Videolar

16 Nisan 2021 Cuma

Zihin Felsefesi: Beyinler, Zihinler ve Yarasalar

 

Zihin Felsefesi: Beyinler, Zihinler ve Yarasalar

 

Prof.Dr. Ulaş Başar Gezgin, ulasbasar@gmail.com

 

Bilişsel bilimlerin temel ayaklarından biri, zihin felsefesi. Ancak, bu felsefe dalının adı bile, bir varsayıma, zihnin var olduğu varsayımına dayanıyor. Böyle olunca bu alanın temel sorunu, zihin-beden sorunu oluyor. Sorun böyle konduğunda ise, temel soru, zihinle bedenin nasıl etkileştiği olacak. Özellikle Descartes’ta doruğuna ulaşan bu soru, ancak zihne ayrı bir varlıksal nitelik verenler için anlamlı. Maddeciler için ise, böyle bir sorun yok. Çünkü maddecilere göre, zihin yok, beyin var.

 

Dilimiz, bilimden önce ortaya çıktığı için yanlış ifadelerle dolu: Örneğin gündoğumu (sunrise) ve günbatımı (sunset) diyoruz; oysa güneş doğmuyor da batmıyor da; çünkü güneş dünyanın çevresinde değil, dünya güneşin çevresinde dönüyor. Aynı biçimde, dilimiz bize duygularımızın kalpte olduğunu söylüyor. Böylece, kalp-duygular ve beyin-düşünceler gibi yanlış bir karşıtlık ortaya çıkıyor. Oysa bilim bize, duyguların da düşüncelerin de beyinde olduğunu söylüyor. İşte maddeciler, zihin kavramının da bu iki örnekte olduğu gibi, bilim öncesi dile ait yanlış bir ifade olduğunu düşünüyor. Birçok öznel deneyimi, beyinin belli bölgelerini uyararak uyandırabiliyoruz.

 

 

Yarasa Olmak ya da Olmamak

 

Thomas Nagel, önde gelen zihin felsefecilerinden. Yarasalarla ilgili bir zihin felsefesi makalesi dolayısıyla 70’lerden bu yana oldukça ünlü.[1] Nagel’ın temel savı, özetle, zihnin maddeye indirgenemeyeceği ve dolayısıyla, kişisel deneyimleri yansılayamayacağımız yönünde. “Yarasa olmak nasıl bir şeydir?” diye soruyor Nagel ve bunu asla bilemeyeceğimizi ileri sürüyor. Bu tartışma üzerinden maddeci yorumları geçersiz kıldığını ileri sürüyor. Oysa artık bunu bilmemiz olanaklı: Bilgisayar simülasyonlarıyla bir yarasa gibi hissedebilir, yarasanın sonarsı duyularına sahip olabiliriz. Bunun olanaklı olmadığı durumda bile, yarasa gibi olmanın nasıl birşey olduğu aslında araştırmalarımız açısından bir yan-olay sayılabilir. Bu durumda, çok da önemli olmayabilir.

 

Nagel’ın yarasa makalesinde, “yarasaların öznel yaşamını bilemeyiz” savına ek olarak işlenen bir sav da şudur: “Görme engellilere renkleri tarif edemeyiz”. Oysa bu benzetme, başından yanlış. Şöyle ki, burada bir fiziksel kısıtlılıktan söz ediyoruz. Ama bunun tersini elbette yapabiliriz: Bilimsel olarak bir insanı geçici olarak görme engelli yapabilir (elbette bunu yalnızca gözlerimizi kapatarak da yapabiliriz; ama daha kapsamlı müdahaleler de yapılabilir) ve görme engelliliği deneyimlemesini sağlayabiliriz. Benzer bir biçimde, yarasa olamasak da, yarasa simülasyonunda yarasa gibi olmanın nasıl birşey olduğunu deneyimleyebiliriz.

 

Nagel, bilinci, ısrarla özgün ve özel bir konuma yerleştiriyor; oysa psikoloji araştırmaları, bilinçaltı ve bilinçdışı süreçlerin çok daha önemli olduğunu gösteriyor. Bilinç indirgenemez gibi görünse de, ‘deja vu’ ve ‘jamais vu’ gibi deneyimlerden bilincin de beyinde uyarılabilir ve uyandırabilir deneyimlerden olduğunu çıkarsayabiliyoruz. Dahası, Nagel, eleştirileriyle fizik-kimya-biyoloji üçlüsüne vururken, herhalde herşeyin temelinin matematik olduğunu inkar etmeyecektir.[2] İnsan ve doğa arasındaki en büyük ortaklık olan matematikleşme yatkınlığı, yine de insanı öngörülebilir yapmayacaktır ve gerçekçi bir yaklaşım tam da bunu gerektirir.

 

 

Yanlış Varsayımlar Yanlış Çıkarımlar

 

Nagel, gerçekte yanlış bir varsayımla başlıyor. İnsan zihnini doğa bilimlerinin açıklayamadığını söylüyor. İlk başta ikna edici gibi görünse de, temel sıkıntı, doğa bilimlerinden yalnızca fizik, kimya ve biyolojiyi anlaması. Oysa bugün beyin işlevlerini bu üçlü değil, sinirbilim alanı inceliyor. Sinirbilimdeki birçok gelişme, “indirgenemez” denilen süreçleri gözler önüne seriyor. Sinirbilim araştırmaları, Nagel’ın sandığının tersine, insanı, herhangi bir doğa olayı gibi incelemek durumunda değil. Sinirbilimsel çalışmalar, insanın niyetselliği, ussallığı ve usdışılığı ve herşeyden önce özneliği ve eyleyiciliği (fail, agent) önünde engel değil.

 

Nagel’ın dikkat çektiği doğabilimci yanlış ve artık eskimiş bakış, insanı düşünsel özelliklerinden soyarak araştırıyordu. Anaakım psikolojide bu eğilimin hâlâ baskın olduğunu görürüz. İnsan edimi, kimi laboratuvar çalışmalarında karıştırıcı değişken olarak görülüp engellenmektedir. Birçok örnekte, katılımcıların (eskiden aşağılayıcı bir ifade olan ‘denek’ denirdi, şimdi bilgi üretimine katılan anlamında ‘katılımcı’ sözü yeğleniyor) deneyin amacını bilmemesi umuluyor ve hatta şiddetle arzulanıyor; çünkü bu, bilimsel nesnelliğin bir gereği olarak görülüyor. Oysa gerçek yaşamda insanlar birşeylerin kimi zaman farkına vararak kimi zaman farkına varmayarak hareket ederler. Dolayısıyla, Nagel’ın eleştirisi bu açıdan haklı. Fakat sinirbilim, anaakım psikolojinin tersine, insanların niyetsellik vb. düşünsel özelliklerini ne sıfırlıyor ne yok sayıyor. Oysa Nagel, görebildiğimiz kadarıyla, beyin araştırmalarından, özellikle beyin alanlarıyla ilgili bulgulardan köşe bucak kaçıyor. Eski türden, beyin araştırmalarına dayanmayan, onun yerine fiziğe dayanan ham bir maddeciliği hedef tahtasına oturtarak, bugünkü beyin ve sinir araştırmalarına dayanan maddeciliği geçersiz kıldığını sanıyor.

 

Öte yandan, Nagel’ın evrimsel açıklamalara yönelik eleştirilerini dikkate almak durumundayız. İşin aslı şu: Felsefesiz bir doğa bilim olanaksız. Olanaksız çünkü doğa bilimleri bile elde edilen veriler üstünden yorum yapmayı gerektirir. Bilim insanları, bu nedenle, bilim yaparlarken, aynı zamanda bilinçli ya da bilinçsiz olarak felsefe de yapmaktadırlar.

 

İnsanın evrimi konusuna geldiğimizde, bunu açıklayabilmek için doğabilimleri altyapısına sahip olmak yeterli değildir, bilinçli bir biçimde felsefe ve toplumsal bilimlerin bilgi ve becerilerini donanmak da gereklidir. Anaakım evrim kuramcıları, çoğunlukla bencillik varsayımından hareket etmektedir. Fakat bu varsayımı çoğu örnekte tartışılmaz, önkabullu bir önerme olarak görmektedirler. İşte buna itiraz etmek durumundayız. Bilim bize herşeyi açıklayamaz; doğa bilimlerinin yanına mutlaka toplumsal bilimler ve felsefe konmalıdır.

 

 

Sonuç: Geçici Gizemler

 

Şaşırtıcı gelebilir; ancak, bir maddeci, mistik inanışlara sahip olabilir, tek bir şartla: Bu mistik deneyimlerin gelecekte doğa bilimleri, toplum bilimleri ve felsefe üçlüsüyle açıklanacağı umuduyla... Dolayısıyla, mistik deneyimler, sürekli gizemler değil ileride açıklanabilecek geçici gizemler olarak yer bulacaktır maddecinin (kalbinde değil) beyninde... Nagel’in ileri sürdüğü gizlerin niteliği de, sinirbilimin ve beyin araştırmalarının bulgularının ikna edici olmadığı durumda bile,  bir maddeci açısından benzer bir nitelikte sayılacaktır...

 

 



[1] Bkz. Nagel, Thomas (1974/2015). Yarasa Olmak Nasıl Bir Şeydir? Zihin ve Evren: Materyalist Neo-Darwinci Doğa Görüşü Neden Neredeyse Kesinlikle Yanlış? (çev. Özge Çağlar) içinde, s.145-165. İstanbul: Jaguar.

[2] Bununla ilgili ilginç bir belgesel, matematiğin keşif mi (dışsal) buluş mu (içsel) olduğunu tartışıyor ve sonunda “ikisi de” diyor. Belgeseldeki bilgisayar oyunu benzetmesi dikkate değer: Bir bilgisayar oyunu kişiliği, oyunu kişisel olarak deneyimler; oysa bütün gördükleri ve düşündükleri sayıların bir kombinasyonundan ibarettir. Bkz. The Mathematical Mysteries Of The Universe. https://www.youtube.com/watch?v=M-cluOc-7fc

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder