Yaşamöyküsel
Sanatçı Filmleri: 100 Sanatçı Filminde Magazinelleşme ve Estetik(*)
Prof.Dr. Ulaş Başar Gezgin, ulasbasar@gmail.com
Twitter: ProfUlas
Bir sanatçının yaşamöyküsüne bakıldığında, onu sanatçı
yapan, sanatçılığa doğru yönelmesini ve gelişmesi sağlayan kişilik özellikleri
ve kişisel öğeler nelerdir? İlk akla gelenler, yetenek, olanak, rol modeli,
anlamlandırma, farklı düşünme, ısrar, eleştirellik, sorgulayıcılık, uygun
yönlen(diril)me, eğitim, özgüven, kendine inanç, çevresinde kendine inananların
olması gibi yanıtlar oluyor. Peki bunlar, ilgili filmlerde nasıl temsil
ediliyor? Bu yazıda, bu soru üzerinden çeşitli yaşamöyküsel sanatçı filmlerini
gözden geçiriyoruz.(**)
The
Adventures of Picasso filminde (yön.: Tage Danielsson, 2013, İsveç), sanatçının
yetenekli olduğunun çocuklukta keşfi ve eğitime yönlendirme gibi öğeler
görüyoruz. Babası da ressamdır. Tablolarını satamayan yoksul ressamın ünlenip
zenginleşmesi anlatısı işlenir. Film, Picasso’nun (1881-1973) yaşamından
esinlenerek kurgulanmış bir parodi niteliğinde. Evinin müzeleştirilmesi ise bir
başka yaygın sanatçı filmi öğesi.
The Affairs
of Cellini
(yön.: Gregory La Cava, 1934, ABD), İtalyan sanatçı Benvenuto Cellini’nin
(1500-1571) Don Juan türünden maceralarını konu alan bir güldürü. Filmde sanat
tümüyle geri planda. Bu yapıt, sanatçının özyaşamöyküsünden esinlenmiş; ancak,
başkişi herhangi bir meslek grubundan olsaydı, anlatı pek fazla etkilenmezdi.
Dolayısıyla, başkişinin sanatçı olmasına karşın, sanata teğet geçen bir yapım.
The Affairs
of Maupassant
(diğer adlarıyla Das Tagebuch der Geliebten / Il diario di una donna amata)
(yön.: Henry Koster, 1935, İtalya), Fransız öykücü Guy de Maupassant’la
(1850-1893) ilişkisi olan sanatçı bir kadının güncesinden ve yazarla
mektuplaşmalarından uyarlanmış bir yapım. Günce yazarı Marie Bashkirtseff
(1858-1884), ilerleyen yıllarda oldukça tanınan bir ressam ve heykeltraş
olacaktır. Güncesi de dönemin çoksatarları arasına girecek, ileri gelen isimler
tarafından övgüyle karşılanacaktır. 25 yaşında veremden öldüğünde, adının
yıllar sonra Fransa’nın kadın yazarları ve sanatçıları arasına yazılacağını
bilemeyecekti. Sanatçı, ayrıca, dönemin feminist yayınlarına takma adla çeşitli
makaleler gönderiyordu. Bu film, yeniden çekilse hiç fena olmazdı. Bu öneri,
bir yandan, filmin erken dönemde çekilmesinden ileri geliyor, bir yandan da
başkişisi bir feminist kadın öncü olan filmin, bir erkek ekseninde ve onun
gölgesinde anlatılmasından kaynaklanıyor. Filmin adında bile kadın sanatçıya
yer yok; kendi başına değil, Maupassant’la ilişkisi nedeniyle filme konu
ediliyor. Ayrıca, filmin adı da yanıltıcı, önceki filmdeki gibi bir Don Juan
anlatısı izlenimi veriyor.
Afterimage
(Powidoki)
filminde (yön.: Andrzej Wajda, 2016, Polonya), Sovyet döneminde Polonyalı bir
ressamın baskılara karşı mücadelesi ve bu uğurda işinden olması konu ediliyor.
Film, yönetmenin ölmeden önceki son yapıtı olarak tarihe geçti.
The Agony and
the Ecstasy
filminde (yön.: Carol Reed, 1965, ABD), Vatikan’daki Sistine Şapeli’nin
tavanının Michalengelo (1475-1564) tarafından yapılışının belgeselsi öyküsü.
Bir romandan uyarlanmış. Filmde, sanatçının özellikleri olarak, inandığı
sanatsal ilkelerden taviz vermeyiş, ısrar ve sabırı görüyoruz.
Bir Tarkovsky filmi olan Andrei Rublev’de (yön.: Andrei Tarkovsky, 1969, SSCB) ikona
boyacısı rahiplerin yaşamını gözlemleriz. Bunlardan biri, filme adını veren
Andrei Rublev’dir (1360/1370-1427/1430). Dayanışma kadar kıskançlık da söz
konusudur. Olaylar, 15. yüzyıl Rusyası’nda geçer. Filmde, halkçılık ve
seçkincilik gibi konular tartışmaya açılır. Kişiliklerin geri planda olduğu,
olay ağırlıklı bir yapım olmuş. Birçok savaş vahşeti görüntüsünün olduğu
tarihselliğin öne çıktığı bir çalışma.
Artemisia filmi (yön.: Agnès Merlet, 1997,
Fransa/Almanya/İtalya), bir İtalyan Barok kadın ressamının, Artemisia
Gentileschi’nin (1593-1656) yaşamını konu alıyor. Artemisia’nın babası
ressamdır, oğlu olmamıştır; kızında babasının resim yeteneği görülür. Baba,
sanatının yitip gitmemesi için, kızını bir sanatçı olacak biçimde yetiştirir,
her türlü destekler. Dönem, ataerkinin daha güçlü olduğu bir dönemdir;
kadınların akademi eğitimi almasına izin yoktur. Ressamlar, kadın nü tablolaları
yaparken, o dönem, bir kadın ressamın çıkıp erkek nü tabloları yapması,
çılgınlık sayılacaktır. Buna kendisini destekleyen babası bile karşıdır. Ancak,
Artemisia, bir balıkçıyı öpücüğüyle ‘kandırıp’ nü modeli yapacaktır. Filmin
güzel ve kadın dostu, kadınları güçlendirici girişi, daha sonra bir gizli aşk
ve dava anlatısına demir atarak işleyebileceği nice konuyu teğet geçiyor.
Filmin gerisinde ucuz anlatı hilelerine başvurulmuş. Film, ‘olağanüstü bir
kadının henüz anlatılmamış gerçek öyküsü’ diye sunuluyor; oysa tarihsel
gerçekleri çarpıtıyor. Bunu gören çeşitli feminist gruplar, filmi protesto
ederek, bu satış hilesinin kaldırılmasını sağlıyor. Filmin yapımcıları, gerçek
olaylara dayanma iddiasını bırakıp filmin kurgu olduğunu kabul ediyor. Gerçekte,
bu filmin sorunu, yalnızca gerçekleri çarpıtması değil, böyle ‘olağanüstü’ bir
kadın ressamın yaşamını kasten seçici bir biçimde eksikli vermesinde. Film,
davadan sonra Artemisia’nın daha başka neler başardığını ve kadınların
özgürleşmesine katkılarını vermiyor. Feminist bir sanat tarihyazımı için bu
kadar önemli olan bir isim, ticari sinemacılığın elinde gişe hasılatından öte
bir hedefi olmayan sıradan bir projeye dönüşüyor.
At
Eternity’s Gate
filmi (yön.: Julian Schnabel, 2018, Fransa/İngiltere/ABD), Hollandalı ressam
Vincent van Gogh’un (1853-1890) son yıllarını anlatıyor. Film, van Gogh’un ölüm
nedeninin intihar olmadığı iddiasını işliyor. Felsefel yönleri ağır basan, van
Gogh üzerinden estetik tartışmaları yürüten bir yapım. Film, izleyiciye, çılgınlık
ile deha arasında ince bir çizginin olduğu biçimindeki yaygın görüşü
anımsatıyor. Bu açıdan, sanatçı anlatılarında sanatçının sıklıkla akıl
hastalıklarıyla ilişkilendirildiğini ve sanat yaşamının bir bölümünü akıl
hastanesinde geçirdiğini görürüz.
Basquiat filmi (yön.: Julian Schnabel, 1996,
ABD), adını Afro-Amerikalı sanatçı Jean-Michel Basquiat’dan (1960-1988) alıyor.
Basquiat, graffitilerden esinlenen bir kolaj ressamı idi. Haiti ve Puerto Rico
kökenli sanatçı, hızlı yaşayıp genç ölenlerden. Aşırı dozda uyuşturucudan
ölüyor. Bu da bir diğer yaygın sanatçı yaşamı temsili: Uyuşturucu kullanımının
sanatçılar arasında yaygın olduğu düşünülegelir. Filmin anlatısı, yakınların
tanıklıklarına dayandırılmış. Bu, bir yükseliş ve -erken ölümü düşünülürse- düşüş
anlatısı. Filmin başında parklarda kartonlar üstünde yatan bu genç adam, sanat
dünyasında hızla yükselecek ve son nefesini yaşlanmadan vermeyi de
başaracaktır. Bu tür filmler, ilk bakışta sanatçı dostu gibi görünür; ancak
içeriği biraz daha kazınca, anlatının “ya işte böyle marjinal olanlar erken
ölüyor; fazla aykırı da olmamak gerekiyor” gibi bir yoruma da açık olduğu
ortaya çıkar. Bu nedenle, bu tür yapımlar gösterime girmeden önce, üzerinde
defalarca ve defalarca düşünce yürütmeyi gerektirir.
Big Eyes filmi (yön.: Tim Burton, 2014, ABD),
büyük gözlü insan resimleriyle tanınan ABD’li ressam Margaret Keane’ın (d.1927)
yaşamını gözler önüne seriyor. Ressam çiftin birlikte hayata tutunma çabası,
kadının yaptığı resimleri erkeğin yaptığını sanan sanatseverlerin yoğun
ilgisiyle yeni bir aşamaya geçer. “Asıl ressamın kadın olduğu anlaşılırsa
satışlar düşebilir” düşüncesiyle, gerçeği kimselere söyleyemezler. Kadın evden
çalışır ve maddi durumu düzelttikleri için, bir süre sesini çıkarmaz. Fakat
kızına bile yalan söylemek zorunda kalmasından, bir süre sonra rahatsız
olacaktır. Bu süreçte erkeğin bir sanatçı olmadığı, dolandırıcı olduğu da
ortaya çıkacaktır. Oysa resimler ona ün getirmeyi sürdürmektedir. Bu, kadın
için durumu iyice çekilmez kılacaktır. Kurtuluş anne-kız dayanışmasından
gelecektir. Boşanma davası, iftira, hakaret derken, düğüm, mahkemede resim
yapmalarıyla çözülecektir. Mahkeme önünde aynı büyük gözlü resimleri çizebilen,
kimliğini kanıtlayıp davayı kazanacaktır. Hem kadın hakları hem de sanatçı hakları
adına başarılı bir yapım.
Camille
Claudel
filmi (yön.: Bruno Nuytten, 1988, Fransa), adını aynı adlı Fransız kadın
heykeltraş Camille Claudel’den (1864-1943) alıyor. Film, bir kitaptan uyarlama.
Kitap, sanatçının kardeşinin torunu tarafından yazılmış. Filmde Camille’in
aşığı, ‘Düşünen Adam’ heykeliyle ünlü heykeltraş Auguste Rodin’i (1840-1917)
Gérard Depardieu oynuyor. Birbirlerini çok severler, fakat Rodin, daha sonra
başka bir kadına yönelir. Bu film, Camille’in ataerkil bir toplumda ve sanat dünyasında
öncü kadın sanatçılardan biri olması dolayısıyla, kadın güçlendiren filmlerden
biri sayılıyor. Öte yandan, sanatın doruğundayken akli dengesini yitirmesiyle
van Gogh örneğinde gördüğümüz çılgın-dahi ince çizgisi temsilini akla
getiriyor. Buna göre, sanatçılar, normal insanlar değildirler; onların akıl
hastanelerine ‘düşmeleri’ (ki bu ifade bile, toplumsal damgalamanın bir
ürünüdür) şaşırtmaz. Bu filmden 25 yıl sonra, benzer izlekleri işleyen Camille Claudel 1915 (yön.: Bruno
Dumont, 2013, Fransa) adlı bir film daha çekildi. Camille’i Juliette Binoche
oynadı. Bu iki film, Victor Hugo’lu, Reiner Maria Rilke’li, Paul Cézanne’lı,
Claude Monet’li vd. Rodin filmi
(yön.: Jacques Doillon, 2017, Fransa/Belçika) ile, bir üçleme oluşturuyor.
Üçünü birlikte izlemek, aynı olaylara farklı açılardan bakma olanağı sunuyor.
Caravaggio’nun (1571-1610) yaşamını konu alan en az 3 film
var. Bunlar, Caravaggio, il pittore
maledetto (yön.: Goffredo Alessandrini, 1941, İtalya), Caravaggio (yön.: Derek Jarman, 1986, İngiltere) ve Caravaggio (yön.: Angelo Longoni, 2007,
İtalya). İlk filmde, Caravaggio, ters kişilikli, sürekli sorun çıkaran, kötü
huylu bir dahi olarak resmediliyor. Sanatı el üstünde tutulsa da, kendisi
tutulmaz; toplumsal kurumlarla sürekli olarak başı belaya girer. Hatta bir
cinayet işler (ya da işlediği iddia edilir), ölüm cezasına çarptırılır, fakat
sanatı nedeniyle affedilir. Son nefesini memleketinden uzakta, sersefil ve
yapayalnız verecektir, ülkesinde kendisine af çıktığı haberini alamadan…
İkinci filmde, Caravaggio, ömrünün son zamanlarındadır ve
“buraya nasıl geldik?” sorusu üzerinden geçmişini düşünür. Bu kez, sanatçı,
ergenliğinde, sanatına destek bahanesiyle onu taciz eden bir rahibin kurbanı
olarak resmedilir. Her yönüyle aykırı bir sanatçı olup çıkacaktır: Kendisine
sipariş edilen dinsel yapıtlar için model olarak sokak insanlarını,
dilencileri, seks işçilerini vb. kullanır. Sürekli olarak kanlı bıçaklı
kavgalara karışır. Bolca içer, bolca kumar oynar ve biseksüel olarak
tariflenir. Film, sanatçının biseksüelliği üstünden bir aşk üçgeni kurar, içine
cinayet de karıştırır. Filmde çokça zaman eşleşmezliği niteliğinde teknik hata
olsa da (örneğin, elektrikle aydınlatılan barlar, daktilolar vb.), biseksüel
omurgası dolayısıyla, LGBTİ bir film olarak izlenebilir. Ayrıca, film, yine,
sanatçılarla ilgili yaygın temsillerden birine karşılık geliyor: Buna göre,
sanatçıların yalnızca zihinsel dünyaları değil, cinsel dünyaları da başkalarına
göre çok daha karmaşıktır, toplumsal normlardan uzaktır. Üçüncü Caravaggio
filmi, 90’ar dakikalık iki bölümde gösterilmek üzere bir televizyon filmi
olarak hazırlanmış. Filmin öne çıkan özelliklerinden biri, film ekibinde,
Passolini filmleri ve İtalyan vahşi batı filmleri için yaptığı film
müzikleriyle tanınan Luis Enríquez Bacalov’un (1933-2017) bulunması.
Carrington filmi (yön.: Christopher Hampton,
1995, İngiltere), İngiliz kadın ressam Dora Carrington’ın (1893–1932) yaşamını
anlatılıyor. İçinde Virginia Woolf’un kardeşini de içermek üzere, birçok önde
gelen İngiliz yazara yer veren filmde, temel olay örgüsü, kadın ressam ile
erkek yazar üzerinden oluşturuluyor. Buradan yollar, umutsuzlukla yapılan başka
bir evlilik ve aşk üçgenine, dörtgenine ve sonunda çokgenine ve intihara
çıkıyor. Sanatçıların yaşamları, Televole tarzında magazinleştirilmiş.
Kişiliklerin sanatçı olmasının hiç bir önemi kalmamış. Kişiler herhangi bir
meslek grubundan olabilirdi. Ayrıca, filmde nadir olarak sanat tartışmaları
görüyoruz. Kişisel derinlik de yok. Temel soru: “Kim kiminle birlikte”
biçiminde. Bir öncü kadın ressamı konu aldığı için, kadını güçlendirici bir
film olması gereken Carrington, magazin dünyasının tüm marazlarını bünyesinde
toplayarak, bir kadın dostu filmle magazin filmi arasındaki farkı anlamak için
kullanışlı bir modelden öte herhangi bir işlev görmüyor.
Cézanne and
I (Cézanne et moi)
(yön.: Danièle Thompson, 2016, Fransa), Fransız romancı Émile Zola (1840-1902)
ile Fransız ressam Paul Cézanne’ın (1839-1906) dostluğunu konu alıyor. Filmde,
Guy de Maupassant (1850-1893), Camille Pissarro (1830-1903), Auguste Renoir
(1841-1919), Édouard Manet (1832-1883) gibi isimler de yer alıyor.
Charlotte (yön.: Frans Weisz, 1981,
Hollanda), Auschwitz’te katledilen Almanya Yahudisi bir kadın ressamın,
Charlotte Salomon’un (1917-1943) hüzün dolu öyküsü. Charlotte, 2. Paylaşım
Savaşı başlayınca, Berlin’den kaçar, anneannesinin yanına, Fransa’ya sığınır.
Bütün aile ruhsal çöküntü içindedir, intihar edenler olur. Peki Charlotte da
öyle mi yapacaktır? Yaşamakta ısrar eder, sanatla hayata tutunur, sayısız eser
verir ta ki… Bir sanat filmi, fakat kişilik, dönem, olaylar ve konu
dolayısıyla, sanat, soykırımın gölgesinde kalmış, ana izlek olmaktan çıkmış.
Chi-hwa-seon (취화선) (Painted Fire, Strokes of Fire or Drunk on Women and Poetry) (yön.: Im Kwon-taek, 2002, Güney
Kore), Korelerin henüz ikiye bölünmeyip tek ülke olduğu zamanlarda, Kore’nin
Japonya işgali altına girmek üzere olduğu dönemde yaşamış olan Koreli ressam
Jang Seung-eop’ın (1843-1897) (sanat adıyla ‘Owon’) öyküsü. Jang, resme
başkalarının yapıtlarını kopyalayarak başlar; bir süre geçimini böyle sağlar.
Zamanla kendi tarzını geliştirmekle kalmaz, Kore resminde çığır açar. Jang,
Caravaggio’ya benzer bir biçimde, ‘boş gezenin boş kalfası’ gibi, bir ‘serseri’
olarak resmedilir. Sarhoş, kötü huylu, suça eğilimlidir. Sokak çocukluğundan
saray ressamlığına uzanan, oradan da düşüşe geçen bir yaşam…
(Thomas
Kinkade's) Christmas Cottage (yön.: Michael Campus, 2008, ABD), yapıtlarını toplu
üretimle ticarileştirip büyük paralar kazanan Amerikalı ressam (belki de
‘ressam-girişimci’ demek daha doğru olur)
Thomas Kinkade’in (1958-2012) yaşamını konu alıyor. Kinkade’in iddia
ettiğine göre, ABD’de her 20 evden birinde Kinkade’in resimlerinin kopyaları var.
Film ise, büyük bir başarısızlığa imza atarak, gişeden yalnızca 40 bin Dolar
kaldırarak belki de bir rekor kırmış oldu.
Dagny (yön.: Haakon Sandøy, 1977,
Norveç), Norveçli bir kadın yazarın, Dagny Juel-Przybyszewska’nın (1867-1901)
yaşamını ve ‘Çığlık’ adlı tablosuyla oldukça tanınan Norveçli ressam Edvard
Munch (1863-1944), İsveçli yazar ve ressam August Strindberg ve daha sonra
evlenip soyadını alacağı Polonyalı bir yazarla olan ilişkilerini konu alıyor.
Açık evliliği ve ünlü yazarlarla aşkları dolayısıyla dönemin magazin dünyasının
sürekli olarak gündeminde olan Dagny, bir gezi sırasında, kıskanç aşığı
tarafından Tiflis’te öldürülür ve oraya gömülür. Film bize onun sanatını
anlatacakken, bizi bu ilişkilerin sanatına ve kişiliğine etkileri üstüne
düşündürecekken, magazinelliğe yönelerek değer kaybeder. Öncü bir kadın ressam
olan Dagny, daha iyi bir filmi hak ediyordu.
The Danish
Girl
(yön.: Tom Hooper, 2015, İngiltere/ABD), Danimarkalı ressam çifti (Lili Elbe
(1882-1931) ve Gerda Wegener (1886-1940)) konu alan bir LGBTİ filmi. Başkişi, tarihte
ilk cinsiyet değiştirme ameliyatını geçirenlerden biri. Film, ikilinin öyküsüne
fazla bağlı kalmadığı için eleştiriliyor; yine de haklar ve özgürlükler
bağlamında birçok övgü alıyor. Karı-koca ressamların yaşamı, erkeğin kendinde
kadınsılığı fark etmesiyle alt üst olacaktır. Erkeğe, kendi cinsiyetini bulma
çabasında en çok da eşi ve çocukluk arkadaşı yardımcı olacaktır. Filmin sanat
boyutu da var; çünkü ailedeki değişim tuvale de yansıyor.
Dante’s
Inferno: The Private Life of Dante Gabriel Rossetti, Poet and Painter (yön.: Ken Russell, 1967,
İngiltere), İtalyan asıllı İngiltereli şair ve ressam Dante Gabriel
Rossetti’nin (1828-1882) (‘Kutsal Güldürü’ şairi Dante Alighieri (1265-1321)
değil) onun modelliğini yapan şair ve yazar Elizabeth Siddal (1829-1862) ile
olan ilişkisini konu alıyor. Filmin adındaki ‘Inferno’, göndermeye ve
çift-anlamlılığa da yorulabilir; Dante Alighieri adından yararlanarak
izleyiciyi yanıltmaya ve filmi böyle pazarlamaya da… Film, ‘sanatçı
entrikaları’ diyebileceğimiz tarzda. İçinde, intihar girişimleri, cinayet,
hortlama korkusu, uyuşturucu kullanımı, uyuşturucuya alıştırma, aldatma,
aldatılma, aşk çokgenleri olan magazinel bir anlatı…
Don't Worry,
He Won't Get Far on Foot (yön.: Gus Van Sant, 2018, ABD), bir felçlinin çizerleşme
öyküsü. John Michael Callahan’ın (1951-2010) kendi anılarından filmleştirilmiş.
Edvard Munch (yön.: Peter Watkins, 1974,
İsveç/Norveç), adı üstünde, Norveçli ressam Edvard Munch’un (1863-1944)
yaşamını konu alıyor; onun 30 yılına odaklanıyor. Filmde, sanatçının sanatına
etki eden hastalıklar, yakın ölümleri ve evli bir kadınla ilişki gibi konular
öne çıkıyor. Aslında mini-dizi olarak düşünülmüş olan film, daha sonra
birleştirilip filme çevriliyor. Meslekten olmayan oyuncularla, üst sesle, kimi
zaman kişilerin doğrudan kameraya konuşması gibi tercihlerle, filmde, belgesel
drama biçimselliği öne çıkıyor. İsveçli yönetmen İngmar Bergman (1918-2007), bu
filmi deha ürünü olarak gördüğünü belirtiyor.
Egon Schiele
– Exzess und Bestrafung (Egon Schiele – Excess and Punishment / Egon Schiele,
enfer et passion) (yön.:
Herbert Vesely, 1981, Batı Almanya/Fransa/Avusturya), Avusturyalı sanatçı Egon
Schiele’nın (1890-1918) yaşamını masaya yatırıyor. ‘Sapkınlık’, saplantı,
alkol, seks vb. dolu bir yapım. Sanatçı, Avrupa’da 20 milyon kişinin (dünyada
toplam 50-100 milyon kişinin) ölümüne neden olan İspanyol gribinin
kurbanlarından biri olarak 28 yaşında hayatını kaybediyor. Film, ressamın son
yıllarını konu alıyor. Sanatından çok seks yaşamına odaklanılarak magazinelleşmiş.
Egon
Schiele: Death and the Maiden (Egon Schiele: Tod und Mädchen) (yön.: Dieter Berner, 2016,
Avusturya/Lüksemburg), Egon Schiele’yi konu alan bir diğer yapım. Yine bir
‘sanatçı ve kadınları’ anlatısı.
Factory Girl
(yön.:
George Hickenlooper, 2006, ABD), Andy Warhol’a yakınlığıyla bilinen kadın
oyuncu ve model Edie Sedgwick’in (1943-1971) yaşamına ilişkin bir anlatı.
Çocukluğunda tacize uğramış ve çeşitli rahatsızlıklara sahip olan sanatçı,
Warhol’la tanışır ve onun genç yıldızlarından biri olur. Hızlı yükseliş,
uyuşturucuyla birlikte hızlı bir düşüş ve genç bir ölüm getirecektir. Filmin
vurgusu, sanat yerine uyuşturucunun zararlarında… Filmdeki Bob Dylan’dan
esinlenme bir kişilik, yapımcılarla Dylan arasında gerginlik yarattı. Film,
Edie’nin düşüşünden ve ölümünden, içinden çıktığı karşı-kültürü sorumlu tutar
bir nitelikte olduğu için, o kuşağın tepkisini de çekmiş durumda.
Final
Portrait
(yön.: Stanley Tucci, 2017, İngiltere/ABD), İsviçreli sanatçı Alberto Giacometti
(1901-1966) üstüne bir film. Ressam-model ve ressam-eleştirmen ilişkilerine
odaklanan, “bir sanat yapıtı ne zaman bitmiş sayılabilir?” diye sor(dur)an üst
düzey bir yapım. Magazinelleşmeyen, sanata ağırlık veren bir sanatçı filmi…
La Fornarina
(Fırıncının Kızı)
(yön.: Enrico Guazzoni, 1944, İtalya), Yüksek Rönesans dönemi sanatçısı
Rafael’in (1483-1520) önce modeli, sonra sevgilisi olmuş Margherita’nın öyküsü.
Rafael’i kıskananlar, kızı kaçırtırlar. Uzun süre sonra kızı bulduğunda Rafael
kahrolur ve kahrından ölür. Rafael’in bu nedenle ölüp ölmediği bilinmiyor.
Kurgusal bir son olması olası.
Zamanında çokça izlenmiş ve tartışılmış olan Frida (yön.: Julie Taymor, 2002, ABD)
filmi, Meksikalı kadın ressam Frida Kahlo’nun (1907-1954) yaşamını resmediyor.
Frida’yı genç Salma Hayek oynuyor. Filmde çeşitli olaylar, bir tabloyla
başlayıp sonra hareketli görüntüye geçerek anlatılıyor. Frida’nın ressamlığı,
bir trafik kazası dolayısıyla ortaya çıkacaktır. Frida’nın bir diğer ressam
olan Diego Rivera (1886-1957) ile ilişkisine tanıklık ederiz. Bu, bir açık
evlilik olacaktır ve Frida, biseksüeldir. Fırtınalı bir ilişki olacaktır bu.
Boşanmayla ve yeniden evlenmeyle ilerleyecektir. Filmde, ikisinin de, yalnızca
yaşam biçim olarak değil, ideolojik olarak da muhalif olduklarını görürüz.
Filmin en tartışılan konusu ise, Troçkili sahneler olacaktır.
Frida Still
Life (Frida, naturaleza viva) (yön.: Paul Leduc, 1983, Meksika), Frida’ya ilişkin bir
diğer film. Önceki film, bu filmle benzerlikler taşıyor; benzer dönüm noktaları
konu edilmiş. Fakat bu, elbette bu filmin aynı yaşamöyküsüne dayanmasından
ileri geliyor.
Georgia
O'Keeffe
(yön.: Bob Balaban, 2009, ABD), Amerikalı kadın sanatçı Georgia O'Keeffe
(1887-1986) ve fotoğrafçı eşi Alfred Stieglitz'in (1864-1946) inişli çıkışlı
ilişkileri işliyor.
Girl with a
Pearl Earring
(yön.: Peter Webber, 2003, İngiltere/ABD), filme adını veren ünlü tablonun
öyküsü. Hollandalı ressam Johannes Vermeer’in (1632-1675) resimdeki hizmetçi
kız Griet’le olan aşk-ev sahipliği-sanat karışımı ilişkisi anlatılıyor. Griet,
görme yetisini kaybettiği için ailesinin geçimini sağlayamayan bir ressamın
kızıdır. Maddi sıkıntı nedeniyle hizmetçi olur. Sanata ilişkin bilgi ve
görüşleriyle, er ya da geç ressamın ilgisini çekecektir.
Hollandalı ressam Hendrick Goltzius’un (1558-1617) yaşamını
konu alan Goltzius and the Pelican
Company (yön.: Peter Greenaway, 2012,
Hollanda/Fransa/İngiltere/Hırvatistan), cinsellik ve dine ilişkin tabuları konu
alıyor.
Francisco Goya’nın (1746-1828) Bordeaux günleriyle başlayan Goya en Burdeos (Goya in Bordeaux)
(yön.: Carlos Saura, 1999, İspanya), daha sonra başkişinin yaşamöyküsünü kızına
anlatmasıyla ilerleyip ölümüyle son buluyor. Tutkulu aşk konusu işlenmiş.
Goya or the
Hard Way to Enlightenment (Goya – oder der arge Weg der Erkenntnis) (yön.: Konrad Wolf, 1971, Doğu
Almanya), aynı Goya’yı farklı bir açıdan işliyor. Bu filmin Goya’sı, toplumun
dayattığı değer yargılarıyla ve Kilise’yle çatışma halinde. Artık mücadele
edemez duruma geldiğinde, sürgünü seçiyor. Saura filmi Goya’dan bir tutkulu
aşık çıkarırken, Doğu Alman yapımı onu bir kahraman olarak temsil ediyor. Bir
diğer Goya filmi olan, a Story of
Solitude (Goya, historia de una soledad) (yön. Nino Quevedo, 1971, İspanya)
filminde Goya, hayatını bir türlü rayına oturtamamış istikrarsız bir kişilik
olarak resmediliyor. Bir diğer Goya filmi olan Goya’s Ghosts (yön.: Miloš Forman, 2006, İspanya/ABD), Goya’nın
başkişilerden olmadığı, onun yaşamından çok başkalarının yaşamlarına odaklanan,
daha çok Goya’nın isminden yararlanmaya çalışan bir yapım görüntüsünde. Bütün
bu Goya filmlerinde, İspanyol Engizisyonu’nun neredeyse 19. yüzyılın yarısına
kadar etkili ve etkin olması dikkat çekici.
Yapıtlarının çoğunu İspanya’da vermiş olan Yunanlı (Giritli)
ressam El Greco’ya (1541-1614) ilişkin iki film var. İlk film (El Greco, yön.: Luciano Salce, 1966,
İtalya), bir aşk öyküsü çevresinde, ressamın Kilise’yle mücadelesini konu
alıyor. İkinci film (El Greco, yön.:
Yannis Smaragdis, 2007, Yunanistan/İspanya), daha kurgusal bir çalışma. Bir
romandan uyarlanmış. Filmde, El Greco’nun Engizisyon tarafından sorgulandığını
görüyoruz; fakat bu, gerçekte yaşanmış değil. Kimi yorumcular, bu filmin, El
Greco’nun Giritliliğine ve Yunanlılığına fazla yer vererek, onun hayatındaki
daha önemli olayları es geçtiğini ileri sürüyor.
A Harlot's
Progress (yön.:
Clive Bradley, 2006, İngiltere), İngiliz ressam William Hogarth'ın (1697-1764)
aynı adlı tablo serisinden esinlenme bir film. Ressamın bir seks işçisiyle olan
ilişkisi konu edilmiş. Bu ilişki, sanatı için esin kaynağı olacaktır.
The
Impressionists
(yön.: Tim Dunn, 2006, İngiltere), 3 bölümlük bir televizyon dizisi olarak
hazırlanmış. Belgesel drama niteliğindeki filmde, 80 yaşındaki Claude Monet,
evinde bir gazeteciyle bir söyleşi gerçekleştirir. Söyleşide, izlenimcilik
akımının ortaya çıkışı ve gelişimi anlatılır ve akımın önde gelen ressamları
Monet’nin bakış açısından tanıtılır; aykırı özelliklerine dikkat çekilir.
Filmde yer alan ressamlar şöyle: Claude Monet (1840-1926), Frédéric Bazille
(1841-1870), Pierre-Auguste Renoir (1841-1919), Édouard Manet (1832-1883),
Edgar Degas (1834-1917) ve Paul Cézanne (1839-1906).
Jörg Ratgeb
– Painter (Jörg Ratgeb – Maler) (yön.: Bernhard Stephan, 1978, Doğu Almanya), Alman ressam
Jerg Ratgeb’i (1480-1526) konu alıyor. Jerg, bir İsa tablosu çizecektir. Bunun
için model arayışındadır. Bu arayışında başına gelmedik kalmayacaktır.
Soyulacak, hapsedilecek, defalarca ölümden dönecektir. Filmde ressam, bir
adalet savaşçısı olarak temsil ediliyor.
Kitty (yön.: Mitchell Leisen, 1945, ABD),
İngiliz ressam Thomas Gainsborough (1727-1788) üzerinden, bir ‘sokak kızı’nın,
bir yankesicinin yükselip yıldızlaşması konu ediliyor. Ressamı soymaya çalışan
genç kız, onun “modelim olursan daha çoğunu veririm” önerisini kabul edecektir.
Sınıf atlama odaklı bir tür peri masalı… Ressamın yeni tablosunun modeli merak
uyandıracaktır. Acaba kimdir? Sokak kızı hızla eğitilecek ve dillere destan bir
hanımefendi olacaktır. Filmde, ressam ve modellik, asıl hikaye için bir payanda
olarak kullanılmış. Sonrası üst sınıflar arasındaki aşk ilişkileri konusunda.
Dolayısıyla, Kitty’yi tümüyle bir sanatçı filmi saymak zor.
Klimt (yön.: Raúl Ruiz, 2006,
Avusturya/Fransa/Almanya/İngiltere), Avusturyalı ressam Gustav Klimt’in
(1862–1918) yaşamını ele alan bir sanat filmi. Klimt’i John Malkoviç oynuyor.
Filmde Klimt ölüm döşeğindedir; ünlü klişede olduğu gibi, “hayatı bir film şeridi
gibi önünden geçer”. En çok da sevgilisiyle ilişkisi konu edilir.
La Vita di
Leonardo Da Vinci (The Life of Leonardo da Vinci) (yön.: Renato Castellani, 1971,
İtalya), adından anlaşılacağı üzere, İtalyan ressam Leonardo da Vinci’nin
(1452–1519) yaşamını konu alan 5 bölümlük bir mini dizi. Film, dahinin
doğumundan Fransa’da Kral I. Francis’in verdiği konakta geçen son yıllarına
kadar uzanıyor. Dahi, kralın kollarında ölürken başlayan film, Da Vinci’nin
yaşam öyküsünden sonra kaldığı yerden devam ediyor.
Lautrec (yön.: Henri de Toulouse-Lautrec,
1998, Fransa), Henri de Toulouse-Lautrec’in (1864-1901) yaşamını anlatıyor.
Sıkıntılı bir çocukluğu vardır. Akraba evliliğin sonucudur, bunun için genetik
bozuklukları vardır. Gövdesi büyürken, bacakları büyümez. Toplumca bir ‘ucube’
olarak görülür. Bu nedenle kendini sanata verir, hızla yükselir. Bu yükselişte,
üst sınıf üyelerinin tablolarına yer yoktur; hep halktan insanları çizer. Sokak
insanlarıyla ahbaplık eder. Cenazesini yine bu insanlar kaldıracaktır.
Ligabue (yön.: Salvatore Nocita, 1978,
İtalya), İtalyan ressam Antonio Ligabue'nin (1899-1965) yaşamını konu
alıyor. Üç bölümlük bir dizi olarak
hazırlanmış. Bir sanatçı deliliği, yalnızlık, yalıtılmışlık, kimsesizlik ve ötekileştirilme
anlatısı.
Little Ashes
(yön.: Paul
Morrison, 2008, İngiltere/İspanya), 1920’ler, 30’lar İspanyası’nda geçiyor. Üç
sanatçının, Luis Buñuel (1900-1983), Salvador Dalí (1904-1989) ve Federico
García Lorca’nın (1898-1936) tanışmasını ve dostluğunu anlatıyor. Dalí ve Lorca
ilişkisi sonunda romantik bir hal alacaktır. Film, adını Dali’nin bir
tablosundan alıyor.
Love Is the
Devil: Study for a Portrait of Francis Bacon (yön.: John Maybury, 1998,
İngiltere), İngiliz ressam Francis Bacon’ı (1909-1992) konu alıyor. Bacon’ın
aynı zamanda sevgilisi olan modeli, aşırı dozda uyuşturucudan ve alkolden ölü
bulunur. Böylece film, 7 yıllık eşcinsel sado-mazo ilişkilerini anlatmak için
geriye sarar. İlişki, genç adamın hırsız olarak ressamın evine girip evsahibine
yakalanmasıyla başlayacaktır. Filmde ressam, acımasız bir kişilik olarak
resmedilir. ‘Factory Girl’ filmine benzer bir biçimde, ölümden sorumlu sayılır.
Eşcinsel sevgiliyi, her nedense, James Bond filmleriyle tanınan Daniel Craig
oynuyor. James Bond rolüyle iyice özdeşleşmiş bir oyuncunun seçilmesi, garip
bir etki bırakıyor; izleyicide casusluk anlatısı beklentisi yaratıyor.
Loving
Vincent
(yön.: Dorota Kobiela ve Hugh Welchman, 2017, Polonya/İngiltere/ABD), sanatın
geri planda olduğu bir polisiye-gizem anlatısı niteliğinde. Bir canlandırma
filmi. Yukarıda At Eternity's Gate filmi örneğinde, Hollandalı ressam Vincent
van Gogh’un (1853-1890) ölüm nedeninin tartışmalı olduğunu belirtmiştik.
‘İntihar’ diye kaydı düşülse de başka olasılıklar da ileri sürülüyor. Loving
Vincent ise, aynı konuyu ele alıp “intihar mı değil mi?” ve “intiharsa altında
hangi nedenler vardı?” gibi sorular soruyor. At Eternity’s Gate filminde sanat
daha ön plandaydı. Loving Vincent filmi ise, sanatı büyük oranda teğet geçmiş.
Lust for
Life
(yön.: Vincente Minnelli ve George Cukor, 1956, ABD) filmi de Van Gogh’un
yaşamını konu alıyor. Filmde Kirk Douglas, Van Gogh ve Anthony Quinn, Paul
Gauguin’i oynuyor. Olabildiğince yaşamına bağlı kalınmaya çalışılmış.
İleri-geri gitmeyen düz bir anlatım yeğlenmiş.
The Magnificent
Adventurer (Il magnifico avventuriero) (yön.: Riccardo Freda, 1963,
İtalya/Fransa/İspanya), daha önce andığımız ‘the Affairs of Cellini’ filmindeki
gibi İtalyan sanatçı Benvenuto Cellini’nin (1500-1571) yaşamını konu alıyor.
Cellini bir tür Don Juan olarak tanınıyor. Filmde Cellini’nin kadınlarla
ilişkisi, entrikacılığı vb. öne çıkarılmış.
Maudie (yön.: Aisling Walsh, 2016,
İrlanda/Kanada), Kanadalı halk sanatçısı Maud Lewis’in (1903-1970) yaşamını
anlatıyor. Gattaca, Boyhood ve Predestination gibi filmlerdeki oyunculuğuyla
tanınan Ethan Hawke, filmin ikinci başrolünde. Maud, eklem yangısı olan, çocuk
kaybının travmasını atlatmaya çalışan, ailesinden sevgi görmeyen bir kadındır.
Bir balık satıcısıyla evlenip küçük bir eve çıkarlar ve bu evde en değerli ürünlerini
vermeye başlar; bu evdeki çalışmalarıyla Kanada’nın en çok tanınan halk
sanatçılarından birine dönüşecektir.
The Mill and
the Cross (Młyn i krzyż) (yön.: Lech Majewski, 2011, Polonya/İsveç),
Hollandalı/Flaman ressam Pieter Bruegel the Elder’ın (1530-1569) bir
tablosundan (The Procession to Calvary - 1564) esinleniyor. Tablodaki
kişilikler canlandırılıp kısa öykülerle yaşamları anlatılıyor. Anlatıdan çok,
görüntülerin öne çıktığı bir yapım. Mezhep savaşları izleği öne çıkıyor.
Modigliani (yön.: Mick Davis, 2004,
ABD/Fransa/Almanya/İtalya/Romanya/İngiltere) filmi, İtalyan Yahudisi sanatçı
Amedeo Modigliani’nin (1884-1920) yaşamını konu alıyor. Başrolde The
Disappearance of Garcia Lorca ve Ocean's soygun filmleriyle tanınan Andy García
var. Amadeus filmine benzer bir biçimde, Pablo Picasso-Modigliani çekişmesi
konu edilmiş. Bir yarışmaya girerler. Modigliani’nin bir aile sorununu çözmek
için o paraya gereksinimi vardır; ancak sorunları çözmek için ödül kazanmak da
yeterli olmayacaktır. Film, çeşitli maddi hatalar içermesi nedeniyle çokça
eleştiriliyor.
Montparnasse
19 (Les Amants de Montparnasse) (yön.: Jacques Becker ve Max Ophüls, 1958,
Fransa/İtalya/Doğu Almanya), Modigliani’nin yaşamını konu alan bir diğer film.
Filmin müzikleri, tanınan besteci Paul Misraki’ye ait. Yaşarken tabloları
satılmaz; iki kadını çok sever ve onları tablolarında ölümsüzleştirir. Öldükten
sonra ise, yapıtları kapış kapış gidecektir.
Mother (マザー)
(yön.: Kazuo Umezu, 2014, Japonya), özyaşamöyküsel bir Japon filmi. Çizerin bir
çizim biçeminin izini sürdüğü yolculuğun öyküsü.
Moulin Rouge (yön.: John Huston, 1952,
İngiltere), Henri de Toulouse-Lautrec’in (1864-1901) yaşamını konu alan bir
diğer film. Üç başrolden birinde Zsa Zsa Gabor var. Anlatım olarak ‘Lautrec’
adlı önceki filmle büyük oranda çakışıyor. Engelli olması, aşka uzun yıllar engel
olacaktır. İkili ilişkileri hep çalkantılı, alkollü ve intihar girişimli
olacaktır.
Mr. Turner (yön.: Mike Leigh, 2014,
İngiltere/Fransa/Almanya), İngiliz ressam J. M. W. Turner’ın (1775-1851)
yaşamının son 25 yılını anlatıyor. Toplumsal değer yargılarına meydan okuyan,
aykırı bir ressam imgesi çiziliyor. Ressamın resimlerinin esinini günlük
yaşamdan nasıl çıkardığı gösteriliyor. Babasının ölümü onu bunalıma
sürükleyecek, yakın çevresine daha da yaklaştıracaktır.
My Left
Foot: The Story of Christy Brown (yön.: Jim Sheridan, 1989, İrlanda/İngiltere) filminde, tüm
uzuvları içinde bir tek sol bacağını kullanabilen bir sanatçıyla, Christy Brown
(1932-1981) ile karşılaşırız.
Nainsukh (yön.: Amit Dutta, 2010,
Hindistan/İsviçre) filminde, Hintli minyatür sanatçısı Nainsukh’un (1710-1778)
yaşamı konu ediliyor. Sanatçı bir aileden gelen Nainsukh, en tanınan Hint
geleneksel sanatçılarından biri. Sonunda saray sanatçılığına yükseltilip
prensin yaşamını resimleyecektir.
The Naked
Maja (yön.:
Henry Koster, 1958, ABD/İtalya/Fransa), bir diğer Goya filmi. Francisco
Goya’nın (1746-1828) Alba Düşesi’yle aşkı konu edilmiş. Sanat, aşkın geri planı
olmuş. Öyle ki, filmin ilk başrol oyuncusu, Goya’yı oynayan sanatçı değil,
düşesi oynayan Ava Gardner. Düşes, Goya’nın önce koruyucusu (hamisi), sonra
modeli, sonra da sevgilisi olacaktır.
Nightwatching
(yön.: Peter
Greenaway, 2007, Kanada /Fransa /Almanya /Polonya /Hollanda /İngiltere),
Hollandalı ressam Rembrandt’ın (1606-1669) ‘The Night Watch’ adlı tablosunu
üretme öyküsünü anlatıyor. Tablo, imalı bulunarak, simgesel göndermeleriyle
sanatçının başına iş açacaktır.
Padmini (yön.: Susmesh Chandroth, 2018,
Hindistan), Keralalı kadın ressam T.K. Padmini’nin (1940-1969) yaşamını
anlatıyor. Ressam, ne yazık ki, genç yaşında doğum sırasında ölüyor; bebeği de
sağ çıkmıyor. Padmini küçükken yetim kalacak ve amcası tarafından
büyütülecektir. Geleneksel bir toplumda yaşamalarına ve kızların eğitimine önem
verilmemesine karşın, amcası, ondaki resim yeteneğini fark edecek ve eğitim almasını
sağlayacaktır. Daha sonra sanat okulundan sınıf arkadaşıyla evlenecek ve
eşinden sanatı için destek görecektir. Toplumunun ilerisinde bir öncü kadın
olarak, çalışmalarında kadın konularını işleyecektir.
Paradise
Found
(yön.: Mario Andreacchio, 2003, Fransa/Almanya) filmi, Paul Gauguin'i
(1848-1903) konu alan bir diğer yapım. 1880-1897 arasındaki Polinezya dönemi
işlenmiş.
The Passion
of Marie (Marie Krøyer/Balladen om Marie Krøyer) (yön.: Bille August, 2012,
Danimarka/İsveç), Danimarkalı bir ressam çiftin, Marie Krøyer (1867-1940) ile
Peder Severin Krøyer'ın (1851-1909) öyküsü. Peder’in ruhsal sorunları nedeniyle
ikilinin arası açılır; Marie, başka birine yönelir; böylelikle film, bir aşk
üçgeni anlatısına dönüşür.
The Picasso
Summer
(yön.: Serge Bourguignon ve Robert Sallin, 1969, ABD), Fahrenheit 451 ile
tanıdığımız Ray Bradbury’nin bir kısa öyküsüne dayanıyor. Amerikalı bir
sanatsever çift, uçağa atlar ve Fransa’ya varır. Amaçları, Pablo Picasso’yu
(1881-1973) görmektir. Binbir yol deneseler de başarılı olamazlar. Film,
sanattan çok, “acaba Picasso’yla görüşebilecekler mi?” sorusu çevresinde
gelişiyor.
Pollock (yön.: Ed Harris, 2000, ABD),
Amerikalı ressam Jackson Pollock’un (1912-1956) yaşamını konu alıyor. Filmde
Pollock’un nevrotik olduğu açıkça belirtilir. Yaşadığı sorunları alkolle
çözmeye çalışmaktadır. Kendisi gibi ressam olan Lee Krasner (1908-1984), onun
umudu ve temel dayanağı olacaktır. Evlenirler. Pollock, sanatta yükselmeye
çalışırken, bir yandan da onu geriye sürüyen alkol bağımlılığıyla mücadele
edecektir. Lee’nin çocuk istememesi ise ilişkilerinde çok büyük sorun
olacaktır.
Portrait of a Beauty (미인도, Miindo) (yön.: Jeon Yun-su, 2008, Güney Kore), Shin Yun-bok'un
(diğer adıyla Hyewon) (1758–1813) yaşamını konu alıyor. Çoksatan bir romandan
uyarlama. Bu, erkek kılığını girmiş bir kadın ressamın öyküsü. Ressam babanın
çekiştiği başka bir ressam vardır. Ona karşı, oğlunu ‘muhteşem’ bir ressam
olarak yetiştirmeyi tasarlar. Ancak, oğlu, kendisinde sanat yeteneği olmadığını
düşünerek kendi canına kıyar. Bunun üzerine baba, oğlu yerine kızını
yetiştirmeye başlar. Ancak, o dönemde kadınların sanatta seslerini duyurup
ilerlemesi olanaksızdır. Bu nedenle, Hyewon, erkek (kardeşinin) kılığına
girecektir. Saraya kadar yükselen Hyewon’un başı, kendisinin kadın olduğunu
öğrenip aşık olan, ancak aşkına karşılık bulamayan öğretmeni nedeniyle belaya
girecektir. Kimi sanatseverler, dizisi de çekilen bu filme tepki gösterdi,
çünkü gerçekte Hyewon’un kadın olduğu doğru değildi. Eğlence sektörü, gişe
hasılatı adına, tarihsel bir gerçeği özellikle çarpıtmış oluyordu.
Hollandalı ressam Rembrandt’ın (1606-1669) yaşamını anlatan
en az 6 film bulunuyor. Birini yukarıda anmıştık (Nightwatching). Diğer filmler şöyle: Rembrandt (yön.: Alexander Korda, 1936, İngiltere), Rembrandt (yön.: Gerard Rutten, 1940,
Hollanda), Rembrandt (yön.: Hans
Steinhoff, 1942, Almanya), Rembrandt
(yön.: Charles Matton, 1999, Almanya /Fransa /Hollanda), Rembrandt fecit 1669 (yön.: Jos Stelling, 1977, Hollanda). 1936
yapımı film, Rembrandt’ın eşinin ölümüyle başlıyor. Sanatçı yıkılıyor. O, hem
hayat arkadaşı hem de tek modeli. İlerleyen yıllarda işler onun için hiç iyi
gitmiyor. Alkolik oluyor ve borç batağına saplanıyor. Aile evine sığınır, orada
değirmencilik yapar, fakat mutsuzdur. Sonunda, bir kadınla tanışır. Evlenmek
üzere sözleşirler, hem eşi hem modeli olacaktır. Onu zekasıyla borç batağından kurtarır.
Ancak kadın düğünde ölür. Rembrandt’ın yaşamı, daha berbat bir yoksulluk ve
alkol bağımlılığıyla son bulacaktır. 1940 yapımı, Nazilerin Amsterdam’ı işgali
nedeniyle yarım kalmış bir çalışma.
1942’deki film, bir Nazi yapımı ve 1936’daki filme çok benziyor. Ayrıca,
bu filmin 1940 yapımından yararlandığı biçiminde iddialar var. 1999 yapımı da
aynı öyküyü anlatıyor. Hepsinde vurgu, sanatçıların derbederliğinde. 1977
tarihli yapım, ressamın son yıllarıyla başlayıp geriye dönüşlerle doğumdan son
yıllarına geliyor.
Daha önce andığımız iki filmde (Cézanne and I ve The
Impressionists), Auguste Renoir’a (1841-1919) yer verilmişti. Renoir (yön.: Gilles Bourdos, 2012,
Fransa) filmi ise, tümüyle onun yaşamına ayrılmış durumda. Renoir’ın son kadın
modeli, oğlu film yapımcısı Jean Renoir’ın (1894-1979) da filmlerindeki ilk
oyuncusu olacaktır. Filmin adı, yanıltıcı; çünkü asıl ağırlık, modelde.
Filmdeki tabloların hazırlanması için, hüküm giymiş bir tablo kopyacısının film
ekibine alınması dikkate değer.
Rodin filmi (yön.: Jacques Doillon, 2017,
Fransa/Belçika), daha önce sözünü ettiğimiz gibi ve adından anlaşılacağı üzere,
‘Düşünen Adam’ heykeliyle tanınan Fransız heykeltraş Auguste Rodin’i
(1840-1917) konu alıyor. Rodin, filmde sürekli olarak eşini aldatan, öğrencileri
ve modelleriyle birlikte olan bir kişilik olarak resmediliyor. Heykellerinin
yapılış öyküsünü görüyoruz.
Rubens (Rubens, schilder en diplomaat)
(Roland Verhavert, 1977, Belçika), Flaman ressam Pieter Paul Rubens’in
(1577-1640) yaşamını konu alıyor.
Savage
Messiah
(yön.: Ken Russell, 1972, İngiltere), Fransız heykeltraş Henri
Gaudier-Brzeska’nın (1891-1915) yaşamını anlatıya döküyor. Yalnızca 23 yıl
yaşamış olan sanatçı, ikinci soyadını, sevdiği yazar kadından (Sophie
Gaudier-Brzeska (1873–1925)) alıyor; fakat yazar, ilişkiyi bacı-kardeş
kategorisinde değerlendirecektir; çünkü kadın, erkekten 18 yaş büyüktür. Film, ikilinin
ilişkisine odaklanıyor.
Séraphine (yön.: Martin Provost, 2008,
Fransa/Belçika), Fransız kadın ressam Séraphine Louis’in (1864-1942) öyküsü.
Sanatçı, aslında hizmetçidir; sanat eğitimi almamıştır, ancak resme yatkındır.
Kan ve toprak karışımı boyalarla yaptığı doğa tablolarıyla tanınır. Sanatı
60’lı yaşlarında beğenilir ve kendisi, bir sanatsever tarafından maaşa
bağlanır. Ömrü hizmetçilikle geçmiş olan sanatçı, buna şaşırmakla kalmaz; akli
dengesini yitirir. Sonrasındaki gelişmelerle birlikte uzun süre akıl
hastanesinde yatması gerekecektir.
The Strait Story (南方紀事之浮世光影)
(yön.: Huang Yu-shan, 2005, Tayvan), Tayvanlı sanatçı Huang Ching-cheng’in
(1912–1943) öyküsünü anlatıyor. Savaş sırasında, memleketine dönmek için
bindiği gemi bir Amerikan denizaltısı tarafından bombalanır, öyle ölür. Böylece
geriye dönüşlerle yaşamöyküsüne geçeriz. Babası, onun sanatçı değil eczacı
olmasını istemektedir. Filme konu olan sanatçı, yönetmenin akrabası.
Surviving
Picasso
(yön.: James Ivory, 1996, ABD) filminde, başrolde, Picasso rolünde Anthony
Hopkins’i görüyoruz. Filmde Picasso’nun (1881-1973) yaşamı, sevgilisinin
gözünden anlatılıyor. İlginç bir biçimde, film ekibi, Picasso’nun tablolarını
filmde gösterme konusunda gerekli izinleri alamamış. Bu nedenle, film, Picasso’nun
yapıtlarından çok, özel yaşamına eğilmek durumunda kalmış (ya da yapımcılar
böyle olduğunu iddia ediyor). Film, daha çok, ‘Picasso ve kadınları’ türünden
bir anlatı niteliğinde. Filmin Almanca adının ‘Mein Mann Picasso’ (Kocam ya da
Adamım Picasso) olmasına şaşmamalı.
Tango Feroz:
la leyenda de Tanguito (yön.: Marcelo Piñeyro, 1993, Arjantin), Arjantinli ‘rock’ şarkıcısı, ‘Tanguito’
(küçük tango) takma adlı José Alberto Iglesias’ın (1945-1972) yaşamını konu
ediyor. İlk izlenimin tersine, filmin ve şarkıcının tangoyla bir ilgisi yok.
Film, sanatçının uyuşturucu bağımlılığı, ilişkileri, akli dengesini yitirişi
vb. konuları işliyor. Film ekibi, şarkıcının şarkılarına yer vermek için izin
alamadığından, filmde, bu şarkılar yer almıyor. Film, gerçeği yansıtmadığı
ileri sürülerek eleştiriliyor.
Tatsumi (yön.: Eric Khoo, 2011, Singapur),
Japon dilinde bir canlandırma (animasyon) filmi. Bir mangadan ve kısa
öykülerden uyarlanmış. Kimi açılardan, daha önce andığımız Japon yapımı
‘Mother’ filmine benziyor. Film, manga sanatçısı Yoshihiro Tatsumi’nin
(1935-2015) sanat yaşamını anlatıyor.
Through the
Eyes of a Painter
(yön.: M. F. Husain, 1967, Hindistan), ilginç bir film; çünkü ressamı ilk kez
bir ressam anlatıyor; aynı zamanda yönetmen olan ressam, M.F. Husain
(1915-2011) kendi kendini anlatıyor. 17 dakikalık olan filmde konuşmalar yer
almıyor. Daha çok, ressamın imge kaynakları filme çekilmiş.
Tom of
Finland
(yön.: Dome Karukoski, 2017, Finlandiya/ İsveç/ Danimarka/ Almanya/ ABD),
‘Finlandiyalı Tom’ adıyla da bilinen Finlandiyalı sanatçı Touko Valio
Laaksonen’in (1920-1991) yaşamını konu alıyor. Ressam, kaslı özcinsel
(homoerotik) erkek portreleriyle tanınıyor.
The Tragedy
of a Great
(Die Tragödie eines Großen) (yön: Arthur Günsburg, 1920, Almanya), sessiz
sinema döneminde çekilmiş, Hollandalı ressam Rembrandt’ı (1606-1669) anlatan
bir diğer film.
Utamaro and His Five Women ya da
Five Women Around Utamaro (歌麿をめぐる五人の女 ; Utamaro o meguru gonin
no onna) (yön.:
Kenji Mizoguchi, 1946, Japonya), Amerikan işgali dönemi Japonyası’nda çekilmiş
filmlerden. Film, özellikle saray resmi ile halk resmi arasındaki ayrımları ve
dönemin yeni akımını işlemiş. Filmde bolca aşk ve entrika da var.
Van Gogh (yön.: Maurice Pialat, 1991,
Fransa), Hollandalı ressam Vincent van Gogh’un (1853-1890) yaşamını konu alan
bir diğer yapım. Ressamın son 67 günü anlatıya dökülmüş. Film, van Gogh’un
sanatından çok, uyumsuz kişiliğine yer vermiş. Bir diğer van Gogh filmi olan Vincent (Paul Cox, 1987, Avustralya),
belgesel türünde olmak üzere, sanatçının son 8 yılını ele alıyor. Bir diğer Van
Gogh filmi, Vincent & Theo
(yön.: Robert Altman, 1990, Hollanda/ İngiltere/ Fransa/ İtalya/ Almanya).
Film, adından da anlaşılacağı üzere, van Gogh kardeşlerin kendi aralarındaki
ilişkiyi konu alıyor. Ressam Vincent’ın küçük kardeşi olan Theo (1857-1891),
sanat yapıtı satıcısı ve galeri sahibi. Filmin bir dizi sürümü, bir de
kısaltılmış uzun metrajlı film sürümü bulunuyor. Abi-kardeş, ikisi de benzer
kişiliklere ve yaşam biçimlerine sahip olarak resmediliyor.
A Violent
Life (Una vita scellerata, diğer adıyla Cellini: A Violent Life) (yön.: Giacomo Battiato, 1990,
İtalya), İtalyan sanatçı Benvenuto
Cellini’nin (1500-1571) yaşamını konu alan bir diğer film. Bu film de, daha
önceki Cellini konulu filmler gibi, kendisinin özyaşamöyküsünden uyarlanmış.
Volavérunt (yön.: Bigas Luna, 1999,
Fransa/İspanya), İspanyol ressam Francisco Goya’nın (1746-1828) yaşamını konu
alan bir diğer yapım. Filmde, düşes, İspanya başbakanı, Goya, Goya’nın modeli
vb. var. Düşes, yatağında ölü bulunur, olaylar gelişir. Film, sanatla ilişkili
bir “katil kim?” anlatısına dönüşüyor.
The Wolf at
the Door
(yön.: Henning Carlsen, 1986, Danimarka/Fransa), bir diğer Paul Gauguin
(1848-1903) anlatısı. Bu kez ressamın Tahiti’ten Paris’e dönüşü konu ediliyor.
Tahiti’deki özgürlüğünü ve rahatlığını özleyecektir. Ressamın Tahiti
yerlilerini konu alan resimleri Paris’te satıcı bulamaz. Yerlilerin beyazlardan
daha uygar olduğuna Parisli sanatseverleri ikna etmek durumunda kalacaktır.
Ressamın Paris günleri hiç iyi geçmeyecektir. Sağlık sorunları yaşayacak, iyice
yoksullaşacaktır.
Zille and Me (yön.: Werner W. Wallroth, 1983,
Doğu Almanya), bir müzikal. Alman sanatçı Heinrich Zille'nin (1858-1929) yaşamı
anlatıya dökülüyor. Bu, sanatçının sanatçı olmasının öyküsü. Zille, halktan
insanları resmetmeyi yeğliyor.
***
Sonuç: Görüldüğü gibi, sanatçı filmlerinde birçok yaygın
temsil bulunuyor. Sanatçılar, karmaşık insanlar, cinsel eğilimleri farklı olan,
eşlerine sadık olmayan kişilikler olarak resmediliyor. Genellikle, değerleri
yaşarken anlaşılmıyor. Yokluk içinde ölüyorlar. Toplumun değer yargılarına
meydan okudukları için, çoğu kez otoritelerle sorun yaşıyorlar. Yetenekleri
çoğunlukla küçükken keşfediliyor ve doğru yönlendirmeyle sanatlarını
geliştiriyorlar. Bunların ne kadarı doğru? Yoksa film dünyası, bu öğeleri mi
anlatılmaya değer sayıyor? Her sanatçı, aykırı kişilikli mi, yoksa sinema,
sanatçıların aykırı olanlarını temsilde tercih mi ediyor? Bunlar, kişilik
psikolojisi ile sanat psikolojisi alanlarına giriyor. Bu soruların konuyla
ilgili bilimsel verileri gözden geçiren bir makalede ayrıca ele alınması
gerekiyor. Bunun dışında, listemizdeki filmlerin çoğunun Kuzey Atlantik kökenli
olduğunu görüyoruz. Bu, bizim tercihimizden çok, bölge filmlerinin daha çok öne
çıkar ve bilinir olmasından ileri geliyor. Yeni çalışmalarda başka
coğrafyaların sanatçı filmlerini incelemek gerekiyor.
(*) Burada yer verilenler içinde, Youtube’da bulunabilen
filmler, tanıtımları ya da parçaları, bu çalışma için hazırladığımız listeden
izlenebilir: Yaşamöyküsel Sanatçı Filmleri
https://www.youtube.com/playlist?list=PLiM4ibJL4oLESyM25dlEbFl6V0NMC7LUd
(Az sayıda filmle ilgili olarak Youtube’da videolara
ulaşılamıyor.)
Burada ‘sanatçı filmleri’ derken, ressam ve heykeltraşlara
ağırlık verildi. Diğer sanat dallarıyla birlikte, bu liste, bini bile aşacaktı.
(**) Konuya dikkatimi çeken değerli ressam arkadaşım Deniz
Gökduman’a teşekkürlerimle...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder