Dünya Barışı
Üzerine: Fırtına Öncesi Sessizlik mi?
Prof.Dr. Ulaş Başar Gezgin, ulasbasar@gmail.com
Twitter: ProfUlas
Dünya barışı üstüne düşünce üretirken, dikkate almamız
gereken ilk noktalardan biri, olumlu barış ve olumsuz barış ayrımı olacaktır.
Kabaca tariflersek, olumsuz barış, savaşın şu an olmama durumudur;
çatışmasızlığa karşılık gelir. Bir ateşkes söz konusudur; ancak, bunun kalıcı
olup olmayacağı belli değildir. Bir ateşkes, barışa da evrilebilir; savaşa da…
Olumlu barış ise, savaş kurumlarının barış için yenilenip güncellenmesiyle
ortaya çıkar. Örneğin, büyük devletler, uzak bir coğrafyada çıkarları için vekaleten
savaşıyorlarsa (Vietnam örneğini anımsayalım), buradaki geçici bir
çatışmasızlığın barışa evrilme olasılığı çok düşüktür. Onların bakışının
değişmesi ve böylelikle, savaşa hizmet eden eğitim, medya, hukuk vb. kurumların
barışa hizmet etmek üzere güncellenip geliştirilmesi gerekir ki, bunun çok
zorlu bir iş olduğunu Nepal gibi örneklerde görebiliyoruz. Nepal’de halk
savaşıyla krallık devrildi; yeni anayasanın yapılabilmesi için 10 yılın geçmesi
gerekti; ülke hâlâ tümüyle barış inşasından uzak.
Dağılım
Eşitsizliğinden Ekonomik Yıkıma
İkinci bir nokta, barışın dünyada eşit olarak dağılmadığı
olacaktır. Avrupa genellikle savaşlarını başka coğrafyalarda yaptırır; kendi
içindeki barışın bedelini başka ülkeler öder. Üçüncüsü, savaş gibi dış
göstergelerle iç savaş ve cinayet oranları gibi iç göstergeleri ayrıca
değerlendirmemiz gerekir (bu konuyu aşağıda ayrıntılandıracağız). Dördüncüsü,
dünya barışını öznesiz, kendiliğinden gelişen bir süreçten çok, öznelerarası
mücadelelerinin bir sonucu olarak değerlendirmek gerekir. Tarihte barış,
insanlık için, savaştan her zaman çok daha iyi olsa da; savaştan çıkarı
olanların borusu yine her zaman barışseverlerin çağrılarına göre daha çok ses
çıkarmıştır. Silah üreticileri ve onların lobileri devasa bir çıkar ağı oluşturmaktadır.
Dolayısıyla, bir dünya barışı tartışması, silah üreticilerini tek tek
çözümlemeden eksik kalacaktır. Beşincisi, savaşın kısa erimde hükümetlere taze
kan sağladığını, tehdit algısıyla iktidarlarını uzattığını, uzun erimde ise,
ülke ekonomilerinin yıkımına yol açtığını görüyoruz.
Oyun Kuramı:
Duvarda Asılı Silah Her Zaman Patlamaz
İşin bir de oyun kuramı var: Bir kez bir güç iyice
silahlandı mı, başkaları da onu izleyecektir. Bir taraf, 1 silah aldıysa, diğer
taraf 2 alacaktır. Bunu gören ilk taraf, 2 silah daha alacaktır; diğer taraf da
eksiğini telafi etmek için en az 2 tane daha alacaktır. Bu böyle, en basit
ifadeyle -ki hayat, elbette bu basit ifadelerden çok daha karmaşıktır- n’e
karşı (n+1) olarak devam eder. Böylece bir şiddet sarmalı ortaya çıkar.
Silahlar, birçok örnekte, kullanılmayacak olsa da, onların tek başına varlığı,
caydırıcı etki yapar ve savaşı önler. İronik ve karşıtlamsal (paradoksal) bir
biçimde, silahlar her zaman savaşa yol açmaz; kimi zamanlarda, barışı güvence
altına alır. Rus oyun yazarı Anton Çehov’un “Birinci perdede duvarda silah
asılı ise sonuncu perdede o silah patlamalı” biçimindeki ünlü sözü, bu açıdan,
dünya barışı için geçerli değildir. O silah nadir olarak patlar; birçok
durumda, patlama olasılığı ve bunun getirdiği tehdit algısı, onun patlamamasını
sağlar. Bunun için ilk akla gelen örnek, Kuzey Kore’dir.
Şimdi bu noktaları ve benzer konuları daha da
ayrıntılandırmak için, ‘Küresel Barış Göstergesi 2019’ raporunu
değerlendirelim. (*)
Temsiliyet
Eksiği: Dünyayı Temsil Ettiğini Sanmanın ‘Dayanılmaz Hafifliği’
‘Küresel Barış Göstergesi’ raporu, 13 yıldır, Sydney
merkezli Ekonomi ve Barış Kurumu tarafından hazırlanıyor. Kurumun uzmanları
arasında Yeni Zelanda, İngiltere, İsveç, İspanya ve Rusya’dan uzmanlar bulunuyor.
Dünya ölçeğinde düşünürsek, bu temsiliyet eksikliği, haklı bir eleştiri noktası
olacaktır. Heyette Güney Amerika, Asya ve Afrika’dan uzman isimleri görmüyoruz.
Ama buna karşın, bu eski sömürgelerin çoğunlukta olduğu 3 kıta hakkında
konuşmaktan geri durmuyorlar. Temsiliyeti olmayan kıtalardaki toplam nüfus 6
milyarlık; heyette temsiliyeti olan kıtalar ise 1.5 milyarlık bir nüfusa
karşılık geliyor. Dolayısıyla, aslında bu kurumun ta kendisi, bir barış kurumu
olmaktan uzak; çünkü barış ne azınlık ne de çoğunluğun bilgi tekelinde
yeşerebilir bir ağaçtır. Ayrıca, heyetteki temsiliyet, çoğunlukla en yüksek
barış düzeyine sahip ülkelere karşılık geliyor. Göstergeler oldukça kapsamlı;
dolayısıyla “kendi ülkelerini kayırıyorlar” gibi bir iddiamız bulunmuyor; fakat
barış düzeyi düşük ülkelerin temsiliyeti de bulunmuyor. Eşit temsiliyetin
olmadığı bir iklimde barış büyüyemez. Kurumun eleştiriye özeleştiriden
başlaması gerekiyor; bir atasözümüzün dediği gibi, “önce çuvaldızı kendine
batır”; bu savaşlarla dolu dünyanın neresindeyim, bir barış kurumu olsam da, bu
savaşlarda bir payım var mı? Onunla orantılı bir sorumluluk almam söz konusu
mu? Daha iyisini yapabilir miydim?” gibi soruların sorulması gerekiyor.
Örneğin, dünyanın bugün en çatışmalı bölgelerinden çoğunun bu kötü hali, bu
heyetteki uzmanların ülkelerinin müdahalesi ve çıkar kavgasıyla yakından
ilişkili. Buna girmeyen bir barış kurumu, eksik kalmanın ötesinde yanıltıcı
olacaktır.
Dünya Barış
Göstergesi
Şimdi de ‘Dünya Barış Göstergesi’ sıralamalarının dayandığı
ölçütlere bakalım: Göstergenin hesaplanmasında 3 alan söz konusu. Bunlar ve
bileşenleri şöyle:
1- Sürmekte Olan Ülke İçi ve Ülke Dışı Çatışmalar:
- İç çatışma sayısı ve süresi
- Örgütlü dış çatışma sonucu ölüm sayısı
- Örgütlü iç çatışma sonucu ölüm sayısı
- Dış çatışmaların sayısı, süresi ve bunlarda oynanan rol
- Örgütlü iç çatışmanın yoğunluğu
- Komşu ülkelerle ilişkiler
2- Toplumsal Güvendelik ve Güvenlik:
- Toplumda algılanan suç düzeyi
- Toplam nüfusta sığınmacıların ve ülke içinde yerinden
yurdundan olmuşların/edilmişlerin yüzdesi
- Siyasal istikrarsızlık
- Siyasal terör ölçeği
- Terörizmin etkisi
- 100 bin kişi başına düşen cinayet sayısı
- Şiddet suçları düzeyi
- Şiddet içeren protesto olasılığı
- 100 bin kişi başına düşen mahpus sayısı
- 100 bin kişi başına düşen güvenlik gücü sayısı (asker
dışında)
3- Askerileşme:
- Askeri harcamaların Toplam Yerel Üretim’deki (gayrısafi
yurtiçi hasıla) yüzdesi
- 100 bin kişi başına düşen silahlı kuvvet sayısı (polis
dışında)
- 100 bin kişi başına düşen silah dıştan alımı (ithalat)
hacmi
- 100 kişi başına düşen silah dışa satımı (ihracat) hacmi
- Birleşmiş Milletler barış koruma görevlerine mali katkı
- Nükleer ve ağır silah kapasitesi
- Küçük ve hafif silahlara erişim
Barış Açığı
Raporun ilgi çekici bulgularından biri, kimi ülkelerdeki
barış göstergesi ve olumlu barış farkı. Bu ülkeler, barış göstergelerinde
yukarıda, ama olumlu barıştan, diğer bir deyişle kurumsallaşıp kalıcılaşma
yolundaki barıştan uzaklar. Buna, ‘bütçe açığı’ ifadesinde olduğu gibi ‘barış
açığı’ deniyor. Bu ülkelerde, barışın geçici olduğu düşünülüyor; buralarda
yakın gelecekte çatışma bekleniyor. Bir diğer bulgu da, kalıcı barışın olmadığı
coğrafyalarda ekonomik gelişmenin, halkın refahının da kalıcı olamaması… Ekonomi
için barış şart. Çatışmalı bölgeler, çoğunlukla, tarım ağırlıklı ekonomilere
sahip; bunlarda barışın kurulması, ekonomilerinin hızla sanayi ve hizmet
kesimlerine doğru genişlemesinin önünü açıyor.
Olumlu Barış
Kavramsallaştırmasının Eleştirisi
Çatışmasızlığın ötesinde, olumlu barışı aynı kurum (Ekonomi
ve Barış Kurumu) 8 temele dayandırıyor. Bunlar:
- İşlevlerini yerine getiren bir devlet
- Kaynakların hakkaniyetli dağıtımı
- Serbest bilgi akışı
- Komşularla iyi ilişkiler
- Yüksek düzeyde insan kaynağı
- Başkalarının haklarının kabulü
- Düşük düzeyde yolsuzluk
- Sağlam bir iş ortamı
Görüldüğü gibi, genel barış göstergesiyle
karşılaştırıldığında, olumlu barış kavramsallaştırması daha öznel. İşlevsel bir
devletin nasıl olması gerektiği tartışmalı; hakkaniyetli kaynak dağıtımı da
öyle. Hakkaniyet ölçütü ne olacak? Bir kere kaynağı nasıl tanımlayacağız? Buna
toprak dahil mi? Örneğin, “barış inşası için toprak reformu şart” gibi bir
sonuç çıkarabilir miyiz? Söz konusu olan neden kaynaklar da gelir değil? Gelir
olsa daha iyi olmaz mıydı? ‘Serbest bilgi akışı’ deniyor ama dünyada devlet
sırrı ve şirket sırrının olmadığı tek bir ülke bile yok. Dolayısıyla, sahada
gerçek anlamda bir serbestlik yok. Bilgi akışının sınırları nelerdir? İnsan
kaynağının düzeyini neye göre belirleyeceğiz? Eğitim durumuna göre mi? Ancak,
vasıflı ve vasıfsız işler var. Burada söz konusu olan, vasıflı emeğin daha
yüksek bir oranda bulunması mı? Peki ama vasıflıların işsizliği olgusu ne
olacak? Vasıflı olmak istihdam güvencesi vermiyorsa bu gösterge güvenilir
sayılabilir mi? ‘Başkalarının hakları’ derken, devletin kimleri ‘başka’ları
olarak kabul ettiği, göstergeyi tümüyle etkileyecektir. Devletin tanıdığı
‘başka’ları olduğu kadar, tanımadıkları da vardır. Haklarını tanımak, önce bir
topluluğun kimliğini tanımak anlamına gelir. Örneğin, nüfusu 1.3 milyarı bulan
çokkültürlü Hindistan’da 22 resmi dil bulunmaktadır. Buna karşın, bazı başka
yaygın konuşulan diller, anayasal güvence altında değildir. Diğer birçok ülkede
ise tek bir resmi dil vardır. Hindistan’daki resmi dil sayısına bakıp “ülkede
olumlu barış yüksek” mi diyeceğiz yoksa tanınmayan dilleri dikkate alarak
“düşük” mü diyeceğiz? Yolsuzluk da, iş, tanımlayıp sınıflandırmaya geldiğinde,
sanıldığından daha karmaşık olabiliyor: Kuzey Atlantik ülkelerinde başka
ülkelerdeki gibi açık rüşvet söz konusu olmasa da, birtakım maddi çıkarlar elde
etmek için seçim kampanyası fonlama ve lobicilik gibi örneklerde, yolsuzluğun
kılıfına uydurulmuş bir biçimde yaygın olduğunu görürüz. ‘Sağlam bir iş ortamı’
da tartışmalı. Söz konusu edilen nedir? Serbest piyasa mı? Müdahaleci devlet
mi? İkisinin arası mı? Hangi alanlarda? Ya sömürü, ya sendikasızlık ne olacak?
Sendikal mücadele mi sendikasızlık mı bu tür bir barışa katkı sağlar?
Görüldüğü gibi, olumlu barış kavramsallaştırması, olgunlaşıp
seferber edilme potansiyelinin çok uzağında. Bu aşamada, ortaya çıkardığı
sorular, verebildiği yanıtlardan çok daha fazla. Daha da kötüsü, birçok ülkede
bu ilkelerin uygulanması, barışı inşa etmek yerine barış çabalarının başarısız
olmasına neden olacaktır. Örneğin, kaynakların hakkaniyetli dağıtılmadığı bir
ülkede, barış inşasına yönelik eşitlik girişimleri, toplumdaki egemen sınıfları
rahatsız edecek ve daha fazla çatışmaya yol açacaktır. Son olarak, bu olumlu
barış kavramı, bağımsız bir düşünce gibi geliştirilmekten çok, barış
göstergelerinde üst sıralarda olan Avrupa ülkelerine bakıp onlardan bir model
çıkarma çabası gibi duruyor. İşte bir kez daha, raporları yazan heyetin
temsiliyet eksikliğinin önemini görüyoruz. Önerilen olumlu barış modeli, Kuzey
Atlantik-merkezlilikten çıkıp küresel kapsamlı olabilmek için, Kuzey Atlantik
dışından katkılara gereksinim duyuyor. Dünya, Avrupa’ya benzemek, onu taklit
etmek, onun ‘geliştiği’ gibi ‘gelişmek’ zorunda değil. İlerleme, ‘Batı’nın
tekelinde değildir. Başka başka yollarla da kalkınmak ve barışa ulaşmak
olanaklı...
Dünyada
Savaşın ve Barışın Dağılımı
Dönelim dünyada daha çok bilinen anlamıyla barışa, olumsuz
barışa, çatışmasızlık anlamındaki barışa: Dünyanın en çatışmalı, en barışsız
bölgeleri, egemenlerin sömürgecilikten kalma bir alışkanlıkla ‘Ortadoğu’ olarak
adlandırdığı Güneybatı Asya ve Kuzey Afrika olmayı sürdürüyor. Avrupa, Kanada,
Avustralya, Yeni Zelanda ve Japonya ise en barışçıllar görüntüsünde; fakat en
tepedekiler listesinde ABD bulunmuyor; çünkü en başta, ülkede ölümle sonuçlanan
suçlar çok yaygın ve mahpus sayısı da çok yüksek. Aşağıda göreceğimiz gibi,
silahlanma ve askeri bütçe gibi noktalarda da barıştan uzak. Öte yandan, dünya
ülkelerinin yarıdan fazlası için, tehdit, dışarıda değil içeride: Bu ülkeler,
başka ülkelerle savaşmak ya da savaş hazırlığı yapmak yerine, kendi
ülkelerindeki terörizmle mücadele etmek durumundalar.
Avrupa, en barış dolu bölge olmakla birlikte, genel olarak
terörizm, siyasal istikrarsızlık (örneğin, neo-Nazilerin yükselişi), şiddet
içeren gösteriler (örneğin Sarı Yelekler) ve komşularla ilişkiler (örneğin
Rusya’yla gerilim) gibi göstergelerde bir gerileme yaşıyor. Hâlâ barışçıl bir
bölge, fakat eskisi kadar değil. Öte yandan, çeşitli Avrupa ülkeleri, dünyanın
önde gelen silah satıcılarından. Savaşı kendi coğrafyalarının dışında tutmak
üzere ve belki de koşuluyla, silahlarını başkalarına satıyorlar.
Dünyada askeri harcamalarda bir numara, açık arayla ABD.
Sonra Çin ve birbirine yakın rakamlarla sırasıyla Suudi Arabistan, Hindistan,
Fransa ve Rusya geliyor. Dünya barışına engel olarak hep Kuzey Kore ve İran
gibi ülkeler öne sürülüyor; oysa askeri bütçe büyüklükleri, farklı bir tablo
ortaya çıkarıyor. Askeri harcamaları Toplam Yerel Üretim’e (GSMYH)
oranladığımızda ise, açık arayla Kuzey Kore, sonrasında benzer yüzdelerle
sırasıyla Umman, Suudi Arabistan, Libya ve Afganistan’ı görüyoruz. Kuzey Kore,
sürekli bir savaş ve işgal tehditi altında; bu nedenle, listenin başında olması
şaşırtıcı gelmiyor. Umman ve Suudi Arabistan şaşırtıyor; savaş coğrafyaları
Libya ve Afganistan ise, bulundukları koşullar dikkate alındığında şaşırtmıyor.
Onları, Filistin, Irak, Suriye, Cezayir ve İsrail izliyor. Kişi başına düşen
askeri harcamada ise, başı sırasıyla Suudi Arabistan, ABD, İsrail, Singapur ve
Kuveyt çekiyor. Dikkat edilirse, bütün bu listelerde, İran en önlerde değil.
Sömürgecilikle
Hesaplaşmayan Bir Dünya Barışı Düş’ünün Sefaleti
Bu raporun temel bir hatası şu: Bir yandan her bir ülke
içinde kaynakların hakkaniyetli paylaşımını savunurken, aynısını ülkeler arası
düzeyde yapmamaktadır. Erken sömürgecilik döneminde, diğer bir deyişle 16.
yüzyıldan bu yana, dünya ülkeleri eşitsiz gelişmiştir. Dünya nüfusunun çoğu,
Avrupalı azınlık sömürgeci nüfusun insafına kalmıştır. Başka ülkeleri
yağmalayıp halklarını köle yaparak oluşturulan birikim, sanayi devrimiyle
birleşip sömürenlerle sömürülenler arasındaki uçurumu iyice açmıştır. ‘Batı’
hayranlığı, sonuca bakmakta ama o sarayların, köşklerin, kentlerin, anıtların
vb. kimlerin canı, kanı, malı, vatanı pahasına inşa edildiğini gözden
kaçırmaktadır. Gerçek bir dünya barışı, sömürgecilerin yağmaladıklarının
iadesini de gerektirir. Fakat bu da, yine raporun bir başka çelişkisidir: Dünya
barışı için eşitlik talep ederken, daha fazla savaşa yol açmak… Dahası, bu
eşitlik ve adaletin ilk bakıştakinden çok daha geniş bir uygulama alanı bulması
zorunludur. Örneğin, dünya barışını sağlamak için, nükleer güce sahip ülkelerin
nükleer güce sahip olmayan ülkeler üzerinde baskı oluşturması uygulaması son
bulmalıdır. ABD, İsrail, İngiltere ve Fransa başta olmak üzere nükleer
devletler, nükleer silahsızlanmaya yanaşmamaktadır. O zaman, eşitlik ve adalet
söyleminin bir çıkarımı, bir avuç devletin elinde nükleer sopasının olması
yerine, tüm devletlerin nükleer güç sahibi olmasıdır. Askeri bütçeler,
silahlar, uçak gemileri ve herşey, bu mantığın doğal bir sonucu olarak
eşitlenmelidir. Diğer bir deyişle, rapor, birçok olguyu basitleştirip ana
hatları keskin bir biçimde çizilmiş bir modele indirgerken, tarihsel ve
toplumsal olguların karmaşıklığını, zorluğunu, ‘aklın yolunun bir olmadığı’
yönlerini ya görmezden gelmekte ya da gözden kaçırmaktadır. Dahası, raporun
tahminleri gerçekçi değildir. Gerçekten olası çatışmalara, ki en başta Çin-ABD
ve İran-ABD çatışmaları akla geliyor, sayfalar dolusu çözümleme yapan raporda
azıcık bile yer verilmemiştir. Bu da, dünya barışı üstüne gerçekçi öngörülerde
bulunmak için göstergelerin yetmediğini, büyük devletler ve şirketler gibi
küresel oyuncuların yaptıklarının, yapmak istediklerinin ve yapacaklarının ve
bu oyuncuların plan, beklenti ve eylemleri arasındaki etkileşimlerin mutlaka
değerlendirilmesi gerektiğini göstermektedir.
Dünya
Barışının Geleceği: İklim Değişikliği ve Kaynak Kıtlığı
Dünya barışının geleceği, ABD, Çin, Rusya ve AB başta olmak
üzere, büyük devletlerin etkinliklerine ek olarak, küresel iklim değişikliği
tehdidinin gölgesinde olacak. Kaynak kıtlığı, adaletsiz kaynak dağılımı, doğal
yıkımların sonuçları gibi etmenler yeni sorunlar doğuracak. Bölgesel
yabancılaşmalar ve kopmalar güç kazanacak. Eskiden su savaşları konuşulurdu;
artık çatışmalar, suyun da ötesine geçecek. Küresel ısınmayla birlikte,
buzullar eriyecek, alçak rakımdaki kıyı bölgeleri su altında kalacak. Kimi
bölgeler aşırı ısınıp çölleşirken, diğer bölgeler sürekli ve aşırı yağışlardan
olumsuz etkilenecek. Kimi zengin ülkelerin bu gelişmelere karşı önlem almaya
gücü yetecek; fakat yoksul ülkelerin çoğunun gücü yetmeyecek. Yoksullar daha da
yoksullaşacak. Sayıları iyice artacak kasırga, tsunami, su taşkını vb. doğal
yıkımlar da, yoksul ülkeleri ve yoksul kesimleri daha çok vuracak; çünkü onlar
zaten afet bölgelerinde bulunuyorlar ve müdahale olanakları ve kendilerini
savunma güçleri iyice kısıtlı. Besin üretimi bütün bunlardan olumsuz
etkileneceği için, küresel ölçekte açlık da artacak.
Bu durumlardan en çok etkilenenler, Güney Asya ve Güneybatı
Asya (‘Ortadoğu’) başta olmak üzere Asya-Pasifik bölgesi ve Sahra Altı Afrikası
olacak. Dünya nüfusunun yaklaşık üçte ikisi buralarda yaşıyor. Kuzey Atlantikli
tuzu kuru üçte bir, iklim değişikliğinin sonuçlarından daha az etkilenecek.
Onlara daha çok barış, gerisine daha çok savaş düşecek; bugün de zaten olduğu
gibi. İklim değişikliği, en az 1 milyar insanı doğrudan etkileyecek;
milyonlarca iklim sığınmacısı ortaya çıkacak. İklime dayanıksız bölgelerden
iklime dayanıklı bölgelere büyük göçler yaşanacak.
Bugün tüm küresel ekonomik etkinliklerin ortaya çıkardığı
toplam gelirin % 11’i çatışmalara gidiyor. İklim değişikliğiyle birlikte, önlem
alınmazsa, bu oran daha da artacak, yeni kuşaklar huzura ve barışa hasret
kalacak… Var olan eşitsizlikler, daha da büyüyecek. Bu da yeni savaşlar
doğuracak.
(*) Bkz. Global Peace Index, 2019.
visionofhumanity.org/app/uploads/2019/06/GPI-2019-web003.pdf
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder