, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda ve Japonya ise en barışçıllar görüntüsünde; fakat en tepedekiler listesinde ABD bulunmuyor; çünkü en başta, ülkede ölümle sonuçlanan suçlar çok yaygın ve mahpus sayısı da çok yüksek. Aşağıda göreceğimiz gibi, silahlanma ve askeri bütçe gibi noktalarda da barıştan uzak. Öte yandan, dünya ülkelerinin yarıdan fazlası için, tehdit, dışarıda değil içeride: Bu ülkeler, başka ülkelerle savaşmak ya da savaş hazırlığı yapmak yerine, kendi ülkelerindeki terörizmle mücadele etmek durumundalar.

 

Avrupa, en barış dolu bölge olmakla birlikte, genel olarak terörizm, siyasal istikrarsızlık (örneğin, neo-Nazilerin yükselişi), şiddet içeren gösteriler (örneğin Sarı Yelekler) ve komşularla ilişkiler (örneğin Rusya’yla gerilim) gibi göstergelerde bir gerileme yaşıyor. Hâlâ barışçıl bir bölge, fakat eskisi kadar değil. Öte yandan, çeşitli Avrupa ülkeleri, dünyanın önde gelen silah satıcılarından. Savaşı kendi coğrafyalarının dışında tutmak üzere ve belki de koşuluyla, silahlarını başkalarına satıyorlar.

 

Dünyada askeri harcamalarda bir numara, açık arayla ABD. Sonra Çin ve birbirine yakın rakamlarla sırasıyla Suudi Arabistan, Hindistan, Fransa ve Rusya geliyor. Dünya barışına engel olarak hep Kuzey Kore ve İran gibi ülkeler öne sürülüyor; oysa askeri bütçe büyüklükleri, farklı bir tablo ortaya çıkarıyor. Askeri harcamaları Toplam Yerel Üretim’e (GSMYH) oranladığımızda ise, açık arayla Kuzey Kore, sonrasında benzer yüzdelerle sırasıyla Umman, Suudi Arabistan, Libya ve Afganistan’ı görüyoruz. Kuzey Kore, sürekli bir savaş ve işgal tehditi altında; bu nedenle, listenin başında olması şaşırtıcı gelmiyor. Umman ve Suudi Arabistan şaşırtıyor; savaş coğrafyaları Libya ve Afganistan ise, bulundukları koşullar dikkate alındığında şaşırtmıyor. Onları, Filistin, Irak, Suriye, Cezayir ve İsrail izliyor. Kişi başına düşen askeri harcamada ise, başı sırasıyla Suudi Arabistan, ABD, İsrail, Singapur ve Kuveyt çekiyor. Dikkat edilirse, bütün bu listelerde, İran en önlerde değil.

 

 

Sömürgecilikle Hesaplaşmayan Bir Dünya Barışı Düş’ünün Sefaleti

 

Bu raporun temel bir hatası şu: Bir yandan her bir ülke içinde kaynakların hakkaniyetli paylaşımını savunurken, aynısını ülkeler arası düzeyde yapmamaktadır. Erken sömürgecilik döneminde, diğer bir deyişle 16. yüzyıldan bu yana, dünya ülkeleri eşitsiz gelişmiştir. Dünya nüfusunun çoğu, Avrupalı azınlık sömürgeci nüfusun insafına kalmıştır. Başka ülkeleri yağmalayıp halklarını köle yaparak oluşturulan birikim, sanayi devrimiyle birleşip sömürenlerle sömürülenler arasındaki uçurumu iyice açmıştır. ‘Batı’ hayranlığı, sonuca bakmakta ama o sarayların, köşklerin, kentlerin, anıtların vb. kimlerin canı, kanı, malı, vatanı pahasına inşa edildiğini gözden kaçırmaktadır. Gerçek bir dünya barışı, sömürgecilerin yağmaladıklarının iadesini de gerektirir. Fakat bu da, yine raporun bir başka çelişkisidir: Dünya barışı için eşitlik talep ederken, daha fazla savaşa yol açmak… Dahası, bu eşitlik ve adaletin ilk bakıştakinden çok daha geniş bir uygulama alanı bulması zorunludur. Örneğin, dünya barışını sağlamak için, nükleer güce sahip ülkelerin nükleer güce sahip olmayan ülkeler üzerinde baskı oluşturması uygulaması son bulmalıdır. ABD, İsrail, İngiltere ve Fransa başta olmak üzere nükleer devletler, nükleer silahsızlanmaya yanaşmamaktadır. O zaman, eşitlik ve adalet söyleminin bir çıkarımı, bir avuç devletin elinde nükleer sopasının olması yerine, tüm devletlerin nükleer güç sahibi olmasıdır. Askeri bütçeler, silahlar, uçak gemileri ve herşey, bu mantığın doğal bir sonucu olarak eşitlenmelidir. Diğer bir deyişle, rapor, birçok olguyu basitleştirip ana hatları keskin bir biçimde çizilmiş bir modele indirgerken, tarihsel ve toplumsal olguların karmaşıklığını, zorluğunu, ‘aklın yolunun bir olmadığı’ yönlerini ya görmezden gelmekte ya da gözden kaçırmaktadır. Dahası, raporun tahminleri gerçekçi değildir. Gerçekten olası çatışmalara, ki en başta Çin-ABD ve İran-ABD çatışmaları akla geliyor, sayfalar dolusu çözümleme yapan raporda azıcık bile yer verilmemiştir. Bu da, dünya barışı üstüne gerçekçi öngörülerde bulunmak için göstergelerin yetmediğini, büyük devletler ve şirketler gibi küresel oyuncuların yaptıklarının, yapmak istediklerinin ve yapacaklarının ve bu oyuncuların plan, beklenti ve eylemleri arasındaki etkileşimlerin mutlaka değerlendirilmesi gerektiğini göstermektedir.

 

 

Dünya Barışının Geleceği: İklim Değişikliği ve Kaynak Kıtlığı

 

Dünya barışının geleceği, ABD, Çin, Rusya ve AB başta olmak üzere, büyük devletlerin etkinliklerine ek olarak, küresel iklim değişikliği tehdidinin gölgesinde olacak. Kaynak kıtlığı, adaletsiz kaynak dağılımı, doğal yıkımların sonuçları gibi etmenler yeni sorunlar doğuracak. Bölgesel yabancılaşmalar ve kopmalar güç kazanacak. Eskiden su savaşları konuşulurdu; artık çatışmalar, suyun da ötesine geçecek. Küresel ısınmayla birlikte, buzullar eriyecek, alçak rakımdaki kıyı bölgeleri su altında kalacak. Kimi bölgeler aşırı ısınıp çölleşirken, diğer bölgeler sürekli ve aşırı yağışlardan olumsuz etkilenecek. Kimi zengin ülkelerin bu gelişmelere karşı önlem almaya gücü yetecek; fakat yoksul ülkelerin çoğunun gücü yetmeyecek. Yoksullar daha da yoksullaşacak. Sayıları iyice artacak kasırga, tsunami, su taşkını vb. doğal yıkımlar da, yoksul ülkeleri ve yoksul kesimleri daha çok vuracak; çünkü onlar zaten afet bölgelerinde bulunuyorlar ve müdahale olanakları ve kendilerini savunma güçleri iyice kısıtlı. Besin üretimi bütün bunlardan olumsuz etkileneceği için, küresel ölçekte açlık da artacak.

 

Bu durumlardan en çok etkilenenler, Güney Asya ve Güneybatı Asya (‘Ortadoğu’) başta olmak üzere Asya-Pasifik bölgesi ve Sahra Altı Afrikası olacak. Dünya nüfusunun yaklaşık üçte ikisi buralarda yaşıyor. Kuzey Atlantikli tuzu kuru üçte bir, iklim değişikliğinin sonuçlarından daha az etkilenecek. Onlara daha çok barış, gerisine daha çok savaş düşecek; bugün de zaten olduğu gibi. İklim değişikliği, en az 1 milyar insanı doğrudan etkileyecek; milyonlarca iklim sığınmacısı ortaya çıkacak. İklime dayanıksız bölgelerden iklime dayanıklı bölgelere büyük göçler yaşanacak.

 

Bugün tüm küresel ekonomik etkinliklerin ortaya çıkardığı toplam gelirin % 11’i çatışmalara gidiyor. İklim değişikliğiyle birlikte, önlem alınmazsa, bu oran daha da artacak, yeni kuşaklar huzura ve barışa hasret kalacak… Var olan eşitsizlikler, daha da büyüyecek. Bu da yeni savaşlar doğuracak.

 

 

 

 

 

(*) Bkz. Global Peace Index, 2019.

visionofhumanity.org/app/uploads/2019/06/GPI-2019-web003.pdf 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder