Videolar

16 Nisan 2021 Cuma

John Steinbeck’in Vietnam Düşmanlığı

 

John Steinbeck’in Vietnam Düşmanlığı:

Onurlu Yaşamak Yetmez Onurlu Ölmek de Gerekir

 

Prof.Dr. Ulaş Başar Gezgin, ulasbasar@gmail.com

Twitter: ProfUlas

 

John Steinbeck (1902-1968), işçi edebiyatçısı olarak çok sevilir, fakat ömrünün son yıllarındaki Vietnam düşmanlığı pek bilinmez. Steinbeck’in yaşam öyküsü, insana “onurlu yaşamak yetmez, onurlu ölmek de gerekir” dedirtiyor. Bu bilinmezlik, aslında Steinbeck’in Vietnam düşmanlığının yarattığı utanç ve şokla yakından ilişkili. İşçi yazarı, Nobel ödülünü aldıktan sonra, 1966 ve 1967’de savaş muhabiri olarak Vietnam’da bulunur. Steinbeck, Vietnam’da Amerikan çıkarlarını savunarak, geleneksel sol okuyucuları şoka uğratmış ve utandırmıştı. Bu utanç ve şok nedeniyle, Vietnam bildirimleri, yaklaşık yarım yüzyıl kadar, bir daha gün yüzü görmeyecekti.

 

Biz burada farklı düşünen, aykırı fikirleri olan, bu nedenle anaakım muhalefetle ayrı düşen düşünce insanlarına bir kategori olarak karşı değiliz.(*) Tersine, en yakınlarından tepki görmeyi, hatta aforoz edilmeyi göze alanları selamlarız. Bu muhalefet içi muhalefet, muhalif hareketlerin eleştiri-özeleştiri döngüsüyle kendilerini yenileyip geliştirmesi için olmazsa olmazdır. Ancak, Vietnam, anaakım muhalefetten ayrı düşmeye yol açacak nitelikte tartışmalı bir konu herhalde sayılamaz.

 

Steinbeck’in oğlu, askere alınır, Vietnam’a gider, diğer oğlu da gidecektir; Steinbeck’in Vietnam ilgisi ve yolculuğu böyle başlar. Bir arkadaşının gazetesi için savaş muhabirliği yapar. Nice Amerikan genci ve onların yakınları, çağrı kağıtlarını meydanlarda yakıp barış hareketlerine katılırken, bunlardan iyice haberdar olan Steinbeck’ten aynı tavrı görmeyiz; ona göre bu eylemciler ‘vatan haini’dir.

 

 

Vietnam-Amerikan Savaşı’na Katılım: Trump’lar, Bush’lar, Clinton’lar...

 

Dönemin genel niteliğiyle ilgili olarak bir fikir vermek üzere şu bilgileri sunalım: Bu dönemde Trump’lar ve Bush’lar gibi zengin ve/ya da siyasetçi çocukları sağlık ve eğitim gibi gerekçelerle askerlikten kaçmakta ya da kendilerini çatışmasız/düşük çatışmalı birliklere yazdırmaktadırlar. John McCain gibi asker çocukları Vietnam’a gitmekte, McCain örneğinde sivil halkı bombalarlarken milislerce uçakları düşürülüp Vietnam halkı tarafından linçten güç bela kurtulmaktadır. Küçük esnaf çocuğu Bill Clinton, Vietnam’daki Amerikan vahşetini görüp kahrolmuş bir Amerikan askeri olan yakın arkadaşının intiharıyla bir uyanış yaşayacak ve askere gitmeyi reddecektir. (Buradaki bilgileri bir fikir vermesi için sunduk; “biri, diğerinden iyidir” gibi bir görüş ileri sürmüyoruz. Burada yalnızca olası seçenekleri sıralıyoruz.)

 

 

Russell’la Sartre’ın Tırnağı Bile Olamayan Steinbeck

 

Steinbeck’in, bir Nobel’li olarak Russell ve Sartre gibi, Vietnam’daki Amerikan zulmüne karşı uluslararası kampanyalar düzenlemek de aklına gelmez. Elbette bunları hiç yapmayan Nobelliler de vardır; oysa Steinbeck, sessiz bile kalmaz; ses çıkarır, fakat ezilenlerin değil ezenlerin tarafından… Steinbeck’in bu tavrı, akla, Roland Barthes’ın “faşizm, konuşma yasağı değil söyleme mecburiyetidir” sözünü getirir. (**) Faşizm, makbul vatandaştan yalnızca sessiz itaat değil bol gürültülü övgü bekler. Makbul vatandaş, zaten bir cehennemde yaşadığının bilincinde değildir; bir altın çağda yaşadığına inan(dırıl)mıştır. Oysa Steinbeck’in Amerikan sömürgeciliği savunusu hiç de zorunluluktan değildir; rızalıdır ve demek ki Steinbeck’in Amerikan zulmünde suç ortaklığı söz konusudur. Fakat onun kötülüğü burada da kalmaz; “helikopterden helikoptere atlarken şarjör değiştirmek” misalı, bir helikopterden ötekine atlar, Vietnam halkıyla doğrudan ilişkisi pek olmaz ve hatta halka helikopterden ateş bile açar ve bununla övünür.

 

 

İliştirilmiş Savaş Muhabiri Olarak Steinbeck

 

Steinbeck, aynı zamanda, dönemin savaş çığırtkanı Amerikan başkanının arkadaşıdır. Vietnam’a onun temsilcisi gibi gitmeyi reddetse de, son çözümlemede başkana arka çıkan değerlendirmeler yapacaktır. Üstelik, kendi oğlu bile babasına karşı çıkar. Öyle “hariçten gazel okumak” kolaydır. Oğlu, babasına, bu savaşın ne kadar haksız olduğunu, böyle bir halk direnişine karşı kazanmanın olanaksız olduğunu vb. anlatır; ama boşuna… Baba Steinbeck, Amerika’nın yeneceğine emindir ve domino tezine inanmaktadır!!! “Vietnam düşerse, tüm Asya düşer; Hawai’den Küba’ya kızılların kuşatması altına gireriz” vb. Bir işçi yazarının komünizm paranoyası şaşırtır… Steinbeck, tüm uyarılara karşın, Vietnam-Amerikan Savaşı’nı 2. Paylaşım Savaşı’nın bir devamı gibi görür. O savaşta nasıl ki Amerikan çıkarlarını savunmuştur, bunda da öyle yapacaktır. Güdümlü, iliştirilmiş bir savaş muhabirliğidir bu. Steinbeck’e sürekli olarak Amerikan üst rütbelileri eşlik edecek, Steinbeck’in savaşı kendilerinin görmek istediği biçiminde görmesi için ellerinden geleni yapacaklardır.

 

 

Steinbeck’ten Steinbeck’e

 

Steinbeck’ten Vietnam halkına ateş açan bir kötülük abidesinin çıkması üstüne daha fazla düşünmeliyiz. Bu bağlamda, en keskin olup da sonra boyun eğen dünya çapındaki ünlü besteci-piyanist de akla gelmiyor değil. Bize keskin değil, tutarlı bir muhalefet gerekiyor. Ama Steinbeck’in kötülüğü, boyun eğmenin ötesinde, boyun eğdirme noktasında… Öte yandan, işçi yazarının muhabirliği, hamasi söylem, Amerikan ‘kahraman’larına yönelik coşkulu övgüler, Amerikan silahlarının öldürücü gücüne duyulan hayranlık vb. ile başlar; Vietnam’dan ayrılırken ise, eve götürdüğü, hayal kırıklığı, savaşın kötülükleri, yenilmezlik algısının sarsılması vb. olacaktır. Vietnam-Amerikan Savaşı protestolarını vatan hainliğiyle bir tutup savaşı romantikleştiren eski Steinbeck gider, yerine başka bir Steinbeck gelir; ancak yine de özeleştiri falan yapmaz; zaten tümüyle de değişmez. Yaptığı kötülükler için elbette yargılanmaz; özür borcu ise baki kalır. Vietnam’dan döndükten kısa bir süre sonra kendi çelişkileri içinde son nefesini verir.

 

Napalmlanmış Vietnam kızı ise, büyüyünce kendisini doktor olması için bursla Küba’ya gönderen kendi Vietnam hükümetini beğenmez, sanki üzerinde baskı varmış gibi Kanada’ya sığınır. Kanada vatandaşı olmasına karşın bugün hâlâ anaakım muhalefet tarafından yere göğe sığdırılamaz. Bir kez daha gelir akla o söz: Onurlu yaşamak yetmez, onurlu ölmek de gerekir.

 

 

Toplumsal Gerçekçi Olup Kurtuluşçu Olmayan Nobelli ‘Muhalif’ Bir Yazın

 

Aslında Steinbeck-Vietnam ilişkisi, toplumsal gerçekçiliğin bir açmazına da işaret ediyor olabilir. O da şudur: Toplumsal gerçekçi sanat ürünleri, genellikle yoksulların, işçilerin, ezilenlerin vb. yaşadıkları kötü durumu resmeder; fakat çoğunda, bir kurtuluş yolu gösterilmez. Bu açıdan, çeşitli Gorki yapıtları bile (ve kimi Yılmaz Güney filmleri) arabeskle ve yazgıcılıkla komşudur. Durum kötüdür; ama bir çözüm de sunulmaz. Bu durumları bilmeyen izleyicide acıma ve empati duyguları uyandırılması amaçlanır. Çözüm, yaşanılanların bireysel olmadığını, sistemik bir sorun olduğunu fark edip kendileri gibi olanlarla yan yana gelmektedir. Fakat toplumsal gerçekçi yapıtlarda, bu, nadir olarak gerçekleşir. Belki örgütlü mücadeleyle bitiriş, bir noktadan sonra çok klişe gelecektir; ancak başka bir çözüm de bulunmamaktadır. Bu bağlamda, Steinbeck anlatıları, toplumsal gerçekçi olup tümüyle kurtuluşçu olmayan bir yazına karşılık geliyor. Kimi yapıtlarında işçiler örgütlense de, oradan bir çözüm çıkmaz ya da açık uçlu umutlu bir bitiriş de yer almaz. Belki şunu ileri sürebiliriz: Steinbeck, işçileri betimlemenin ötesine geçip kurtuluş yolunu gösteren yapıtlar kaleme alsaydı, o zaman Vietnam düşmanı olmayacaktı. Steinbeck’in Nobel alması da bu açıdan yeniden değerlendirilebilir.

 

Kapitalist dünya, kurtuluşçu bir yazını ödüllendirmeden önce bir durup düşünür. Böylelikle, muhalif edebiyat olarak, günümüze, kapitalist düzeni tehdit etmeyecek ölçüde en alt düzey muhalif yapıtlar kalıyor. Sözgelimi, Balkan partizan romanları (örneğin, ‘Seni Halk Adına Ölüme Mahkum Ediyorum’), her zaman değerlendirme dışı kalacaktır. Buna ek olarak, kurtuluş hayalinin boş olduğu anlatılırsa, yeni düzenin de eskisi gibi baskıcı, kötücül vb. olduğu belirtilirse (örneğin, Açlık Oyunları ve Yeraltı (Emir Kusturica) filmleri), o yapıt, göklere çıkartılacaktır. Dolayısıyla, ilk izlenimin tersine gerçekte kurtuluşçu olmayan iki tür anlatı söz konusu: Arabeskle ve yazgıcılıkla komşu olan, betimleme düzeyinde kalan toplumsal gerçekçilik (örneğin, Steinbeck) ve kurtuluş yolunu gösteren ama gösterirken onu karalayan bir ‘döngüsel kurtuluş’ türü...

 

 

Yazarsız Metin Olur mu?

 

Peki Steinbeck’in Vietnam’a ilişkin kötülükleri romanlarının değerini azaltır mı? İlk başta bunlar ilgisiz görünüyor. Ancak, yazın, kimi post-modernlerin ileri sürdüğünün tersine, yazarından bağımsız olarak değerlendirilemeyecek kadar kişiseldir. Neyin yazıldığı kadar kimin yazdığı da önemlidir. Ayrıca, Steinbeck örneğinde, aynı yazarın başka neler yazdığı da önem kazanıyor. Dolayısıyla, metin-yazar ilişkisine ek olarak metinlerarasılık üstüne de düşünmeliyiz. Bir kere, bir yazarın içtenlik ve iyi niyet sınavını geçebiliyor olması gerekir. Bunun ana yolu, metnin yazarına ve onun yaşam öyküsüne bakmaktan geçer. Metinle yazar tutarlı olmalıdır. En muhalif metinleri kaleme alan bir yazarın muhalif bir yaşantısının olmasını bekleriz. Lüks araçlara biniyorsa ‘yoksulluk edebiyatı’ yapmamasını umarız. Yoksa bu metinler, inandırıcılığını yitirecek, kuru sıkı sınıfına girecektir. Muhalefet tüccarlığı yaparak iyice zenginlemiş olan kimi popüler kalemler bu testi geçemiyor. Başka bir örnek ise, popüler bir polisiye dizisinin öykü yazarı olup sonra bir trafik teröristine dönüşen yüksek egolu yazar tiplemesi olacaktır.

 

 

“Kişisel Olan Politiktir”de Dedikodunun Sınırı

 

Dolayısıyla, bir metni yerli yerince anlamlandırabilmemiz için yazarını tanıyor olmalıyız. Bu tanıma, feminizmdeki ve ayrımcılık araştırmalarındaki “kişisel olan politiktir” sözüyle uyumlu. Öte yandan, bunun aşırısı, bizi magazine, ünlü endüstrisinin sömürgenliğine ve dedikoduya götürüyor. Ölçüyü kaçırmamak gerekiyor. Yazarın özel yaşamını bilmeliyiz; ama metni yorumlamamıza yardımcı olacak kadar; gerisi, mahreme girer. İnsanların “özel olan politiktir” adına özellerine girilmesi, sanat ürünleri ve düşünceler yerine ve bunların alternatifi olarak insanların tartışılmasına da yol açmamalı. Devrimleri anlatması beklenen bir Atatürk belgeselinin Televole zihniyetini taklit eder gibi Atatürk’ün özel yaşamının ayrıntılarına girmesi, ancak ikisi arasında bir tutarsızlık varsa yerinde bir anlam kazanacaktır. Örneğin, şapka devrimi olmuş, ama kendisi özel yaşamda şapka takmıyor, fes takıyorsa, bunun ortaya çıkarılması gerekir; bundan ötesi, magazin ve dedikoya girer ve özel yaşam ihlali olacaktır.

 

 

Sonuç: Onur, Metin ve Yazar

 

Steinbeck’e bakıyoruz ve şu sonuçlara varıyoruz:

Onurlu yaşayıp onurlu ölenleri sevelim ve kitapları okurken ya da genel olarak sanat ürünlerini değerlendirirken içtenlik, iyi niyet ve inandırıcılık gibi ölçütleri de dikkate alalım. Bunun için yazarların/sanatçıların yaşam öykülerini bilelim, ama bunu kişisel yaşamı ihlal etmeyecek biçimde yapalım. Steinbeck, tüm kötülüklerine karşın, bunları bize düşündürdüğü için bir teşekkürü hak ediyor. Bizce, o, insanlığa romanlarıyla değil bu konuda düşündürdükleriyle katkıda bulunmuş oluyor...

 

 

 

 

(*) Evet, muhalefetin de anaakımı var ve üstelik anaakımın da kendi içinde muhalefeti olabilir, iktidarca koltuk verilip sonradan gözden düşmüş çeşitli isimler örneğinde olduğu gibi...

 

(**) Roland Barthes, The Neutral: Lecture Course at the Collège de France, 1977-1978.

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder