Le Bon’un ‘Kitleler Psikolojisi’ Kitabı Neden Yanlış?
Prof.Dr. Ulaş Başar
Gezgin, ulasbasar@gmail.com
Gustave Le Bon’un
(1841-1931) ‘Kitlelerin Psikolojisi’ (1894) kitabının başlığına kanıp da onu
ilerici ve hatta devrimci bulanlar olabilir.[1]
Bu yazıda, kitaptan alıntılarla, Le Bon’un zaten çok iyi bilinen gericiliğini
ve karşı-devrimciliğini ortaya çıkaracağız. Bu alıntılar ayrıca psikolojinin ve
sosyolojinin neden marksizmsiz eksik olduğunu gösterecek. Egemen ve ezen
sınıflar yanlısı, onları kayıran, toplumsal ve dolayısıyla değiştirilebilir
olan eşitsizlikleri ve adaletsizlikleri doğal ve değişmez sayan bir
psikolojiyle sosyolojinin bilimsel görünümlü ideolojik varsayımları ortaya
çıkarılmalı ve bunlar hak ettikleri eleştiriyle karşı karşıya gelmelidirler. Bu
vesileyle bilim soslu bir ideoloji örneği verelim.
İdeoloji
Budur: Ataerkil Bir Toplumda Kadınlar Erkekler Gibi Düşünür
Ataerkil bir
toplumda, ortalama bir kadına ve erkeğe “kadınlarla erkekler farklı mı
düşünür?” diye sorulduğunda, iki taraf da genellikle “farklı düşünür” der.
Aslında felsefel açıdan bakıldığında, bu, bir karşıtlamdır (paradoks): Ataerkil
bir toplumda, kadınlarla erkekler kadınlarla erkeklerin farklı düşünüp
düşünmediği konusunda aynı fikirdedirler. Aynı fikirdelerse, kadınlarla
erkeklerin farklı düşünmediği ortaya çıkar; ancak bu, aynı fikirde oldukları
konuyla çelişir.
Soru (“kadınlarla
erkekler farklı mı düşünür?”), bilimsel olarak şöyle yanıtlanabilir: Kadınlarla
erkeklerin aynı biçimde düşünmedikleri örnekler var mı yok mu, önce ona
bakılmalıdır. Araştırmanın katılımcıları, böyle örnekler bulurlar; en çok
verilen örneklerde kadınların daha duygusal oldukları vurgulanır ve bu,
kadınlarla erkeklerin farklı düşündüğü iddiası için kanıt olarak sunulur. Oysa
bu aşamada bakılması gereken, kadınlarla erkeklerin ne oranda farklı
düşündüğüdür. Sözgelimi 1 milyon farklı konunun kaçında farklı düşünürler? Bunu
sorunca aslında kadınlarla erkeklerin aynı biçimde düşündüğü çok sayıda örnek
akla gelir. Bu da, katılımcılarda, “aslında o kadar da farklı düşünmüyorlarmış”
düşüncesi uyandırır.
Bundan sonra,
farklı düşündükleri örneklerin ne kadar önemli olduğu ve bu düşünce farkının
neden kaynaklandığı tartışılır. Ortalama kadınlar ve erkekler, kadın-erkek
farkını doğaya verirler. Kadın ve erkek bedenleri farklı olduğu için farklı
düşündüklerini ileri sürerler. Bu, tam da, kadın hakları konusunda gerici olan
Sigmund Freud’un savıdır. “Anatomi yazgıdır” der Freud. Ona göre kadınla erkek
asla eşit olamayacaktır. Oysa daha derinlemesine bir tartışma, farkların
toplumsal beklentilerden kaynaklandığını ortaya koyar. Kadınları erkeklere göre
daha duygusal yapan, bedenleri ya da doğaları değil, toplumsal beklentilerdir.
Erkek çocuğu ağladığında “erkek adamsın, erkekler ağlamaz” denirken, kız çocuğu
ağladığında olağan karşılanır. Duygusal erkekler toplumda cezalandırılıp sert
erkekler ödüllendirildiği için erkekler kadınlara göre daha sert görülür. Fakat
başka türlü bir düzende (anaerkil bir toplumda) bu roller tersine olacaktı[2]
ve bu da bu rollerin doğal ve değişmez değil, toplumsal ve değişebilir olduğunu
gösteriyor.
Kız bebekler,
ataerkil toplumlarda (ki bunlar, bugünkü dünya toplumlarının çoğunu oluşturuyor)
daha yaşamlarının ilk saniyesinden başlayarak (hatta anne karnındayken bile)
ayrımcılığa maruz kalır. “Erkek adamın erkek çocuğu olur” denir. Daha ilk
günden, kız ve erkeğin toplumsal rollerini belirleyecek ayrımlar yapılır. Kızın
eline oyuncak bebek, erkeğin eline silah verilir. Oyunlarda erkeğin doktor,
kızın ise ev hanımı (evcilik oyunu) ya da şanslıysa hemşire rolünde
(doktorculuk oyunu) olması beklenir. Aslında bu kadar ayrımcılığa maruz kalan
kızların toplumsal ölçekte başarılı olmaları bile bir mucizedir.
Kadınlar, fiziksel
güç gerektiren işleri de içermek üzere erkeklerin yapabildiği herşeyi yapabilir.
Kadınlar inşaat işçisi de olurlar, pilot da.[3]
Kadınların ağır iş yapamayacağı söylenir. Öyle olsaydı herhalde kadın halterci,
kungfucu, karateci olmazdı. Kadınlar erkeklerden ortalama olarak daha küçük,
kısa ve hafif olsa da, kimi kadınlar kimi erkeklerden her zaman daha büyük,
uzun ve ağır olmuştur.
Bunları böyle
tartışınca mantıklı geliyor. Ancak, ortalama bir kadın ve erkekteki kadın-erkek
farklarının doğallığı düşüncesi nereden ileri geliyor?.. Egemen ideoloji tam da
budur. Marksçılığa göre, egemen sınıfların ideolojisi, burada bunu egemen güçler
diye uyarlayabiliriz, tüm toplumun ideolojisi yapılır. Belli kesimlerin çıkarları,
sanki tüm toplumun çıkarlarıymış gibi sunulur.
Örneğimize
dönersek, ataerkil bir toplumda kadınlar da kadın-erkek rolleri konusunda
erkekler gibi düşünür. Buna ‘içselleştirilmiş zulüm’ (internalized oppression)
diyoruz. Ataerkil bir toplumda kadınlar da erkekler kadar ataerkildir.
Kadınlara sorarsanız, onlar da erkekler gibi, “elbette evde yemeği yalnızca
hanımlar yapmalı; beyler çalışıp yorgun argın geliyor” diyeceklerdir. Sömürü,
doğalmış ve değişmezmiş gibi görünür.[4]
İşte bu örnekte
bir kez daha görüyoruz ki, ezen-ezilen ayrımının bilincinde olmayan bir
psikoloji ve sosyoloji, egemen sınıfın borazanı olma riskiyle karşı karşıya
kalır.[5]
Üstelik bunu bilimselmiş gibi yapar. Bu açıklamadan sonra, herhalde Le Bon’a ve
onun sınıf ayrımcısı bakışına dönebiliriz. Bu dönüşte, ayrıca Le Bon’un Marx’ın
çağdaşı olduğunu aklımızda tutalım; çünkü marksizmin çıkışından sonra onu
muhatap almayan bir sosyoloji gerçekte kalamamıştır. Marx sonrası sosyoloji,
açıkça belirterek ya da isim vermeyerek onun düşüncelerini konu etmekten
kendini alamamıştır. Le Bon da bu kendini alamayanlardan yalnızca biridir...
Le
Bon’un Kitle Alerjisi ve Toplu’luk Tepkisi
Le Bon’un sınıfsal
konumu nedeniyle kitlelere ve kitleselliğe yönelik bir alerjisi olduğunu
görürüz. Yüceltip el üstünde tuttuğu birey ve bireysellik, akıllı mantıklıdır; kitleler
ise kuru kalabalıklar olarak akıldışıdır. 1960’lara dek anaakım sosyal
psikoloji de böyle düşünüyordu.[6]
Örneğin, tek başına olağan davranan insanlar takım taraftarları olarak bir
araya geldiklerinde şiddete yönelirler. Linç de tek bir kişinin değil bir
kitlenin ürünüdür. Kitlesellik, bu açıklamaya göre onları şiddete iter. Bu, tam
olarak doğru değildir; çünkü kitle içinde şiddet uygulayanlar ve linççiler
zaten bireysel olarak da öfke kontrolü sorunu olan insanlardır. “Tek başlarına
çok iyi insanlarmış da, kitle içinde kötüleşiyorlarmış” gibi bir değerlendirme
bu nedenle tam olarak doğru değil. Ayrıca, insanların kalabalık olarak yaptığı
kötülükler dışında iyilikler de vardır. Le Bon, kitlelerin ‘kahramanlık’
yaptığı örneklerin de olduğunu belirtmesine karşın, bu tür örneklerin çok az
sayıda olduğunu belirtiyor.
İnsanlar, belli
tarihsel ve toplumsal koşullarda tanımadıkları insanlara yardım ederler,
dayanışma da gösterirler. Hatta öyle bir zaman gelir ki sokaklara çıkar,
siyasal taleplerini kabul ettirecek kadar etkili olurlar. Devrim bile
yapabilirler. Ayrıca, internetin ve özellikle sosyal nitelikli medyaların
yaygınlaşmasıyla birlikte, ‘toplu bilgelik’ (crowd wisdom) kavramı ortaya
çıkmıştır. Örneğin, Wikipedia ve Ekşi Sözlük gibi yapılar, gönüllü kitle
emeğine dayanır. Bunun dışında, Le Bon’un birey övgüsünün tersine, artık bilim
ve iş dünyasında birçok olumlu sonuç takım çalışmasıyla elde edilmektedir.
Özellikle doğa bilimlerinde ve mühendislik alanlarında tek yazarlı makaleler
çok nadirdir. Bilimsel projeler genellikle bir ‘çılgın profesör’e değil, bir
ekipe dayanır.
Burada şöyle bir
yanıt verilebilir: İyi de Le Bon, kalabalıklardan bahsediyor; takım gibi küçük
gruplardan bahsetmiyor ki... Oysa Le Bon, büyük ölçekli kitleyle küçük ölçekli
kitle arasında ayrım yapmaz (s.38-41). Şöyle der:
“Doğru görmek
melekesinin (faculte) kaybolması ve gerçek vak’aların, onlarla hiçbir yakınlığı
olmayan hayallerle yer değiştirmesi için, bir kitlenin fazla kalabalık insanı
bir araya toplamış olması şart değildir. Birkaç kişi birleşince bir kitle
teşkil ederler ve o zaman bunlar alim dahi olsalar, ihtisasları dışında olan
mevzularda tam bir kitle karakteri gösterirler. Her birinin tek tek malik
olduğu müşahede hassası ve tenkit kudreti kaybolur.” (s.38)
Sermaye düzeninde
şirketler, işe başvuran adaylardan takım çalışmasına yatkınlığı beklerken,
anaakım siyasetbilim, takım çalışmasını bireysel yaratıcılığı ve gerçekçi
çözümlemeleri engellediği gerekçesiyle (buna ‘groupthink’ deniyor)
aşağılamaktadır. Buna örnek olarak, ABD’nin Küba’ya yönelik Domuzlar Körfezi
Çıkarması’nda yenilmesi anılıyor. Grup içinde karar verme, bu açıklamaya göre,
ABD’nin hezimetine yol açmıştır. Bu örneğe Vietnam yenilgisini de
ekleyebiliriz. Ancak gözden kaçan nokta, savaşın diğer tarafları olan Küba’da
da Vietnam’da da siyasal karar verme süreçlerinin ABD’deki durumla
karşılaştırıldığında çok daha kolektif olduğu gerçeğidir. Küba’yla Vietnam’ın
kolektif kararlarından yenilgi çıkmaması, yenilgide takım çalışmasının bir payı
olmadığını gösteriyor. Aslında yenilginin belki de sömürgeci büyüklük
taşkınlığından (megalomani) kaynaklandığı düşünülebilir. ABD’nin aşırı
özgüveni, gerçekçi değildi. Ayrıca bu yenilginin, ABD’nin kolektif karar alma
süreçlerinden değil, tersine yeterince kolektif olmamasından kaynaklandığı da
ileri sürülebilir. Geniş halk kesimlerine, hatta parlamentoya bile danışmadan
dar bir danışmanlar grubuyla alınan kararlar, işinden olmak istemeyen
danışmanların ‘evet efendim, sepet efendim’ciliğiyle dinamitlenmiş oluyor.[7]
Bu grup içi karar
süreçleri konusu, siyaset dışında, hukuk için de oldukça önemli. Jüriler ya da
genel olarak mahkeme kararını çıkaran yargı öğeleri, bilinçli ya da bilinçsiz
yanlılıklarıyla yanlış kararlar alabiliyor. Bilinçli yapılan yanlışları (örneğin,
ırkçılık ya da insan kayırmacılık nedeniyle alınan kararları) saptamak,
bilinçsiz yapılan yanlışları saptamaktan (örneğin, ırkçı olduğunun farkında
olmayan bir jüri üyesinin kararları) daha kolay olabiliyor. Grup dinamikleri,
birbirinin zıttı kararlar alınmasına yol açabiliyor. Suçsuz olduğu halde suçlu
bulunup idam edilen zanlılar olgusu karşımızda duruyor.[8]
Kitlelerin
Adlileştirilmesi
Kitlelerin suça
eğilimli gibi gösterilmesinin sermaye düzeninde ezen lehine bir işlevi daha
vardır. O da, böylelikle, devlete ve onun kolluk güçlerine yönelik ihtiyaç
algısının güçlendirilmesidir. 3. sayfa haberleri, bize dış dünyanın tehlikeli
bir yer olduğunu söyler. Neyse ki devletimiz vardır. Böylelikle, kitlelere suç
atfetme, devlet gücünü meşrulaştırır. Bunun bir diğer işlevi ise, neredeyse
herkesin kötü saydığı çocuk cinayetlerine vurgu yaparak, ülkenin asıl
sorunlarına yönelik tepkiyi bu tür haberlere kaydırarak, gerçekleşmekte olan
değişikliklerin dikkat çekmesini önlemek biçimindedir. Ayrıca, bu tür haberler,
Türkiye özelinde daha ağır cezaların getirilmesi için öne sürülmektedir. Oysa
daha ağır cezalar daha sonra başkalarına da uygulanma olasılığını birlikte
getirir. Evde geçen korku filmleri de bu işlevleri pekiştirmektedir. Evde bile
tekin değilizdir, demek ki devletin koruması zorunlu ve gereklidir...
Le Bon’un
kitleleri suçla ilişkilendirmesinin sosyoloji yöntemi açısından da olumsuz bir
sonucu var. Le Bon, bireylerin akıllı mantıklı olduğunu düşünüyor. Oysa
kitleleri oluşturan birçok birey akıllı mantıklı değil. Le Bon, bireyin akıllı
mantıklı olduğu varsayımıyla iktisattaki ‘homo economicus’a ulaşmış oluyor, ama
bu model zaten gerçekçi olmadığı bilinen bir model. Birçok suç, bireyin
iradesiyle gerçekleşiyor. Zaten suçlar genel olarak yalnızca kitleler içinde
gerçekleşseydi, suç işleyen bireyler hafif cezalar alacaktı, çünkü kitlenin
etkisinde kaldıklarını söyleceklerdi.
Le Bon’un kitle
alerjisi, Nietzsche’nin görüşlerine dayansaydı, diğer bir deyişle insanların
koyun gibi yaşayıp kurallara itaat ettikleri ve hiçbirşeyi sorgulamadıkları
gibi otorite karşıtı bir noktadan hareket etseydi, o zaman kabul edilebilir
olabilirdi. Buradan faşizm çözümlemesi bile çıkabilirdi. Fakat Le Bon,
kitleleri eleştirirken, otorite karşıtlığını değil, otorite yandaşlığını
övüyor. Aynı biçimde Le Bon, bireyin eğitimli olduğunu, oysa kitlelerin
eğitimsiz ya da az eğitimli olduğunu varsayıyor. Oysa birçok ülkede, siyasetçilerin
yüksek düzeyde eğitimli olmadıklarını görüyoruz.
Le
Bon’un Sosyalizm Düşmanlığı
Le Bon’a göre,
kitleler yüzünden artık üst sınıfların borusu ötmez olmuştur (vah vah vah):
“Çalışma
saatlerinin sınırlandırılması, madenlerin, demiryollarının, sanayi
işletmelerinin ve toprağın sahiplerinden alınarak bireysel mülkiyetten
soyutlanması, kazanılan malların eşit olarak bölüşümü, kitlelerin çıkarı
hesabına yüksek toplum sınıflarının arka plâna atılması ve diğer istekler hep
onların davalarıdır” (s.12).
Le Bon’un
kalabalıklarla ilgili alerjisi kabında durmaz:
“Bu yönüyledir ki,
üyelerinden her birinin kişi olarak uygun bulmayacağı hükümler veren jüriler,
üyelerinden her birinin ayrı ayrı red edeceği kanunları kabul eden millet
meclisleri görülmüştür. Ayrı ayrı alındıkları takdirde Konvansiyon’un adamları
barışsever burjuvalardı. Meclis halinde toplanınca, bazı öncülerin etkisi
altında, en bariz şekilde masum olan kimseleri giyotine göndermekte
gecikmediler ve bütün çıkarlarına aykırı olarak dokunulmazlık haklarından
vazgeçerek, kendi kendilerini kırıp geçirdiler” (s.28-29).
Böylelikle, Le
Bon’un düşünceleri siyasete doğrudan uygulandığında, en uygun yönetim biçimi ya
monarşi ya da oligarşi olacaktır. Bir tek onlar, meşrutiyet ya da parlamenter
demokrasi gibi ‘hatalı’ bir düzenin yanılgılarından muaf olacaktır.
Kimi sayfalarda Le
Bon’un sosyalizm düşmanlığı, doğrudan ve dolambaçsız bir niteliktedir:
“Ben de değişik
eserlerimde gösterdim ki, bizim şimdiki eğitim sistemimiz, bu eğitimi
görenlerin pek çoğunu toplumun düşmanları haline koymakta ve sosyalizmin en
fena şekillerine öğrenci yetiştirmektedir” (s.82-83).
Le Bon’un
aşağıdaki satırları için ise, içimizden “keşke öyle olsaydı” demek geliyor.
Ülkemizde işçilerin çoğu, Le Bon’un iddiasının tersine, kendi sınıf çıkarlarını
temsil etmeyen partileri destekliyor.
“Sosyalizm veya
ona benzeyen görüşlerin içten savunucuları hep bilgisizler arasından, örneğin
maden yahut başka sanayi işletmesi işçileri arasından çıkıyor” (s.135).
Le
Bon’un Temel Yanlışı: Bireyler İyi Ama Kitleler Kötü
Le Bon’un sınıfsal
olarak taraflı olması dışında da temel düzeyde yanlışları olduğu
gözlemlenmektedir: Onun iddialarının tersine, bireyler de kitleler kadar
yanılgı eğilimli olabilmektedir. Bütün bir bilişsel yanlılık (cognitive bias)
yazını, bunun örnekleriyle doludur. Kaldı ki Le Bon, garip bir biçimde,
kitlelerin bilinçaltından ve bilinçdışından söz etmekte, onların bilinçli
olmadığını söylemekte; ancak bireylerin de düşünce ve davranışlarının çoğunun
kişisel bilinçaltlarından ve bilinçdışılarından kaynaklandığını, demek ki
bilinçli ve akıllı mantıklı olmadığını gözden kaçırmaktadır.[9]
Le Bon’un
düşüncelerinin tümüyle yanlış olduğu, askeri alan düşünüldüğünde bir çırpıda
anlaşılır. Onun dedikleri askerliğe uygulansaydı, ordu yapılanması yerine
bireysel kahramanlar yetiştirilmeliydi. Bu da, Rambo gibi filmlerdeki kronikleşmiş
ve hiç mi hiç gerçekçi olmayan bireyciliğe karşılık gelir. Savaşlar, kalabalık
gruplarla yapılır. Savaş sırasında bireysel kahramanlar değil, itaatkar emir
kulları gereklidir. Le Bon, askerlikten bir örnek verir (s.38). Mürettebat, denizde
bir sal olduğunu görür; ama görünenin aslında başıboş bir ağaç kütüğü olduğu
anlaşılır. Le Bon’a göre askerlerin kitleselliği onları yanıltmıştır. Oysa Le
Bon’un aklına onlara emir veren komutanın yanılmış olabileceği gelmez. Askerler
emir kulu olduğuna göre, onlar, yanılmaktan sorumlu tutulamaz; sorumlu, en
tepedeki komutan yani bir birey olacaktır. Bu da Le Bon’un binbir çileyle
bulduğu kanıtı çürütür. Benzer bir biçimde, Le Bon, Ortaçağ Avrupası’nın
karanlığını ‘kitlelerin dogması’na bağlar (s.165). Oysa söz konusu olan,
yönetici sınıfların dogmalarıdır.
Bir diğer eleştiri
noktamız, Le Bon’un duyguları aşağılaması dolayısıyla ortaya çıkıyor. Duygusal
karar verme evet kötüdür, ama duygularla karar verme öyle değildir. Aradaki
fark şudur: İkincide, birey, kendisinin ve başkalarının duygularını dikkate
alarak karar verir. Örneğin, “falanca konuda böyle düşünmem belki de bu konuda
filanca duygulara sahip olmamdan ileri gelebilir. Bunun için konuya başka
açılardan da bakmalıyım” ya da “filanca böyle bir durumda şöyle bir duygu içine
girecek; bunu hesaba katarak şöyle bir karar alabiliriz.” Görüldüğü gibi,
ikinci türde, diğer bir deyişle duygularla karar vermede, duygular ne bastırılır
ne yok sayılır. Gerçekte duyguları yok sayan planlar, gerçek yaşamda genellikle
çuvallarlar. Bir örnek verelim: İşyeri için yeni bir örgüt şeması çizilir. A
kişisi ile B kişisi birlikte çalışacaktır; böylelikle kurumun verimi
artacaktır. Ancak, A kişisi, B kişisini sevmemektedir; çeşitli (akla yatkın ya
da yatkın olmayan) nedenlerle onunla çalışmak istememektedir. Bu durumda, kağıt
üstünde mükemmel olan plan, uygulamada daha çok çatışmaya ve verim düşüklüğüne
yol açacaktır.
Hukuksal yargıdaki
yanılgılar olgusu da, pire için yorgan yakmayı gerektirmez. Duygular örneğinde
de olduğu gibi, kitlesel yanılgı olasılıklarını dikkate alıp bunları en aza
indirmenin yollarını bulmalıyız. Yoksa, elimizde tek kalan, monarşi ve oligarşi
olacaktır.
Le Bon, dinlerin
tarihsel ve coğrafi olarak farklılaşmasını da kitlelerin yanılma eğilimine
bağlar. Oysa bunun toplumsal, ekonomik, tarihsel ve bilişsel olmak üzere binbir
nedeni bulunmaktadır. Şöyle der Le Bon:
“Hz. Muhammed, Hz.
İsa, Herkül, Buda gibi insanlık tarihinde pek önemli roller oynamış olan büyük
adamların hayatı hakkında doğru olarak tek bir kelime biliyor muyuz? İhtimal
dahilindedir ki tek bir kelime bile bilmiyoruz. Pek Onların hakiki hayatlarını
tam anlamıyla merak edip okumuyoruz.
Ne yazıktır ki
menkıbelerinin de hiç bir kıvamı yoktur.
Kitlelerin hayal gücü bunları çağlara ve özellikle ırklara göre değiştirir.
Kutsal kitabın kan dökücü Yahova’sı ile Sen Terez’in sevgi dolu tanrısı
arasında çok büyük fark vardır. Çin’de tapınılan Buda ile Hindistan’da tapınılan
Buda arasında hiç bir münasebet yoktur” (s.43).
Sonuç
Görüldüğü gibi, Le
Bon, nesnel olma iddiasında olmasına karşın, böyle değildir; düşünceleri
sınıfsal konumunun bir ürünüdür, ideolojiktir. Dahası, varsayımlarında temel
yanlışlar barındırır. Bunun için, kitabının adına kananlara uyarı niteliğindeki
bu yazıyı kaleme aldık...
[1] Le Bon,
Gustave (1894/1987). Kitleler Psikolojisi [Les Lois Psychologiques de
l'Évolution des Peuples]. İstanbul: Hayat.
[2] Orhan Kemal’in ‘Tersine Dünya’ adlı romanı, tam da bu kadın-erkek rolleri
ters dönse nasıl bir toplumun ortaya çıkacağını güldürülü bir dille anlatır.
Kitap filme de çekilmiştir. Şuradan izlenebilir: https://www.youtube.com/watch?v=6LTvWmdwItc
[3] Vietnam, Tayland ve Hindistan, kadınlar inşaatlarda da çalışmaktadır. Bkz. Gezgin,
U. B. (2017). Asya’da 15 Yıl: Yükselen Bir Coğrafyanın İzinde [Yayınlanmayı
bekleyen kitap].
[4] Bu arada, kitapta Le Bon kadın-erkek rollerine girmiyor fakat şöyle bir
düşüncesi var: “Kitleler her yerde kadın gibidirler, fakat bunların en çok
kadın gibi olanı Latin kitleleridir” (s.35).
[5] Bunun
tersine, marksçı bir psikolojinin ana hatları için bkz. Gezgin, U.B. (2018).
Marxist Psychology – A Short Introduction. Germany: Lambert.
http://ulasbasargezginkulliyati.blogspot.com/p/marxist-psychology-short-introduction.html
https://www.amazon.fr/Marxist-Psychology-Ulas-Basar-Gezgin/dp/6139832675
https://www.weltbild.de/artikel/buch/marxist-psychology_24790299-1#product-description
[6] Bkz.
Gezgin, U.B. (2013). Sosyal Psikoloji’nin Gezi Merceğinden Eleştirisi. Bianet,
7 Ağustos 2013.
http://bianet.org/bianet/siyaset/149016-sosyal-psikoloji-nin-gezi-merceginden-elestirisi
Gezgin, U.B.
(2013). Direnişin Politik Psikolojisi: Kalabalıklar ve Kitleler. Bianet, 24
Ağustos 2013.
http://www.bianet.org/biamag/siyaset/149395-direnisin-politik-psikolojisi-kalabaliklar-ve-kitleler
[7] Bkz. Bkz. Gezgin, U.B. (2017). Amerika’nın Vietnam Yenilgisinin Gizli
Nedeni: Başkanlık Sistemi. Bianet, 28 Mart 2017. http://bianet.org/bianet/siyaset/184876-amerika-nin-vietnam-yenilgisinin-gizli-nedeni-baskanlik-sistemi
[8] ‘Jüri
kararlarının sosyal psikolojisi konusunda ‘12 Öfkeli Adam’ filmi önerilir.
Filmin bir 1957 bir de1997 sürümü bulunuyor. Ayrıca aynı öykü, tiyatro oyununa
uyarlanmıştır. Bkz. https://www.youtube.com/watch?v=ngbEpZ0tTjI
[9] Yeri
gelmişken, şu konuya da girelim: Sanıldığının tersine, trollük olgusu, Le
Bon’un kitle psikolojisi kavramıyla açıklanamaz. Böyle olması için, tek tek her
bir trolün akıllı mantıklı olması ve grup halinde ise mantıksızlaşmaları
gerekirdi. Oysa troller genellikle birey olarak da akıllı mantıklı kullanıcılar
değillerdir. Toplu halde bir baskı grubu oluşturmakla birlikte, gruplaştıkları
için farklı davranıyor değillerdir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder