Anaakım
Sinemada Şiddet Temsilleri: Kevin Haçaduryan’dan Fatih Akın’a
Prof.Dr. Ulaş Başar Gezgin, ulasbasar@gmail.com
Twitter: ProfUlas
Psikanalizin erken döneminde baskın olan, ancak artık çok
tartışmalı olan görüş, insanda iki temel içgüdü olduğu yönündeydi. Bu ikisi,
cinsellik ve saldırganlıktı. Anaakım sinema, temellerini psikanalizin bu erken
döneminde oluşturdu ve belki de bu nedenle, ticari sinemacılıkta bu ikili
olmazsa olmaz. Sanıldığının tersine, yalnızca birinin değil ikisinin de pornosu
olabilir. Cinsellik pornosuna ek olarak, şiddet pornosu kavramı da var. Bu,
uzun uzun şiddet özellikle de tutsaklık ve işkence sahneleri gösteren türden
filmlere yakışan bir ifade.
Neden
Fatih Akın Neden?
Ticari sinema, şiddeti konu aldığında, en düşünsel görünümlü
filmlerde bile onu anlamaktan uzaktır; “amacı asla bu olmaz” bile diyebiliriz.
Bu anlatılarda şiddetin kökenlerine inilmez. Kapatılma ve işkence sahneleri
özellikle gösterilir ve tepki gösterilirse, yönetmenler, hemen “ama dünya
şiddet dolu; ben de dünyada olan biteni yansıtıyorum” diyerek sıyrılır işin
içinden… Oysa, bu, doğru değildir; çünkü ticari sinema her olan biteni yansıtmaz;
onun yerine hangi öğeler ticari kazanç sağlayacaksa onları yansıtır.
Fatih Akın çevresinde dönen işkenceli sahneler tartışma, tam
da bu bağlamda daha da anlamlı oluyor.[1] Akın, zaten yeterince ünlü
ve maddi kazancı yüksek bir sinemacı. Birçokları için ucuz bir hile
sayılabilecek işkence sahneleri gösterimi, daha fazla ün ve maddi kazanç için
mi? Yoksa Akın gerçekten iyi niyetli ama şiddet temsilleriyle ilgili düşüncesi
mi yanlış? Bu çifte soruya yanıt vermek zor; ancak bu işkenceli sahnelerin nesi
yanlış bunu tartışmamız gerekiyor.
Bir kere, izleyici, ileri derecede hastalıklı değilse,
işkence sahnelerinden tiksinmesi ve utanç duyması beklenir. Akın’ın filmini
izlerken dayanamayıp sinemayı terk edenler işte tam da buna karşılık geliyor.
Bu sahnelerde bu iki duygu uyanmıyorsa, ruh sağlığı tehlikede demektir.
Bunların gösterilmesi, işkenceyi sıradanlaştırır. Böylelikle, “ama ben dünyayı
yansıttım” sözü, tersine çevrilir. Ekranda bol bol işkence sahnelerine maruz
kalanlar, hem işkence yapmayı doğal karşılar hem de birine işkence edildiğini
gördüğünde kayıtsız kalır. Daha da kötüsü, son çocukluk ve ergenlik dönemindeki
izleyiciler için bu görüntülerin kişilik gelişimini etkileyici sonuçları
olabilir. Bu dönem, bu izleyici kesiminin rol model arayışında olduğu bir
dönemdir. Elbette işkence edilenler değil edenler model alınacaktır. Ayrıca,
intihar örneğinde de olduğu gibi, işkenceyi canlı olarak vermek, onun hangi
araçlarla, nasıl bir ortamda ve hangi koşullarda yapılabileceği konusunda
izleyiciyi düşündürdüğünden, insanları işkence yapmaya hazırlar.
İşkence
ve Şiddet Temsilleri için 3 Koşul
Peki filmlerde işkence ve şiddet işlenmesin mi? Üç koşulla
işlenecekse, bilimsel bakış, ruh sağlığı ve herşeyden önce etik açısından
sakınca yok. Birincisi, bu insanlıkdışı olaylar, canlandırılmak yerine
anlatılmalıdır. Bir kişiye nasıl işkence edildiğini göstermek yerine, filmin
kişilerinden biri diğerine yaşananları anlatabilir. Bugün çok değerli bir
sanatçı olan Yılmaz Güney’in erken dönem filmlerinin (60’lı yıllarda çektiği
filmler) kimileri, bu ölçütü karşılamaz. Bir adama kötülük yapmak için çocuğuna
veya hayat arkadaşına işkence edilir. Böyle sahneler, erken dönem Güney
sinemacılığında, kötüye kötülükle karşılık vermek için gerekçe yapılır. Elbette
iyi başkişi işkence yapmaz, ama kötüyü öldürdüğünde, izleyicinin rahatlaması ve
bunun iyi birşey olduğunu düşünmesi beklenir. Oysa, işkence bir kez
yapılmıştır; işkencecinin öldürülmesi, işkencenin yaralarını sarmaz. Bu kurgu,
rahatlatıcı olmaktan da uzaktır.
Bu duruma iki örnek daha verelim: Savaş Günahları (Savior)
filmi, Bosna’da Müslüman Boşnaklara yönelik vahşeti konu alan, aşırı şiddet ve
tecavüz içeren film. Yaşananlar doğru olabilir, ancak filmleştirme biçimi moral
bozuyor, tiksindiriyor. Bu filmde, şiddetin ve işkencenin ‘biri bizi
gözetliyor’ türü canlı olarak verilmesi yerine, şiddet sonrası
gösterilebilirdi. İşkence sahneleri yerine, işkence edilerek öldürülmüş insan
görüntüleri görebilirdik.[2] İkinci
örneğimiz, aynı konuyu işleyen iki film dolayısıyla ortaya çıkıyor: ‘Split’ ve
‘Sybil’ (2007) filmleri, çoklu kişilik sendromunu ele alıyor. İkincisi bilimsel
niteliğinde, şiddetin geri planda olduğu bir filmken, ilki kapatılma, işkence
ve vahşet görüntüleriyle dolu.[3]
İkinci koşul, işkence yapanın sonunda cezalandırılmasıdır.
Cezasız kalan işkencecilik, film anlatılarından kazançlı çıkar. Son çocuk ve
ergen izleyici için, bu durumda, bu kişiliğin rol modeli olma olasılığı
yükselmiş olur. Erken dönem Yılmaz Güney sinemacılığı, ilk ölçütü karşılamasa
da, bu ikinci ölçütle uyumlu bir niteliktedir. Öte yandan, katilin asla
bulunmadığı polisiyeler, katilin dikkatine, zekasına ve yeteneğine övgü gibi
bir nitelik kazanır. Bunlardaki şiddet övgüsü eleştirilmelidir.
Üçüncüsü, şiddet kimden ve nereden gelirse gelsin, film,
yalnızca kişilik gibi yüzeysel tarifler ve kalıpyargılamalara yaslanmak yerine,
şiddetin yapısal etmenlerine girmelidir. Üç farklı konulu örnekle tartışmamızı
ayrıntılandıralım:
Nişancı
Şiddetinin Kişiselleştirilmesi
‘Kevin Hakkında Konuşmalıyız’ (We Need to Talk About Kevin)
(2011), 2003 basımı romandan uyarlama.[4] Yüzeysel bir kişilik
çözümlemesi. Klasik Amerikan anaakım psikolojisinin yanlış bakışını görmek için
izlenebilir. Konu, 15 yaşında seri nişancı (mass shooter) olup okul
arkadaşlarını öldüren Kevin Haçaduryan adlı çocuğun nasıl büyüdüğü. Amerikan
psikolojisi bu tür suçları aileye ve bireylere yükleme eğiliminde. Hatta filmde
annenin çocuğuyla en başından beri sorunlu bir ilişkisi olduğu gösteriliyor ve
çocuğun canavara dönüşmesinin annenin suçu olduğu ima ediliyor. Bunun ötesinde,
linççi kalabalıklar eliyle bu ima pratiğe de dökülüyor. Bu, neden yüzeysel bir
anlatı? Bir kere ergenlik döneminde ailenin çocuk üstündeki etkisi azalır;
yaşıtlar ve rol modelleri önem kazanır. Oysa filmde bu konuda hiç bir bilgi
görmüyoruz. Film, Amerika’da yaygın olan seri nişancı şiddetini
bireyselleştiriyor, psikanalizm yanlışına düşüyor. Nedir bu yanlış? Her sorunlu
çocukluğu olan, katil olmaz. Hatta katillerin önemli bir bölümü, güzel
çocukluğu olanlardan çıkar. Neden? Çünkü birçok örnekte, yakın nedenlerin
(örneğin 1 yıl içinde yaşananlar) uzak nedenlere göre (hayatın ilk 18 yılında
yaşananlar) daha da önem kazandığını görüyoruz. Örneğin, okulda sürekli şiddete
maruz kalan bir çocuk, bir süre sonra patlama noktasına gelebilir. Bu çocuklar
daha az sorunlu ailelerden gelebilirler. Ayrıca, bu psikanalizm, her kötü
çocukluğu olanı potansiyel suçlu olarak görerek, insan haklarını da çiğniyor.
Bu, ayrımcılıktır. Birçok insan, kötü çocukluğa karşın, çocukluk sonrası
dönemde, aile dışı çevresel etkenler sayesinde sağlıklı bir kişilik
geliştiriyor.
Neden
Bu Kadar Çok Silah Var?
Bilindiği gibi, eğitim kurumlarına yönelik seri nişancı
katliamlarının bir numarası, ABD. Bir ülkede bu kadar çok katliam oluyorsa, onu
artık tek başına bireysel etmenlerle açıklayamayız. Toplumsal süreçler devreye
girer. Filmde, katliam aracı oktur. Oysa bu, hiç de inandırıcı değil. Roman
yazarı, belki değişiklik olsun diye böyle yazmış. Bu katliamların tabanca ve
tüfek türü ateşli silahlarla yapıldığı bilinen bir olgu. Bir kere, bu silahlara
erişimin bu kadar kolay olması, katliamlara yeşil ışık yakıyor. Sivil amaçlı
silah kullanımının yasaklanması yönündeki çabalar, silah lobisine ve “silahsız
olursak bizi vururlar” zihniyetine tosluyor. Soru şu: “ABD’de neden bu kadar
silah var?” “Kendimizi savunmamız için.” “Peki neden kendinizi savunmanız
gerekiyor?” “Çok fazla silah olduğu için”... !!!
Nişancı
Şiddetinin Ermenileştirilmesi
Filmde dikkat çekici bir diğer konu, ailenin Ermeni kökenli
Amerikalı olması... Bu tür saldırılar bir aralar Müslüman Amerikalılara ve
genel olarak uyum sorunu yaşayan göçmenlere yıkılıyordu, oysa artık görüyoruz
ki birçok beyaz katliamcı sözkonusu... Hedefler de eğitim kurumlarının dışına
taşmış durumda. Bu, bir eşcinsel barı da olabiliyor bir kutlama da... Bu
bağlamda, Ermeni bir ailenin çocuğunun katliamcı olarak gösterilmesi garip.
Beyaz Amerika açısından, Amerikan Ermenileri, “bize benzer ama tam da değil”,
“Batılı gibi ama aynı zamanda Doğulu” gibi karmaşık bir biçimde temsil
ediliyor. Filmde, bu, açıkça belirtilmese de, katliam yine göçmenlere yıkılmış
oluyor. Beyaz Amerikan temsillerinde, Ermeniler, kendi kültürlerini tümüyle
reddetmedikçe, bir türlü tümüyle beyaz ve Amerikalı sayılmıyorlar. Hatta artık
çocuklarına Ermeni adı vermeyi bırakan bir aile bile beyazlamış olmuyor.
Yukarıda belirttiğimiz gibi, filmde Kevin’in yaşıtları ve
rol modellerine ilişkin hiç bir bilgi yok. Neden katliam yaptığını da
bilmiyoruz. Hapse girişinin ikinci yıldönümünde, annesine “nedenini bildiğimi
sanıyordum ama bilmiyormuşum” diyor. “Bebekten canavar yaratanlar”, bu filmde
Amerikan şiddet kültürü olsa gerektir; fakat film, sistemi haklı çıkarmak için
elinden geleni yapıyor. Filme göre, sorun, sistemde değil, çocukta, annede ve
ikisinin ilişkisinde... Bu yanlış bakış, yeni katliamları bir türlü
önleyemiyor. Oysa bunları önlemenin yolu, öncelikle silah yasağından ve
sonralıkla, şiddet olgularına sistem düzeyinde bakıp ona göre önlem almayı
gerektiriyor.
İngiltere’den
Bir Polis ve İmam Anlatısı
İkinci film örneğimiz olan ‘Shoot on Sight’ (Vur Emri)
(2007), İngiltere’de Müslümanlar ve terörizm üstüne düşündürücü bir film.[5] Polis
şefi Tarık Ali, Pakistanlı kökenli İngiltere vatandaşı bir Müslüman.[6]
Meslektaşı olan beyaz polis, metroda intihar bombacısı olduğu sanılan Müslüman
bir gence ateş eder, öldürür. Tarık Ali, İngiliz toplumuyla bütünleşmiş fakat
kültürel kökenini korumuş bir Müslüman’dır. Sık sık camiye gider ve çocukluk
arkadaşı olan imamın şiddete yönelten vaazlarından rahatsız olur. Öte yandan,
beyaz meslektaşının ırkçı olduğunu, genci esmer olduğunu için vurduğunu
düşünmektedir. Bu arada Tarık Ali’nin Pakistan’dan yeğeni gelir. Beyaz
meslektaşı, Tarık Ali’nin çocukluk arkadaşı olan imamla el sıkışırken
fotoğraflarını çekerek basına sızdıracaktır. Böylelikle açığa alınmasına neden
olur. Fakat kurgu beklenmedik bir biçimde, bu ikiliyi işbirliği yapmaya götürür
ve büyük bir eylemi önlerler. Bu arada, adamın da, ırkçı olmadığı, eşinin
Afrika kökenli olduğu anlaşılır. Yine de filmde, beyaz polisin, Tarık Ali’ye
söylediği, “evet haklısın, her Müslüman, terörist değil ama her terörist,
Müslüman” sözü, aslında, filmin iletisindeki yanlışı ortaya çıkarıyor. Kötülük
yapanlar, Tarık Ali’nin en güvendiği Müslüman akrabaları, arkadaşları vb.
oluyor. Belki İngiltere’de durum çok da net olmayabilir ama yukarıdaki ABD
örneğinde gördüğümüz gibi, birçok terörist saldırının Müslüman olmayan bembeyaz
Amerikalılar tarafından yapıldığını biliyoruz. Filmin başında kötü kişilik
olarak temsil edilen beyaz polis, filmin sonunda kahraman oluyor. Film
böylelikle onun bu sözünü olumlamış oluyor.
Çocukluk arkadaşı olan imamsa, Tarık Ali’ye şöyle diyor:
“Artık karar vermelisin, tesadüfen polis olmuş bir Müslüman mısın yoksa
tesadüfen Müslüman olmuş bir polis misin?” İmama göre, ikisi aynı şey değil;
çocukluk arkadaşının Müslüman katili Batılı bir devleti temsil etmesini
yadırgıyor. Öte yandan, propagandasını o Batılı devletin sunduğu olanaklar
sayesinde yapabilmesi gibi bir gerçek var.
3
Tür Suçlu
Filmde üç tür suçlu var: Suça teşvik eden imam
(azmettirici), suçu işleyen Britanyalı kişilik ile Pakistan’dan gelen kişilik.
Pakistan’dan gelenin kendi memleketinde köktencileştiği (radikalize olduğu)
anlaşılıyor; ancak Britanyalı kişiliğin geçirdiği köktencileşme sürecinin
altında bir tek imamın vaazları olduğu görülüyor. Fakat gerçekten öyle mi? Çünkü
sözgelimi Fransa örneğinde, ayrımcılığın gençler arasında Müslüman
köktenciliğini beslediğini biliyoruz. Filmdeki Müslüman genç kız (Tarık Ali’nin
kızı) bağlamında, Müslüman olmayan erkek arkadaşının ilişkiden sonra Müslüman
kızlarla genel olarak dalga geçmesi bile, o kızın köktencileşmesi için tek
başına yeterli bir neden olabilirdi.
Özetle, sürükleyici ve başarılı bir kurguya sahip bir film
olmakla birlikte, dayandığı toplumbilim bilgisi yüzeysel, yanlı ve yanlış. Yine
de bu konuda düşündürücü bir film olarak önerilebilir.
Ataerkil
Yapısal Şiddete Karşı Feminist Sinema
Son olarak, üçüncü örneğimiz olan, ‘Biri Beni Durdursun /
Arrest Me’ (2013), Fransız yapımı feminist bir film.[7] Kocasını öldürdüğünü itirafa
gelen, suçluluk duygularıyla dolu birinci kadınla bu suçu ve benzeri kadın
‘suç’larını ataerkil düzene, yapısal baskılara bağlayan bir kadın polis. Polis,
itirafı alıp kadını hapse atmayı sonuna dek reddecektir. Tatkaçıran vermiş gibi
oluyoruz, ama vermiş değiliz; çünkü bu filmin özü, filmde ne olduğunda değil,
iki kadının birbirine ne anlattığında... Ve sorular şöyle: “Bir kadının
kocasını öldürecek kadar güçlü olması, onu toplumda erkeklere eşitler mi? Onu
‘zayıf, ikinci sınıf insan’ algısından çıkarıp eşit bir özne yapar mı? Toplum,
ataerkil olduğuna göre, (filmde kadın polisle temsil edilen) ilerici bir hukuk
sistemi, toplumsal cinsiyete ilişkin kadın suçlarını daha hafif mi
cezalandırmalıdır ve hatta cezasız mı bırakmalıdır? Yoksa bu, kadınların
yapısal etkilere açık yarım özneler, erkeklerin ise yapılardan (daha) bağımsız
görece özgür iradeye sahip tam özneler olarak tariflenmesi anlamına mı gelir?”[8] Keyifle
izlenecek felsefe ve sosyoloji ağırlıklı bir film.
Sonuç
Bu örneklerden de görüldüğü gibi, şiddeti beyaz perdeye
yansıtmanın binbir yolu var. “Dünyada şiddet var, ben de onu gösterdim” gibi
bir bahane geçerli değil; çünkü nasıl gösterildiği oldukça önemli.
[1] Bu konudaki tartışma için bkz. Fatih Akın, şiddet
sahneleriyle tepki çeken filmini savundu. https://www.kulturservisi.com/p/fatih-akin-siddet-sahneleriyle-tepki-ceken-filmini-savundu/
[2] Filmi izlemek için bkz. https://www.youtube.com/watch?v=M9fxfOOdMQY
[3] Elbette ‘Testere’ tarzı filmlere göre ‘Split’teki şiddet
daha hafif, fakat yine de ‘Sybil’le karşıtlığı çok belirgin. Sybil filmi için
bkz. https://www.youtube.com/watch?v=jBK4X6GBWqI&t=4156s
[4] ‘Kevin Hakkında Konuşmalıyız’, buradan izlenebilir: https://www.youtube.com/watch?v=dPz9vN99u_Q&t=1588s
[5] Film, şuradan izlenebilir: https://www.youtube.com/watch?v=iUjw5Usy14g&t=465s
[6] Başkişinin adının ‘Tarık Ali’ olması, Marksist-Troçkist
yazar Pakistanlı-İngiliz Tarık Ali’nin adının iyi bilinmesi ve kolayca akılda
kalmasından ileri geliyor olabilir.
[7] Buradan izlenebilir: https://www.youtube.com/watch?v=TQOuNZoarMs
[8] Bu soruların gerçek yaşamla doğrudan bağlantısını ele
alabilmek için, Bianet’in ‘erkek şiddeti’ etiketli haberleri incelenebilir.
Bkz. https://bianet.org/konu/erkek-siddeti
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder