Tümceler, Söz Dağarları, Bitişkinlik, Yalıtıklık ve Başka İlginçlikler:
Dil-Düşünce İlişkisi Bağlamında Türkçe-İngilizce Karşılaştırması Üzerine
Prof.Dr. Ulaş Başar Gezgin, ulasbasar@gmail.com
Twitter: ProfUlas
Bu yazıda, Türkçe ile İngilizce arasında dil-düşünce
ilişkisi bağlamında bir karşılaştırma yapıyoruz. Burada sıralananların bir
bölümü, çok bilinen bilgilerden, diğer bir bölümü ise az bilinenlerden ve hatta
hiç bilinmeyenlerden oluşuyor. Sözdiziminden söz dağarına, oradan da
bitişkinlik, yalıtıklık, ettirgenlik-oldurganlık vb. çeşitli noktalara
gireceğiz. Karşılaştırmamızı başka dillerden örneklerle de zenginleştirme yoluna
gideceğiz.
Sözdizimleri:
Özne, Nesne ve Yüklemlerin Sıraları
Bilindiği gibi, Türkçe’de sıralama, özne-nesne-yüklem
(ÖNY-SOV) biçiminde; İngilizce’de ise özne-yüklem-nesne (ÖYN-SVO) kurulumunu
görüyoruz. Bu, gerçekte, yazılı dil denli planlı olmayan konuşma dilinde
farklar ve sorunlar yaratabiliyor. Eylem seçimi, daha fazla bilişsel işlem
gerektiriyor. Özne ve nesne ise o kadar değil. Türkçe bir tümcede özne ve
nesneyi sıralarken, eylemi düşünmek için (milisaniye düzeyinde bile olsa) zaman
kazanmış oluyoruz. Oysa İngilizce’de eylemi önceden düşünmek gerekir.
Japonca ve Tamilce, tümce kurulumunda Türkçe gibi:
Özne-Nesne-Yüklem kurulumu söz konusu. Çince ise, kurulum açısından
İngilizce’yle ortak. Dikkat çekici olarak, Arapça, bir Yüklem-Nesne-Özne (YNÖ)
dili olarak geçiyor. Eylemler kişilerden daha önde.
3 basamak için 3 olasılık olduğuna göre ve her biri diğer
basamakta yinelemeyeceğine göre (bu elbette, oldukça matematiksel bir konudur),
tümce kurulumunda 6 olasılık söz konusu:
ÖNY/SOV
ÖYN/SVO
YÖN/VSO
YNÖ/VOS
NÖY/OSV
NYÖ/OVS
Buradaki ilk üçlü (ÖNY, ÖYN, YÖN), diğer bir deyişle,
Türkçe, İngilizce ve Arapça gibi tümce kuran diller, tüm dünya dillerinin %
95’ini oluşturuyor. Türkçe ve İngilizce gibi kurulum yapan diller ise, tüm
dillerin % 85’ini oluşturuyor. Türkçe gibi ÖNY kurulumu yapan dillerin sayısı,
İngilizce gibi ÖYN kurulumu yapan dillerinkinden fazla. Yüzdelerden
anlaşılacağı üzere, bu kurulum dışındaki olasılıklar, çok nadir. Öte yandan, bu
üç öğenin başka türlü de dizilmesine izin veren ve vermeyen diller ayrımı da
dikkate değer. Türkçe’de sıralama değişebilirken, İngilizce’de pek fazla
değişmiyor. Bu, yazın çevirilerinde büyük fark yaratıyor: İngilizce ifade
olarak daha yavan bir dil; Türkçe’de daha fazla ifade seçeneği var. Öyle ki,
kimi şiirlerin Türkçesi, İngilizcesi’nden daha iyi oluyor. Elbette, bu durum,
yalnızca Türkçe’ye özgü değil. İspanyolca ve İtalyanca gibi Latin dilleri de
serbest kurulum sayesinde, daha geniş bir ifade olanağı sağlıyor.
İngilizce’de, konuşan, eylemin zamanına da önceden karar
vermeli. Türkçe’de ise, zaman, en sonda geliyor. Zamanı düşünmeye ‘zaman’ var.
Birçok Doğu Asya dilinde, yüklemler için zaman çekimi bulunmuyor. Bunun yerine,
cümlenin sonunda zaman belirteci (zarf, adverb) kullanılıyor. Bu kullanım, sıralama
olarak Türkçe’nin durumuna benzer; fakat çekimli olmaması dolayısıyla ondan
ayrılıyor.
Öznenin hep nesneden önce gelmesi, canlılık ve konuyla
açıklanıyor. Özneler genelde canlı oluyor ve tümcenin konusu oluyor. Elbette
bunun geçerli olmadığı durumlar var. İlk akla gelen, hava olayları. “Yağmur
yağıyor” deriz; ama İngilizce’de özne konumu daha düşük: “It rains”. Kuşkusuz,
bu, dillerin geliştiği dönemdeki inançlarla ilişkili. Çoktanrılı, cancı
(animist), totemci inanışların yaygın olduğu zamanlarda, yağmur, bir cansız
nesne değil, canlı bir varlık olarak görülecekti. Güneş ve ay, zaten bugün bile,
fazlasıyla kişiselleştirilmiş olarak temsil ediliyor. Ay, bir dede; güneşse
gülen bir yüz coğrafyalarda…
Türkçe ve İngilizce, yaklaşık olarak yaşıtlar; 1,500 yıllık
geçmişleri var. Çince kadar sürekli ve eski birer dil değiller. İngilizce, Roma
imparatorluğunun İngiltere’de etkisizleşmesiyle birlikte Latince’yle yerel
dillerin karması olarak ortaya çıkıyor; Türkçe de yanı başındaki Çin etkisinden
sıyrıldığında yazıya geçiyor. Yazılı dönemden öncesini bilemiyoruz. Çıktıkları
dönemin incelenmesi, ilginç veriler sağlayabilir; fakat eldeki veriler oldukça
kısıtlı.
Bitişkin,
Bükümlü ve Yalıtık Diller: İngilizce-Türkçe Farklarının Anahtarları
İngilizce için “çok zengin bir dil” denir. Oysa, daha
‘kapitalistleşme’ sözcüğü bile İngilizce’de doğru düzgün ifade edilemiyor.
‘Capitalistization’ sözcüğü nadir olarak kullanılıyor ve İngilizce’de uydurma
gibi duruyor. Genellikle, anadili İngilizce olmayan araştırmacıların türetip
kullandığı bir sözcük. Aslında, bu, kimi güldürülerde anıldığı gibi, Türkçe
gibi bitişkin (agglutinative) dillerin türetme gücünden ileri geliyor. Bir
dönemin ilkokul kitaplarındaki sözler arasında en çok akılda kalanlardan biri,
‘Çekoslavakyalılaştıramadıklarımızdan mısınız?” idi. Sonradan İngilizce
öğrenenler, bunun İngilizce’de çok sayıda sözcükle ifade edildiğini bilirler.
Bu, İngilizce’nin bir zayıflığıdır. Bu zayıflığın bir yansıması olarak, Paulo
Freire çevirilerinde, ‘bilinçlenme’ kavramının Portekizce aslıyla
(conscientização) ya da türetme İngilizcesi’yle (conscientization) olduğu gibi
bırakıldığını görürüz. Latin dilleri, Türkçe’deki türden türetmelere belli
düzeylerde izin verir. Örneğin, yukarıdaki ‘capitalistization’ sözcüğü,
İngilizce’de kulağa garip gelir ama Latin dillerinde o kadar yadırganmaz.
Freire’i İngilizce’ye çevirenler, bu nedenle, genelde ‘bilinçlenme’ sözcüğünü
çevirmeden olduğu gibi bırakırlar. Bunu gören Türkçe çevirmenleri de, bu
sözcüğün neden aslı gibi bırakıldığını anlayamayarak Türkçe’de sözcüğü
çevirmeyip olduğu gibi bırakmışlardır. (Amaç, burada kimseyi kırmak değil.) Bu
nedenle, “Paulo Freire’in Türkiye’de anlaşılırlığı etkilenmiştir” diyebiliriz.
İngilizce’de ‘bilinçlenme’ gibi bir türetme, kulağa garip geldiğinden, onun
yerine, ‘consciousness raising’ ifadesi vardır; bu da, Türkçe’ye halihazırda
‘bilinçlenme’ sözcüğü yokmuş gibi, ‘bilinç yükseltme’ olarak geçmiştir.
Bitişkin dillerle ilgili biraz daha bilgi verelim:
İngilizce’de çekimler, Latince’den alınmış yapılar sayesinde oluyor; onun
dışında İngilizce, bitişkin nitelikler taşımıyor. ‘Agglutinatus’, Latince bir
söz. Tutkalla yapıştırmak (to glue together) anlamında. Bu söz, ilk olarak,
1836’da Wilhelm von Humboldt tarafından kullanılmış.
Türetme özellikleri açısından şöyle bir sınıflandırma söz
konusu: Çözümleyimsel (analitik) dillerde (diğer adıyla yalıtık (isolating)
diller), sözcükler çekim almıyor; ek anlamlar, ayrı sözcüklerle veriliyor.
Örneğin Çince ve Vietnamca. Bu dillerde, sözdizimi ve bağlam önemli. Çok fazla
anlamsal belirsizlik var. İngilizce, orta düzeyde çözümleyimsel sayılıyor.
Bireşimsel (sentetik) diller, eklemeli oluyor. Bunlarda söz sırası önemsiz.
Bunun yerine, öğe uyumu var. Bireşimsel diller ikiye ayrılıyor: Bitişkin ve
bükümlü/kaynaştırmalı (fusional ya da inflectional/flectional) diller.
Türkçe’nin bitişkin bir dil olduğunu az önce belirttik. Bitişkin dillerin
düzenli bir yapısı var ve ekler ayrı ayrı belirgin. Türkçe’ye ek olarak diğer
örnekler, Korece, Macarca, Japonca, Fince, Estonca, Bask dili, Amerikan yerli
dilleri, Filipin dilleri, Dravid dilleri, Malezce, Endonezce, Bantu dilleri,
eskil Mezopotamya dilleri, Farsça ve Esperanto. Bunların düzenli kuralları var.
Yapay bir dil olan Esperanto’nun, kolaylık amacıyla, bitişkin bir yapıda
olması, bitişkin dillerin düşünsel üstünlüğüne bir destek noktası sayılabilir.
Diğer konuya geçmeden bir ek bilgi: Gerçekte, Tüm dillerde çözümleyimsel ve
bireşimsel örnekler var ama birisi baskın. Örneğin, Japonca, eylemlerinde bitişkin,
ama adlarında çözümleyimsel olarak değerlendiriliyor. Farsça’nın burada yer
alması ise, eskil Mezopotamya dillerinin etkisine bağlanıyor. Gürcüce ise,
bitişkin bir dil olarak değerlendirilmekle birlikte, bolca kuralsız eylemi var.
Bükümlü dillerde, biçimbirimler (morphem), sözcükle içiçe
geçiyor, ayrıştırılamıyor. Birçok Hint-Avrupa dili böyle. Yalıtık bir dil olan
İngilizce’de, hot, heat; strong, strength ve düzensiz eylemler gibi durumlar,
buna örnek sayılabilir. Arapça’nın kimi özellikleri bükümlü dile yakın.
Eylemden sözcük türetme özelliği için (örneğin, kitap, mektup, katip, kütüphane
vb.), içbükümlülük (introflection) sözü kullanılıyor. Bükümlü/kaynaştırmalı
dillere örnekler, Hint-Avrupa dilleri olarak Latince, Rusça, Almanca, Lehçe ve
Hami-Sami dilleri. İspanyolca gibi dillerde, eylem çekimlerinde, bir ek, çokça
anlamı veriyor. Örneğin, hablo. Konuşuyorum. –o: -uyorum. Türkçe’de ise,
yukarıda açıklandığı gibi, bunlar, ayrı ayrı veriliyor.
Türkçe’deki o ‘Çekoslavakyalılaştırma’ örneği, çoklu-bireşimselliğe
(poli-sentetiklik) örnek. Bu, bir dildeki bir sözcüğün başka bir dilde çokça
sözcükle karşılanması anlamına geliyor. Amerika yerli dilleri de bu nitelikte.
Türkçe tümüyle çoklu-bireşimsel sayılmamakla birlikte, çoklu-bireşimselikle
bireşimsellik arasındaki sınır da belirgin değil.
Kurallı bir dilde düşünce üretmek daha kolay. Dil, düşünceyi
engellememiş, onun ifadesine yardımcı olmuş oluyor.(*) Esperanto örneğinin de
desteklediği gibi, bitişkin bir dil daha üstün görünüyor. Peki, Avrupa dillerinin
bunca baskınlığı neden? Bu durum, elbette sömürgecilikten ve bununla ilişkili
siyasal, ekonomik ve ticari ilişkilerden kaynaklanıyor. Yapısal olarak bir
dünya dili olma özelliği taşımayan İngilizce ve Çince gibi diller, siyasal
gelişmeler nedeniyle yaygınlık kazanıyor. Bir kere, böyle bir dilin, okunduğu
gibi yazılması ve yazımının yalın bir abeceyle yapılması beklenirdi.
Söz
Dağarı: Dönencesel (Tropikal) İklimin Eskimoları
Bir de söz dağarı (vocabulary) zenginliği konusuna bakalım:
Türkiye’de Osmanlıca ayrı bir dil gibi görülüyor, oysa Türkçe söz dağarının bir
parçası. Bu açıdan, Türkçe, sanılandan daha zengin bir dil. Cumhuriyetçi bir
ülke olan Türkiye’nin kuruluş döneminde Osmanlıca’ya savaş açması çok doğal.
Fakat bugün cumhuriyet Türkçesi, tüm olumsuzluklara karşın, örneğin 12 Eylül’le
birlikte gelen olumsuz ve özensiz dil politikaları, iyice yerleşmiş durumda;
Osmanlı özlemi duyanlar bile, oldukça güncel bir Türkçe kullanıyorlar. O hep
övülen İngiltere ise, bir krallık bile değil. Dolayısıyla, dilde bir kesiklik
yaşamış değil. Dahası, İngilizce’nin zenginliğinde, her dört dünya ülkesinden
birinin İngiltere tarafından ve çok sayıda ülkenin ABD tarafından
sömürgeleştirilmesinin payı büyük. İngilizce’ye farklı coğrafyalardan yeni
sözcükler giriyor. Üstelik, bir bilgisayar benzetmesi yapacaksak, söz dağarı
farkları, bir yazılım öğesi; asıl, tümce kurulumları, türetmeler vb. gibi
donanım öğelerini düşünmeli. Bilgisayara yeni programlar yükleriz olur biter,
ama ancak kapasitesi buna izin veriyorsa… Dolayısıyla, bunun milliyetçilikle
bir ilgisi yok, Türkçe, yapısal özellikleri açısından, Latin dilleri gibi ve
hatta onlardan daha da fazla, bilim ve yazın dili olmaya daha eğilimli; fakat
bunun gerçekleşebilmesi için siyasal bir irade gerekiyor.
Bu söz dağarı konusuna biraz daha ek yapabiliriz: Bir dil,
bitişkinse, o dilde zaten daha az sözcük olur; çünkü anlam zaten
biçimbirimlerle ifade edilir. Yukarıdaki bilinç yükseltme çevirisi, buna bir
örnek. Bir sözcük başka bir dilde iki sözcükle ifade ediliyorsa; bu ikinci dil,
kaçınılmaz olarak daha geniş bir söz dağarına sahip olacaktır. Bu bağlamda,
Eskimolarla ilgili olarak kar örneği verilir. Burada, coğrafyanın söz dağarını
belirlemesi söz konusudur. Eskimo dillerinde, kar için daha fazla sözcük
vardır. Ancak, gerçekte, bunun bir önemi yok; çünkü söz dağarı, dilin yapısını
etkilemiyor. Yukarıdaki yazılım-donanım ayrımını anımsayalım. Üstelik, ne
anatomi ne de coğrafya yazgıdır. Bir Eskimo, dönencesel (tropikal) bir ülkeye
taşındığında, diline de kaçınılmaz olarak tropikal ülkelere ilişkin yeni
sözcükler girecektir.
Diğer
Noktalar: Dallanmalar, Kanıtsallık, Ettirgenlik-Oldurganlık vd.
Bir diğer İngilizce-Türkçe farkı, dallanma (branching)
yönünde: Türkçe, sola dallanırken, İngilizce, sağa dallanıyor. Örneğin,
Kız: Hayatın güzel olduğunu söyleyen kız.
Girl: The girl who says life is beautiful.
Burada, Türkçe’de kız’dan sola, girl’den ise sağa gitmiş
olduk. Bu örnekte görüldüğü gibi, ilgi yantümcecikleri (relative clause),
Türkçe’de addan önce geliyor; İngilizce’de sonra. Türkçe’de ilgeçler
(preposition) sonra geliyor, İngilizce’de önce. İngilizce’de iyelik, addan önce
ya da sonra gelebiliyor, Türkçe’de addan önce geliyor. Türkçe’de karşılaştırma
ölçünü (standard) (-den daha iyi), nitemden (sıfat) önce gelirken İngilizce’de
sonra geliyor (better than). Türkçe’de yardımcı eylemler, eylemden sonra;
İngilizce’de ise önce. Türkçe, çerçeveli eylemli (verb-framed) bir dil.
Eylemleri, ‘out’, ‘in’, ‘off’ gibi uydular almıyor. İngilizce, uydulu eylemli
(satellite-framed) bir dil. İngilizce’de çerçeveli olan eylemler de var
(örneğin exit); ama bunlar, Romans dillerinden geçme. Türkçe ön-ek vermek, son-ek
vermekten zor; İngilizce’de ise daha kolay. Örneğin, counter-, contra-, post-,
meta-. Fakat az sayıda örnek var: Ön-, baş-, eş-, karşı- öz- vb. Türkçe,
bitişkinliği dolayısıyla, İngilizce’ye göre, edilgen yapının ve işteşliğin
bilişsel olarak daha kolay verilebildiği bir dil. İkisi için de, Türkçe’de
yükleme bir ek yapmak yeterli oluyor.
Devam edelim: Türkçe’deki -mişli geçmiş zaman, dilbilimde,
kanıtsal çekim (evidential case) olarak adlandırılıyor ve İngilizce’de
bulunmuyor. Bu ayrım, bizi, olayı görüp görmediğimizi belirtmeye zorluyor.
Bunun varlık nedeni ve işlevi düşündürücü. İngilizce’de, “bana öyle geliyor ki”
(it seems to me) ya da “rivayet şu ki” (reportedly) gibi ifadeler kullanılır;
kimi Avrupa dillerinde de böyle kişisel emin olmama durumlarını ifade etmek
olanaklıdır; ancak, bunun bir zaman çekimine dönüşmesi, dikkat çekici.
Türkçe’deki ettirgen-oldurgan yapı (dilbilimde
‘factitive-causative case’ diye geçiyor), İngilizce’de ‘to have’ yardımıyla
veriliyor. Ancak, birçok örnekte, İngilizce’de ikisinin arasındaki farkı vermek
(örneğin, yaptırmakla yaptırtmak ve hatta yaptırtırmak ve yaptırtırtmak)
oldukça zor. Bunun ek bir üstünlüğü bulunmuyor; fakat kültürel verilerle
birlikte, dilin oluşumu döneminde farklı bir güç ilişkisinin böyle bir dilsel
ayrımda yüzeye çıkması gibi bir olasılık araştırılmayı bekliyor. Aynısı,
yukarıdaki kanıtsal çekim için de geçerli. Bir dilde, kaynağın güvenirliğinin
ayrı bir çekim olarak kodlanmasına neden gereksinim duyulmuş olabilir? Bu ve
benzeri sorular, yanıtlanmayı bekliyor.
***
Görüldüğü gibi, Türkçe-İngilizce ve İngilizce-Türkçe
çevirilerdeki zorluklar, yaygın olarak bilinen ya da az bilinen, hatta hiç
bilinmeyen yapısal farklardan ileri geliyor. Kimi sorular çoktan yanıtlanmış,
diğerleri yanıtlanmayı bekliyor. Bu nedenle, bu konudaki bir yazının bitmesi
gerçekte olanaksız. Bu, bir açıdan, “Türkçe’deki ya da İngilizce’deki en uzun
tümce nedir?” sorusuna benziyor.(**)
(*) Konuyla ilgili çeşitli tartışmalar için bkz. Gezgin,
U.B. (2014). Bilişsel Bilimler Elkitabı. İstanbul: İstanbul Gelişim
Üniversitesi Yayınevi.
(**) Meraklısı için yanıt: Bir dilde en uzun tümce yoktur;
çünkü insan dili, sonsuz gönderme yoluyla, bir tümceyi sonuna dek uzatabilir.
Örneğin,
Bu konuyu biliyorum. Bu konuyu bildiğimi biliyorum. Bu
konuyu bildiğimi bildiğimi biliyorum. vb.
I know this topic. I know that I know this topic. I know
that I know that I know this topic. etc.
Birçok dizinin anlatısal omurgası, insan dilinin tam da bu
özelliğine dayanıyor. A kişisinin bildiklerini bilmeyen B kişisiyle, B
kişisinin bildiklerini bilen C kişisi vb.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder