Jackie
Chan Sinemasında Yurtseverlik: Milliyetçi Olmayan Bir Anti-Emperyalizme Doğru
Prof.Dr. Ulaş Başar Gezgin, ulasbasar@gmail.com
Twitter: ProfUlas
Milliyetçilik, yurtseverlik ve anti-emperyalizm sık sık
karıştırılıyor. Jackie Chan sinemasının erken dönem yapıtlarından olan ‘Ejderin
İntikamı’ (New Fist of Fury, 1976), bu ayrımlar için anlatısal ipuçları
veriyor. (*)
Milliyetçilik, halkları ulusal ve etnik olarak ayırır;
kendinden olanı iyi, kendinden olmayanı kötü görür. “Türk’ün Türk’ten başka
dostu yoktur” sözü, tam da buna karşılık gelir. Yurtseverlik ise, üç noktada
milliyetçilikten ayrılır: Birincisi, bizden olanlar tanımını ulusal ve etnik aidiyetlerle
değil, yurt sevgisiyle tarifler. Yurdunu sevmek, devletini ve hükümetini sevmek
ile eşanlamlı değildir. Hükümetlerle aynı görüşte olmayabiliriz, ama bu
memlekette yetişmiş insanların neredeyse tümü bir aidiyet hisseder. Uzaklarda
bile olsa, siyasal sorunlar nedeniyle kızgın bile olsa, memleketinin havasını
suyunu özler; bir çift laf etmeyi, yemeklerini, dostluklarını.. Bu
yurtseverlik, birgün bir işgal halinde yurdunu savunmayı da gerektirir.
İkincisi, yurtseverlik, “ulusal ya da etnik olarak bizden olmayan kötüdür”
demez. Her aidiyette iyiler ve kötüler vardır. ABD emperyalist bir devlet olsa
da iyi Amerikalılar vardır. Aynı biçimde iyi Türkler de vardır, kötü Türkler
de... Anti-emperyalizm ise, emperyalist düzeni genel olarak reddetmeye ve emperyalist
bir devlet altında yaşamaya karşı çıkmaya denk gelir. Üçüncüsü, milliyetçilik
için, bizden olan ve olmayan arasında keskin bir ayrım vardır. Yurtsever için
ise aidiyet, dereceli bir iştir. Milliyetçilik, karma ilişkilerin çocuklarını
kendinden saymaz; bunları ‘kanı bozuk’ olarak görür. Yurtsever için ise, bu,
sorun değildir; çünkü zaten, yurtseverlikte aidiyet, kanla tanımlanmamaktadır.
Bir film temsilinde, hep iç-grup iyi, dış-grup kötü
gösteriliyorsa, o film, yurtsever değil, milliyetçidir. Örneğin, Tarkan ve
Malkoçoğlu gibi filmlerde bizden olmayıp da iyi olanlar yer almaz. Onlar iyi
insanlarsa er ya da geç ‘biz’e katılacaklardır; kötü insanlarsa, ya iyinin
gücüne dayanamayıp iyilere katılacaklardır (Türk ve Müslüman olacaklardır) ya
da yaşama hakları olmayacaktır. Bu, elbette sonraki dönemlerin
çokkültürlülüğüyle taban tabana zıt bir durumdur. İşte ‘Ejderin İntikamı’,
bunları düşündürmesi açısından da dikkate değer bir film.
Yurtsever
Nguyen’den Ho Amca’ya
Filme geçmeden önce yurtseverlik kavramını biraz daha
açalım: Ho Amca, bir yurtseverdi (patriot), milliyetçi değildi (nationalist).
Gençlik yıllarında yazdığı yazılarda imzasını ‘Nguyễn Ái Quốc’ olarak atıyordu.
Bu, ‘yurtsever Nguyen’, diğer bir deyişle, ‘vatanını seven, vatanperver Nguyen’
anlamına geliyordu. Onun açısından, Vietnam’ın bağımsızlığı asla bir
Vietnamlı-Fransız savaşı değildi; savaş, memleketini sevenlerle onu işgal etmiş
emperyalistler arasındaydı. Bu milliyetçilik içermeyen yurtseverlik, Vietnam
Komünist Partisi’nin direniş yıllarında Vietnam’ın 54 etnik grubundan üyeleri
kapsaması gerçeğiyle bütünleşir. Savaştan sonra da parti katlarında etnik
ayrımcılık görülmez. İlerleyen yıllarda, genel sekreterlerden biri, Vietnam
dışında az bilinen bir azınlık halktan olacaktır. Bu açıdan, bir yurtseverin
bağı, daha çok coğrafidir; yer tabanlıdır. Türkiye özelinde düşünürsek,
yurtsever, bu coğrafyada yaşamakta olan ya da tarihte yaşamış herkesle bir bağ
hisseder.(**) Bu tarife, Afro-Türkler de Hititler de Ermeniler de Malakanlar da
girecektir.
Yaygın göçmen kabul eden ülkeleri dışarıda bırakırsak -ki
bunlar dünya ülkeleri arasında çoğunlukta değiller- devletler, bizim
kimliğimizi annemiz babamız üstünden tanır. Alevilik-Sünnilik,
Türklük-Ermenilik vb. anne-babadan çocuğa aktarılan kimlikler olarak
tariflenir. Anneden ya da babadan en az biri Ermeni ise, çocuk Ermeni okuluna
gidebilir; devlet için, kendini Ermeni ya da Türk hissetmenin bir karşılığı
yoktur; varsa yoksa kan bağına bakılır.
Oysa annemizi-babamızı seçemeyiz. Bu eve değil de başka eve
doğmuş olabilirdik. Avrupalı olabilirdik, Afrikalı olabilirdik. Nasıl bir
çocukluk yaşayacağımızı da seçme şansımız çok azdır ve işin kötüsü, kimliğin
öncülleri bu dönemde oluşur. Bugün sonradan başka vatandaşlık alanlar ve genel
olarak kişilik düzeyinde kimlik değiştirenler, dünya nüfusunun çok azı. Aileden
ve çocukluktan gelen kültürel geçmişimizi değiştiremeyiz ama bu geçmişe ve
genel olarak hayata bakışımızı değiştirebiliriz. Milliyetçilikle yurtseverlik
arasındaki fark tam da bu noktada daha büyük bir anlam kazanıyor.
Diktatörlüklerde
Direnişin İki Odağı: Din ve Spor
‘Ejderin İntikamı’ filmine dönersek, anlatı, Japon işgali
altındaki Tayvan’da geçer. Demek ki 1895 ile 1945 arası bir dönem konu
edilmektedir. Kişilerin giysilerinden ve yaşam biçimlerinden, 1940’larda
oldukları gibi bir sonuç çıkarabiliriz. Yarım yüzyıl Japon işgali altında kalan
Tayvan’daki durum evrensel bir gerçeği bir kez daha ortaya koyar: Askeri
diktatörlüklerde halkın örgütlenmesi tümüyle engellenir. Demokratik alanda yalnızca
iki direniş odağı kalır: Dinsel örgütlenmeler ve spor. Dinsel örgütlenmelere
dayalı isyanları, Alevi tarihinde, İslam tarihindeki Karmatilerde, Çin’de
Boksörler İsyanı vb. gibi örneklerde görüyoruz. Spor odaklı isyanlar için ise,
en bilinen örnek, 1500 yıl önce Sultanahmet’teki At Meydanı’nda gerçekleşen ve
30 bin ölümle sonuçlanan Nika Ayaklanması. Film, Japon işgali altındaki
Tayvan’da, din dışındaki diğer direniş odağını, sporu (kung fu okullarını) konu
alıyor. Çin dövüş okulları yanında Japon dövüş okulları var. Japon işgal
güçleri, bir yandan da Çinli yurtsever avında.
Karayılan
Etkisi
Başkişimiz Jackie Chan, amcasıyla yankesicilik yapar. Ama
ilkeleri vardır, yerli halktan çalmaz; yabancıları soyarlar. Son hırsızlıkları
onları Japon ve Çin dövüş okullarının tam da orta yerine bırakacaktır. Jackie
Japonlardan nefret eder. Adadaki Japonlar da zaten Çinlilerin nefretini
kazanacak kadar ileri giderler. Japon kungfu ustasına göre, Çinliler ikinci
sınıf insandır; bir tür köpeklerdir. Japonlar üstün insanlardır. Öyle olmasaydı
Çinliler savaşta yenilmezlerdi. Jackie, Japonlar tarafından kıyasıya dövülecek,
öldüğü düşünülerek açık bir mezara konulacak ve Çinli dövüşçüler tarafından
bulunup iyileştirilecektir.
Jackie’nin filmin başındaki Japon nefreti, kaba bir
milliyetçiliğe karşılık gelir. Oysa her Japon kötü, her Çinli iyi değildir.
Gerçekte, ulusal ve etnik kökeninden bağımsız olarak, emperyalist ideolojiyi
benimseyenler kötü, benimsemeyenler iyidir. Örneğin, Çinlilere zulmeden Japon
komutana bir Çinli işbirlikçi yardımcı olur. Demek ki her Çinli iyi değildir.
Öbür taraftan baktığımızda ise Jackie’nin bilmediği bir durum vardır: Annesi
bir Japon’dur ve elbette bir Çinli’yle çocuğu olan bir kadın olarak emperyalist
ideolojiye bağlı değildir.
Çin dövüş okulunun büyük ustası ölünce, torunu (bir genç
kız) okulu yeniden açmak ister; ancak Japon dövüş ustaları buna izin vermez ve
kendi kaba kuvvetleri bunu engellemeye yetmeyince Japon askerlerini yardıma
çağırırlar. Jackie, basit bir hırsızken, bu durumlara tanıklık eden birçok
Çinli gibi siyasallaşır. Hiç sevmediği dövüşe yönelir, kung fu okuluna yazılır
ve okulun ileri gelenlerinden olur. Buna biz ‘Karayılan etkisi’ adını
veriyoruz. Sıradan bir kişilik, bir deneyim yaşar (Nazım Hikmet şiirinde
Karayılan’ın eceli gelen yılanı görüp bir kahraman olarak yükselişi gibi) ve
kahramana dönüşür.
İki
Kadın Dövüşçü Modeli
Yeni lider olan Çinli genç kız, siyasal biridir. Dövüş
okulunun adını Çingu (Savunma Birliği) koyar. Okul Japon işgaline karşı bir
direniş odağı olarak düşünülmüştür. Genç kız zaten Şanghay’dan Japonlara karşı
direndiği için kaçmak zorunda kalmıştır. Radikal düşüncelere sahiptir ve
bunları dile getirmekten geri durmaz. Fakat yine de, geleneksel kadın-erkek
rollerinde kodlanır. Bir erkeğin koruyuculuğuna gereksinim duyar. Karşı tarafta
ise Japon dövüşçünün kızı vardır. Çinli kızın tersine, daha bağımsız bir
tiplemedir. Bağımsız ve fakat fazlasıyla erildir. Bu iki dövüşçü kız arasındaki
fark, akla feminist düşünce tarihindeki tartışmaları getirir: Kadın, toplumda
eşit olmak için, erkek gibi mi olmalıdır yoksa kendine özgü özellikleriyle ayrı
bir varlık olarak mı yer almalıdır… Erkeklerin koyduğu başarı ölçütlerine
ulaşmaya mı çalışmalıdır yoksa kendi ölçütlerini mi koymalıdır?.. Yine bu ikili
arasındaki karşıtlık, akla Doğu Asya askeri tarihindeki kadın savaşçıları
getirir. Bunlardan biri, Japonya’da Batılılaşmaya, Batılı türden ordu
kurulmasına karşı, “tüfek icat oldu mertlik bozuldu” misali ölümüne direnip
Boşin Savaşı’nda hepsi katledilen samuraylar arasındaki tek kadın samuray,
Nakano Takeko’dur (1847-1868).
Bu
Bilinç Nasıl Bir Bilinç?
Filmin sonunda, Japon dövüş lideri, sırtını askeri işgale
dayayarak, tüm Çinli dövüş okullarını kendine bağlamayı ister. Bundan sonra
onların ayrı bir adı olmayacaktır ve dövüşte yalnızca Japon yöntemlerine izin
vardır. Kimi okullar boyun eğerken, Jackie ve dava arkadaşları elbette boyun
eğmeyecektir. Kazanan Jackie olur ve film, Japonlara karşı kitleler halinde
dövüş eğitimi alan Çinlilerin görüntüleriyle açık uçlu biter. Kazanacaklar
mıdır bilinmez ama artık siyasal bir bilince ulaşmışlardır.
Peki bu bilinç nasıl bir bilinçtir? Burada film, çok önemli
bir fırsatı geri teper ve ortada bitmiş izlenimi uyandırır. Belki de devam
filmi çekilmesi düşünülmüştür de bunun için böyle bir bitiriş uygun
görülmüştür. Jackie’ye annesinin Japon olduğu bilgisi ulaşmaz. O, milliyetçilik
açısından, bir ‘kanı bozuk’ olduğunun farkında olmayarak kendini ‘saf Çinli’
olarak kurgulamaya devam eder. Dolayısıyla, onda bilinçsiz milliyetçilikten
bilinçli yurtseverliğe geçişi görmeyiz. Annesinin Japon olduğunu öğrenseydi
belki de bir barış elçisi olabilecekti; iki tarafın milliyetçiliğini de aşan
bir yurtseverliğe yönelmesi olasıydı. Bu yönelim, Tayvan’da çocuk doğurmuş olan
bir Japon’u, düşman yerine, geliştirdiği aidiyet ilişkisi dolayısıyla Çinli
olmasa da Tayvanlı sayacaktı.
Belki de yönetmen, bunu bilerek yapmış bile olabilir. Diğer
bir deyişle, Jackie’nin annesinin Japon olduğunu bilmemesi özellikle üzerine
gidilmedik bir öğe olabilir. Bu durumda, ileti şu olacaktır: Bilinçsiz bir
milliyetçilik Japon emperyalizmini yenemez; gücü ancak Japon dövüşçülere
yetebilir. Hatta stratejik düşünen bir Japon emperyalizmi, Japon dövüşçülerin
Çinli dövüşçülere yenildiği bir dünyayı yeğleyecektir; çünkü Çinli direnişi
böylece spora yönelir, gazı alınır ve evine gönderilir. Japon emperyalizmi savaş
meydanlarında Çin’i ezmeye devam eder. Bu durum, işgal İstanbul’unda İngiliz
takımını yenen Türk takımının coşkusunu düşündürür. Maç, rahatlama sağlar ve
sonra asıl direnişi gereksizmiş gibi gösterme gibi işgali olumlayan bir sonuca
yol açabilir. Eski İngiliz sömürgelerinde kriket gibi oyunların yaygınlığı
düşünüldüğünde, belki “endüstriyel spor, (sömürgelerde) sömürülenlerin
afyonudur” diyebiliriz ki bu, malumun ilanı oluyor. Öte yandan, futbol ile
dövüş sporları arasındaki karşılaştırma tam anlamıyla geçerli değil; çünkü
dövüş sporları, işgal koşullarında ölümlü olabilecek etkinlikler niteliğinde.
Bir futbol maçında ise (taraftarları değil oyuncuları kast ediyoruz) ölüm
nadirdir.
‘Ejderin İntikamı’, eleştirilerimize karşın, sıradan bir
dövüş filmi değil. Bu filme daha derinlikli baktığımızda, aslında bugün bile
hâlâ yerli yerine oturtulmamış birtakım kavramların anlatı konusu yapıldığını
görüyoruz. Bunlar, bu nedenle, bugün için de geçerli nitelikte olan
anlatılar…
(*) Film, şuradan izlenebilir: https://www.youtube.com/watch?v=z_uMyBS9arM
(**) Bu arada, o füzelerin Patriot (Yurtsever) olarak
adlandırılması, tam bir ironi örneğidir. Yurtsever, başka ülkelere saldırmaz.
Bu, Hindistan’ın nükleer silah programına ‘Gülen Buda’ adını vermesine
benziyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder