Videolar

17 Nisan 2021 Cumartesi

Yapay Zekanın Ayrımcılığına Karşı Yapay Zeka Adaleti ve Yurttaş Yapay Zekası

 

Yapay Zekanın Ayrımcılığına Karşı Yapay Zeka Adaleti ve Yurttaş Yapay Zekası

 

Prof.Dr. Ulaş Başar Gezgin, ulasbasar@gmail.com

Twitter: ProfUlas

 

Yapay zekayı insanın yok oluşuyla ilişkilendiren korku senaryolarının tersi konumda, bir de, onun hatalı kararlar veren ve sınırlı bilişsel yetilere sahip insandan daha üstün, daha doğru, daha iyi kararlar alacağını düşleyen umutlular var. Onlara göre, insanın yanlış kararları bilişsel özelliklerinin yetersizliğinden kaynaklanıyor. Oysa bu, ne yazık ki doğru değil. İnsanlığın geliştirdiği yapay zeka, kimi açılardan, ancak insanlığın kendisinin olabildiği kadar akıllı-mantıklı ya da akılsız-mantıksız. Büyük hayaller kurmamak gerekiyor; çünkü öyle yapınca hayal kırıklıklarımız da büyük olacak.

 

Peki umut senaryolarına yanıt nedir? Şudur: İnsanlığın dünyası adaletli değil. Bu adaletsizlik yapay zekaya da yansıyor. Yapay zeka ayrımcılık yapıyor. Bu ayrımcılığın iki temel boyutu şöyle: Birinci boyut, veriden kaynaklı ayrımcılık. Örneğin, verilerden hareketle Siyahları suçlu ilan edebiliyor. Arama motorları, kendi kendine doldurma seçeneğiyle birlikte verilerin bir parçası olan çeşitli önyargıları ve kalıpyargıları ortaya saçıyor. Bir yüz tanıma programı geliştiriliyor; ama beyaz, erkek ve düz gözlüler için. Makine, siyah, kadın ve çekik gözlü olanları tanımlayamıyor. Havaalanlarında pasaport kontrolünde fotoğraf çekmek için kullanılan bu uygulama, çekik gözlülerin fotoğraflarını “gözünü kırptı” diyerek bir daha bir daha çekiyor; sonunda yüzleri tanıyamamış oluyor.

 

Yapay zekanın ayrımcılığının ikinci boyutu ise, yapay zeka araştırma ve uygulamalarında karar verici konumlardaki temsiliyet ayrımcılığı. Bu konumlarda, beyaz, erkek, Avrupalı ağırlığını görüyoruz. Kimi yapay zeka programlarının ayrımcılığı, verilerdeki ayrımcılığa ek olarak bu temsiliyet ayrımcılığından kaynaklanıyor.

 

 

Temsiliyet Sorunu

 

Karar verici konumlardaki temsiliyette, kadın oranı % 10-20 aralığında; siyahlar % 5’in altında. Yapay zekacı kadınların neredeyse tümü beyaz. Sorunun hem temsiliyet hem veri düzeyinde olması, onun yalnızca yapay zekacı kadın sayısını artırmak gibi temsiliyet önlemleriyle çözülemeyeceğini gösteriyor. Ayrıca, karar verme düzeneklerinde daha düşük düzeylerde temsil edilenlerin temsiliyet oranlarının yükseltilmesi, bu kesimlerden gelen yapay zekacıların ait oldukları toplumsal kategoriler dolayısıyla daha eşit bir yapay zekadan yana olacakları anlamına gelmiyor. Beyaz, Avrupalı, erkek normların baskın olduğu ortamlarda, bu kesimler de, işini kaybetme korkusuyla çoğunluk normlarına uyabiliyor. Dahası, kimi örneklerde, kadınlara, siyahlara vb. temsiliyet tanınıyor ama yetki verilmiyor. Bu durumda, ‘ötekiler’, “falanca şirketler çoğulcuymuş, çeşitliliğe önem veriyorlar” gibi bir izlenim yaratmak yolunda birer konu mankenine dönüştürülüyor. Ayrımcılık iddialarına şirketler, “olur mu, kadın çalışanımız da var siyah da” diye yanıt veriyorlar. Gerçekteyse ne yetki veriliyor ne eşit ücret ne de iş adaleti söz konusu…

 

Ayrıca, konuyla ilgili tartışmalar, genellikle sonuca odaklanarak öncülleri gözden kaçırıyor: Ezilenlerin yapay zekacılar arasında daha fazla temsil edilebilmesi, öncelikle onlara çocukluktan başlayarak daha iyi ve nitelikli bir eğitim sağlamaktan geçiyor. Nitelikli eğitime erişim hakkı, kapitalizmde ezilen çoğunluğa bahşedilmiyor. Ailede ve toplumda kız çocuğunun eğitimine ve çalışma yaşamına katılımına verilen önem ve değer de sonraki yaşam evreleri için belirleyici oluyor. Ataerkil toplumda, ortalamalardan konuşacak olursak, bir erkek çocuğun bilgisayar sahibi olma olasılığı, bir kız çocuğununkinden daha yüksek. Bilgisayarla tanışma yaşları da, ataerki nedeniyle farklı oluyor. Aynı durum, kuşkusuz, yoksulluk, etnik kimlik vb. bağlamlarda da söz konusu. Üst sınıf çocukların evlerinde bilgisayar olması çok daha olası. Böylelikle, bu işyerinde temsiliyet tartışmaları, yapısal öncülleri ıskalamış oluyor. Kimi işverenler, bu adaletsiz düzende şu tür bir savunuya sarılıyor: “Ben ne yapayım yeterli sayıda siyah ya da kadın bilgisayar mühendisi yoksa”...

 

 

Algoritma Sorunu

 

Yapısal çözümlere ve temsiliyet önlemlerine ek olarak yapay zeka şirketlerinin ve algoritmaların şeffaf ve kamuya hesap verir nitelikte olması gerekiyor. Yapay zeka programları, olası ayrımcı çıkarımlara karşı eğitilmiş olmalı. Bu da, yapay zeka ve etik konusunu gündeme getiriyor. Üstelik, konu, yalnızca kadınlar ve siyahlar değil, karar vericilikte ve verinin kendisinde az temsil edilen, doğru temsil edilmeyen, hiç temsil edilmeyen vb. başka toplumsal kategoriler de var. Bir ABD klasiği olarak, siyah Amerikalıların temsilinin arttırılması için belli ölçüde bir çaba görülür; ancak aynısı, Kızılderililer için çok görülür. Bunu uzay filmlerinde de görürüz: Siyah mühendis vardır, kadın subay vardır, eşcinsel doktor vardır, Kızılderililer ise hiç yoktur.

 

Dahası, yapay zeka uygulamaları, yalnızca ABD’de değil dünya ölçeğinde etkili olduğuna göre, temsiliyet ve ayrımcılık gibi konuları dünya genelinde düşünüyor olmalıyız. Bu tartışmada, Eskimolara da Papua Yeni Ginelilere de söz hakkı veriliyor olmalıdır. Engelliler, LGBTİ’ler ve daha birçok toplumsal kategori de tartışmanın bir parçası olmak durumundadır. Bu tartışmalarda hiç mi hiç konu edilmeyen toplumsal kategoriler de var. Örneğin, İngilizcesi’yle ‘Roman mühendis’ gibi bir Google araması, çok az dönüş veriyor. Türkçesi ise tek bir dönüş veriyor; o da bir Bulgaristan Türkü sayfası. Bunu ötesinde, gerçek yaşamda, bir birey, yalnızca bir toplumsal kategoriye değil birkaç kategoriye girebiliyor. Kategoriler kesişiyor: Afrikalı siyah bir kadının Amerikalı siyah bir kadına göre iş yaşamındaki olanakları daha kısıtlı. Beyaz bir kadın ise, kimi durumlarda siyah bir erkeğe göre daha fazla olanağa sahip olabiliyor.

 

Yapay zeka şirketlerinin cinsiyet algısının temelden hatalı olduğu düşünülüyor. Yüz tanıma algoritmaları, cinsiyetin biyolojik bir kategori olduğunu varsayıyor. Böyle bir varsayım, cinsiyet değiştirmiş kullanıcıların sistemce tanınmasını engelliyor. Toplumsal cinsiyet, yüz parametrelerinin ötesinde, bireyin kendini ne olarak hissettiği ve toplumun bu hissi ne biçimde alımladığıyla ilgili. Algoritmalarda bu iki temel boyut yer almıyor. Böylelikle, yüz tanımaya dayalı güvenlik sistemleri işgöremez duruma gelebiliyor.

 

Konuyu biraz daha ayrıntılandırdığımızda, yapay zeka alanında etkin olan büyük şirketlerde cinsiyet ayrımcılığın ve cinsel tacizin oldukça yaygın olduğunu görüyoruz. İşe alımlarda kullanılan yapay zeka algoritması, önceki işe alımlarda cinsiyet ayrımcılığı yapıldığı için, cinsiyet ayrımcısı çıkarımlar yapıyor. En uygun adayları belirlerken, kadınları eliyor. Başka bir örnekte, Facebook, kadın kullanıcılara yüksek maaşlı mühendislik işlerinin ilanlarını göstermiyor çünkü bu işlerde çok az kadın çalışıyor. Bu büyük şirketlerde kadınlara yönelik cam tavan ve eşit işe düşük ücret sıradan olgular görünümünde. Erkek yöneticilerin tacizinin örtbas edilmeye çalışılması, binlerce Google çalışanı tarafından protesto ediliyor.

 

 

Yapay Zekanın Sınıfsallığı

 

Öte yandan, bu yapay zekada ayrımcılık tartışmaları, kimi noktalarda liberalizmin ötesine geçemiyor. Yapay zekanın öncelikli olarak üst sınıfların gereksinimlerini karşılamak için geliştirildiği görmezden geliniyor. Yapay zekacılar da çoğunlukla orta ve üst sınıflardan geliyor ya da aldıkları yüksek ücretlerle o sınıflara çoktan devşirilmiş oluyorlar. Bir toplumsal-bilgisel azınlık olarak, çoğunluktan kopuklar. Bu durumu, özellikle de, genel olarak insanların hayatlarını kolaylaştırmak, onların daha rahat, daha sağlıklı ve daha mutlu olmasını sağlamak yerine, şirketlerin kârlarını insan canı pahasına da olsa ençoklamayı amaçlayan yapay zeka uygulamalarında görüyoruz. Dahası, devletlerle şirketleri yurttaşlarla tüketicilerin karşısına koyan çeşitli girişimlerde, yurttaşlarla tüketicilerin haklarının ve çıkarlarının gözetilmediğini görüyoruz. Bu tür örnekler, liberal bakışın dar tanımlı ayrımcılık kavramsallaştırmasının ötesinde, yapay zeka etkinliklerinde güç eşitsizliklerinin etkisini gözler önüne sermiş oluyor. Bu ve benzeri durumlar, veri adaletinin bir bağlaşığı olarak yapay zeka adaleti kavramını ileri sürmemizi gerektiriyor. Yapay zeka, toplumda varolan adaletsizliklerin bir aracına ve hatta pekiştiricisine dönüşme riski taşıyor.

 

Yine liberalizmin görmediği ya da gizlediği bir gerçek de, asıl sorunun, temsiliyet ve verinin ötesinde bir üretim, yeniden üretim ve temsil aracı olarak yapay zekanın mülkiyetinde olduğu. Çalışanların temsiliyetinde ve veride adalet sağlandığı durumda bile, büyük teknoloji şirketlerinin sahiplerinin sık sık beyaz ultra zengin erkekler olduğunu görüyoruz. Yakında bu durum değişebilir: Çin yükselişte. Fakat teknoloji sermayesinin Çinlileşmesi mülkiyet sorununu çözmüyor. Çalışanlar istediği kadar çeşitli olsun, şirketlerde sonuçta patronların dediği oluyor. Patronlarınsa kamu yararını gözetmeyeceği ortada...

 

İnsanlık üzerinde bu kadar etkili olan ve olacak bir teknolojinin özelde ya da devlet elinde olması, insanlık adına büyük risk taşıyor. Hele bunlar yurttaş denetiminde olmadıklarında… Sözgelimi, bu şirketler, şirket çıkarıyla insanlığın çıkarının çatışmalı olduğu durumlarda hangi tarafa yönelecektir? Büyük şirketler, gezegenimizin dengesini bozma noktasında, insanlığın değil kendi şirketlerinin çıkarlarını düşündüler. Ekoloji konusunda böyle davrananlarının yapay zeka konusunda farklı davranacağına ilişkin bir kanıtımız bulunmuyor. Fakat yapay zekanın özel sektör yerine devlette olması da sıkıntılı. Devletin elinde yapay zeka, hızla ve kolaylıkla, gözetleme ve baskı aracına dönüşecek nitelikte ve Snowden sızıntıları, bunun çoktan gerçekleştirildiğini söylüyor.

 

 

Yurttaş Yapay Zekası Zamanı

 

İşte tam da bu nedenlerle, yapay zeka çalışmalarının yurttaşlık hareketleriyle buluşması gerekiyor. Yapay zeka girişimleri, kâr amacı gütmeyen ve devlete karşı belli ölçüde bir özerkliğe sahip olan bağımsız bilimsel-etik kurullarca denetleniyor olmalıdır. Bu kurullar, bu konuda, “söz, yetki, karar ve iktidar” sahibi olmalıdır. Ayrımcılığın da veri adaletsizliğinin de çözümü buradan geçiyor. Şirketlerin ve devletlerin yapay zekasına karşı, temel çıkış noktamız, veri adaletinden hareketle yapay zeka adaleti (AI justice) ve yurttaş biliminden hareketle yurttaş yapay zekası (citizen AI) olacaktır.

Yapay Zeka ve Şehir Plancılığı: Akıllı Kentten Bilinçli Kente...

 

Yapay Zeka ve Şehir Plancılığı: Akıllı Kentten Bilinçli Kente...

 

Prof.Dr. Ulaş Başar Gezgin, ulasbasar@gmail.com

Twitter: ProfUlas

 

Yapay zekanın ve otomasyonun önde gelen uygulama alanlarından biri, şehir plancılığı oldu, olacak. Daha önce zeki kent (intelligent) ve sayısal kent (daha doğrusu, basamaksal, digital)[1] tartışmaları vardı. Bu ikisi, genellikle, bilişim teknolojilerinin şehircilik için yoğun olarak kullanıldığı kentlere karşılık geliyordu. Sonra, akıllı telefonlarımızla da ilişkili bir biçimde, ‘akıllı kent’ (smart) kavramı ortaya atıldı. İlk bakışta, bu ilk iki kavramsallaştırmaya sürdürülebilirliği ekleyerek, enerji verimliliği üzerinden ‘çevre dostu kent’ modellerine yaklaşan ‘akıllı kent’ kavramı, artık yapay zekayla ve otomasyonla birlikte tartışılıyor.

 

 

Sürücüsüz Metrolarla Sürücüsüz Arabaların Farkı

 

Günümüzde, rutin işleri algoritmaya döküp makinelere yaptırıyoruz; bu, otomasyon oluyor. Örneğin, kent bağlamında, sürücüsüz metrolar, yapay zeka değil otomasyon ürünüdürler. Bu araçların gittiği güzergahlar, hızlar, ne kadar sürede gidecekleri, nerede duracakları vb. öngörülebilirdir. Bu nedenle kolaylıkla algoritmikleştirilebilirler. Başka uygulamalar vardır ki bunlar rutin değildirler, tümüyle öngörülebilir değildirler ve bir parça karar, yaratıcılık ve risk içerirler. İşte bunlar için ise yapay zeka kullanıyoruz. Örneğin belediyenin bütçe tahminlerini ya da bir kentin karman çorman trafik planlamasını yapay zekaya yaptırabiliriz. Sürücüsüz arabalar ise, bir ölçüde yapay zeka bir ölçüde otomasyon içerir; çünkü hem rutin, öngörülebilir hem de riskli, öngörülemez edimler içerir. İşte bu düşünceyle, belediye hizmetlerinden rutin olanların otomasyona dönüştürülmesi, rutin olmayanlar için ise yapay zeka desteği alınması söz konusu.

 

 

“Ben Doldum” Diye Çağrı Atan Çöp Kutuları

 

Bu bağlamda son dönem çalışılan konulardan biri, akıllı çöp kutuları. Belediye belli aralıklarla çöpümüzü toplar; ama kimi kutular çok dolu, kimileri ise bomboştur. Bir de, çöp işinin trafikteki zirve zaman gibi dalgalanmaları vardır. Belli dönemlerde daha çok, başka dönemlerde daha az çöp atılır. Akıllı çöp kutuları, örneğin, dolduklarında, veri merkezine çağrı atabilirler; böylelikle, dolup taşan çöpler görmemiş oluruz. Çöp toplama aralıkları ve günleri de buna göre eniyileştirilebilir.[2] Aynı biçimde, sokak lambalarından bozuk olanlar, veri merkezine “beni değiştir” notu atabilir. Ayrıca, bu lambalar ortam ışığına duyarlı duruma getirilebilir. Şöyle ki, sokak lambaları, ayrıksı bir biçimde çalışır; bunun anlamı, ya açık ya kapalı olmalarıdır. Işık derecesi ayarlanamaz. Oysa akıllı bir sokak lambası, ortam ışığına göre daha parlak ve daha soluk olabilir; bu da enerji tasarrufu sağlar. Bu tür örnekler arttırılabilir.

 

 

Akıllanmayla Gelen Tasarruf

 

Bu şehir plancılığı bağlamında yapay zeka ve otomasyon uygulamalarında temel güdü, enerji tasarrufu ile enerji veriminde ilerleme sağlanmasıdır. Böylelikle kamu kaynaklarında da tasarruf sağlanacak; bu uygulamalar sonucunda sağlanan ek kaynaklar başka belediye hizmetleri için kullanılabilecektir. Elektrikli araçlar özendirilir; kentte sonul olarak, benzin istasyonları kadar çok ve çeşitli bölgelerde elektrik şarj istasyonları kurulur. Bu da, çevre kirliliği, özellikle de hava kirliliği konusunda bir rahatlama sağlayacaktır. Bu çabaların, iyi niyetli olmakla birlikte, temel bir yanlışları vardır: Enerji tasarrufunu ve çevre dostluğunu üretimin ve tüketimin son evresinde gösterirler. Örneğin, az önce çöp kutularının akıllılaştırılması konusunu andık. Ancak, bu ‘akıllanma’dan önce, çöplerimizi ayırıyor muyuz, geri dönüşüm yapıyor muyuz, daha az çöp çıktılayacak çeşitli çabalar içine giriyor muyuz, bunlar konuşulmuyor. Aynı biçimde sokak lambalarının ‘akıllanması’ndan söz açtık; ancak yaz-kış saati uygulaması nedeniyle yitirilen doğal ışık olanakları gözden kaçıyor. Son olarak, elektrikli araçlar özendirilirken, bu araçların üretiminin ve de elektrik üretiminin ta kendisinin ne ölçüde çevre dostu bir biçimde gerçekleştirildiği gündeme bile getirilmiyor. Dolayısıyla, enerji tasarrufunun ve çevre dostluğunun üretimin ve tüketimin son evresinde değil, tüm evrelerinde geçerli olması gerekiyor.

 

 

Çevre Dostu Belediyeciliğin Tosladığı

 

Bunun dışında, bütün bu kaynak tasarrufu ve çevre dostu belediyecilik vb. tartışmalar, asıl sorunu bilinçli olarak teğet geçiyor ve elbette bunun ideolojik bir işlevi var. Asıl sorun, kapitalizmdir. Avrupalısı da dahil olmak üzere kapitalizm, her fırsatta, çevreye verdiği zararın faturasını halka ödetiyor. Kentlerdeki çevre kirliliğinin ana kaynakları, üç çeşittir: (Çevre dostu alışkanlıklar edindirilmemiş ve çevre dostu belediyecilikle yeşil bir yaşama özendirilmemiş kent sakinlerinin genel olarak yarattığı kirlilik anlamında) tüketim kaynaklı kirlilik, araba temelli kirlilik ve üretimden kaynaklanan kirlilik. Bu üçlü, kapitalizmden bağımsız değildir. Akıllı kent modeli altındaki çevre dostu bir belediyecilik, gerçekten yeşil uygulamalar yapmak istediğinde, belli bir çizginin ötesine asla geçemeyecektir, çünkü kapitalizmin her ne pahasına olursa olsun kâr elde etme güdüsüne toslayıp duracaktır ve er ya da geç buna teslim olmak zorunda kalacaktır.

 

 

Akıllı Kentçiliğin İki Ayağı: Akıllandırma ve Yeni Hizmetler

 

Asıl konumuza dönersek, akıllı kent kavramsallaştırmasının ilk ayağı, var olan belediyecilik hizmetlerinin akıllandırılması ise, ikincisi, kentte kullanılan akıllı araçların yaygınlaşmasıyla, daha önce sağlanamayan kimi hizmetlerin sağlanabilir duruma gelmesi biçiminde. Bunun için akla gelen ilk örnek, belediyelerin yaşlılarla ilişkisi noktasında karşımıza çıkıyor. Türkiye’de yaşlılık bilimi olarak gerontoloji yeni bir alan. Gerontoloji bölümü çok az üniversitede var.[3] Nüfusun yaşlanmasıyla birlikte bu bölümlerin sayıca artmasını bekleyebiliriz. Yapay zeka ile gerontolojinin buluştuğu noktalardan biri, kentte yaşayan yaşlılara belediyenin sunduğu hizmetler bağlamında görülüyor. Eskiden fazlaca ev içine kadar girmeyen bir yaşlılara destek olma çabası, akıllı araçların yaygınlaşmasıyla evlere giriyor. Belediye ve ilgili sağlık kuruluşları, ev içindeki sağlık araçlarının veri merkezine gönderdiği veriler üzerinden, yaşlıların sağlığını yakından izliyor ve gerektiğinde yaşlının haber vermesine bile gerek görmeden duruma müdahale ediyor. Şimdilik bunlar bilim-kurgu gibi görünse de, yakında daha da yaygınlaşacağını göreceğiz.

 

 

İki Tür Akıllı Araç: Akıllananlar ve Yeni Yetmeler

 

Peki burada dile getirdiğimiz akıllı araçlar kavramı nedir? Akıllı araçları, internete bağlı olup bir veri merkezine belli bir konuda veri gönderebilecek araçlar olarak tanımlayabiliriz. ‘Nesnelerin interneti’ (aslında ‘şeylerin interneti’), tam da buna dayanıyor. İki tür akıllı araç var: Halihazırda kullandığımız akıllı olmayan elektronik araçların akıllanmasıyla ortaya çıkan akıllı araçlar. Örneğin, buzdolabımızın internete bağlanıp telefonumuza, şirketlere, hatta süpermarketlere içeride ne olup olmadığını bildirdiğini düşünelim ya da kullandığımız elektrik süpürgesinin onu haftada kaç kez ve ne kadar süreyle kullandığımızı, hatta hangi içerikteki tozun toplandığını bir veri merkezine iletebildiğini düşünelim. Örnekler uzatılabilir. İkinci tür akıllı araçlar ise, daha önce ‘akılsız’ biçimleri var olmayan ya da akıllı biçimlerine tam da denk olmayan araçlar. Örneğin, sağlık amaçlı olarak kullanılan akıllı sağlık yardımcıları. Akıllı kentlerde, bu iki tür akıllı aracın yoğun olarak kullanılması bekleniyor. Akıllı kentlerin akıllı bir ülkeyi akıllı ülkelerin ise akıllı bir gezegeni oluşturması umuluyor; ancak elbette bu, kısa erimde ham hayal...

 

 

Akıllı Evler, İşkolikler ve Alkolikler

 

Akıllı kentlerin temel öğesi olarak, akıllı ev kavramı gündemde. Akıllı evler, ‘otomasyonlu evler’ olarak da adlandırılıyor. Teknoloji şirketlerinin reklamlarında ve bilim-kurgu filmlerinde sıklıkla gördüğümüz bu tür evlerde, tüm ev hizmetleri birbirleriyle bütünleşmiş durumdalar ve ev kullanıcısı (ya da ev ‘sakin’i) tarafından sözle yönetiliyorlar. Bu otomasyonlu evler, bir veri merkezine veri gönderebilecek nitelikte... Öte yandan, şöyle bir karşılaştırma yapılıyor: Televizyon ve bilgisayar bizi eve/işe kilitlerken, akıllı telefonlar, tabletler ve dizüstüler bizi dışarı çıkarıyor. (Eğlence amaçlı olanlar da dahil olmak üzere) Yapacağımız işleri yanımızda götürebilmemizi sağlıyorlar. Ancak bu ilk bakışta olumlu olabilecek gelişme, aynı zamanda, işin mesai saatlerinin dışına taşmasına yol açıyor. Artık her yerde çalışabiliyoruz, böylelikle aşırı çalıştırılıyoruz.[4] Mesaiyle dinlenmenin içiçe geçmesiyle, işkolik oluyoruz. Üstelik, çoğumuz, birisinin ‘altında’ çalışıyor, daha fazla çalışarak kendini değil patronu zenginleştirmiş oluyor. Bir alkolik, kendisi için içer; bir işkolik ise, çoğunlukla başkası için çalışıyor.

 

Bu tartışmanın, sürücüsüz araçlar bağlamında bile işlendiğini görerek şaşırıyoruz: Gelecekte sürücüsüz araçların yaygınlaşmasıyla, insanların araba sürmekten azade olarak arabaların arka koltuğunda da çalışmasının söz konusu olacağı ve bunun iş verimini arttıracağı ileri sürülüyor. Diğer bir deyişle, sürücüsüz arabada geçen zaman da mesai saati gibi olacak ama ofiste olunmadığı için resmen sayılmayacak. Kapitalizm, böyle heyecan verici bir buluşta bile sinekten yağ çıkarmanın yolunu bulmuş durumda. Araba mı sürmek istersiniz yoksa sürücüsüz arabada çalıştırılmak mı istersiniz, seçim sizin... İleride belki böyle bir seçim bile olamayacak, arabada çalışmak emrivaki olacak, sendikal hareketler cılız kalırsa...

 

 

İPA’lar (İnsansız Planlama Araçları)

 

Burada, akıllı kent modelinin tehlikeleri kendiliğinden ortaya çıkıyor. Konuyla ilgili olarak yapılan çalışmaların çoğu, modelin toplumsal boyutları yerine, mühendislik, tasarım ve bilgisayısal (computational) yönlerine odaklanıyor. Öyle ki, İHA’lar gibi (İnsansız Hava Araçları), İPA’lardan söz edebiliriz: İnsansız Planlama Araçları... Oysa birçok kent bağlamında gördüğümüz gibi, bir kent tasarımı, kağıt üstünde çok estetik durabilir; ancak onu var eden ya da yok hükmünde sayacak olan, kentin sakinleridir. Bu nedenle, akıllı kent modelinin aslında gitmesi gereken çok uzun bir yolu var. O ünlü sözden uyarlarsak, şehir plancılığı, roket bilimi değildir. İnsanlardan kaynaklanan belirsizlik, fiziksel yapıdan kaynaklanan kesinlikten çok daha baskındır.

 

 

Köyler: Yeniden Yumuşayan Karınlar

 

Peki az önce belirttiğimiz, akıllı kent modelinin kendiliğinden ortaya çıkan tehlikeleri neler? Akıllı kent, daha iyi belediyecilik hizmeti sunmayı hedeflerken, bir yandan ya bilinçli olarak ya da beklenmedik bir sonuç olarak, gözetim toplumunu pekiştirmiş, onun koşullarını daha da ağırlaştırmış oluyor. Her bir kent sakinine, verileri üzerinden, kişiselleştirilmiş hizmetler sunulması, aynı zamanda onun eskisine göre çok daha fazla gözetlenmesi anlamına geliyor. Eskiden MOBESE kameralarının işlevleri tartışma konusu iken, bu kez tüm sistemleri bütünleştiren, herşeyi gören bir göz sözkonusu ve bunun kimin gözü olduğunu bilmemiz bile olanaksız. Daha kötüsü, toplanan bu verilerin Facebook örneğinde görüldüğü gibi, kim parayı basarsa ona satılması gibi bir durum da sözkonusu. Yani gözün kimin olduğunu (bana ben görmeden bakanı, yani bu asimetrik bakışın sahibini) saptasak bile, bu, sorunu çözmüyor. İşte bu ağır gözetim nedeniyle, yakın gelecekte, kentlilerin daha bir köle, köylülerin daha bir özgür olmasını bekleyebiliriz. Dikkat dikkat! Burada ‘hissetmesini’ demiyoruz, ‘olmasını’ diyoruz; çünkü toplumsal bilince sahip olmayan ortalama bir kentli, kentin sunduğu olanaklar nedeniyle, kendini her zaman köylülerden daha özgür hissedecektir. Gözetim kapitalizmi bu hissi besler, çünkü kentlerde daha çok işgücüne gereksinim duyar. Oysa, gerçeklikle his, birçok başka örnekte de olduğu gibi birbirini tutmamaktadır.

 

Kentler, köylere göre, her zaman, daha teknoloji-yoğun. Bu da onları daha da gözetime açık duruma getiriyor. İkincisi, kentler, ekonomik etkinlikler dolayısıyla, daha fazla çıkarın ve çıkar grubunun birleştiği yer. Bir de şu var: Kentler, kötücül sanal saldırılara ve kişisel verilerimizin devletler ve şirketler tarafından gaspı dışında, üçüncü ellerce çalınmasına da daha açık. Dolayısıyla, eskiden emperyalizmin yumuşak karnı oldukları söylenen köyler, gözetim kapitalizmi altında görece daha özgür olunan yerler olacak.

 

 

Urla mı Datça mı Kavga mı?

 

E ne yapalım? Urla’ya mı taşınalım yoksa Datça’ya mı? Bir köye yerleşip tarım mı yapalım? Yapan yapsın elbette. Herkesin hayatı kendine. Senin hayatın, senin kararın. Kimseye de kimseyi yargılamak düşmez. Ancak, “bu dünya daha kötüye gitmesin, birşeyler yapalım” diyorsak, o zaman hepimiz büyük veri, yapay zeka ve gözetim konusunda daha bilinçli, bilgili ve etkin olmalıyız. Akıllı kenti modelleyenler, şunu düşünmüş değiller: Ya karşı çıkanlar olursa? Ya karşı çıkanlar etkili bir muhalefet niteliği kazanırsa? O zaman hâlâ bir çıkış yolumuz var demektir. Beklenmedik bir muhalefet, akıllı bir kent yerine, toplumsal olarak bilinçli bir kent (socially conscious city) gibi yeni bir talebi yükseltmemiz için bir sıçrama tahtası olabilir. Yurttaşlık haklarımızla içiçe geçmiş olarak bilişim haklarımız var, olmalı; bunu sık sık anımsamamız ve anımsatmamız gerekiyor...

 

 

 

 



[1] ‘Digital’ için Türkçe’de sıklıkla ‘sayısal’ karşılığı için veriliyor. Oysa bizce bu, yanlış ve hatta Türkçe’yi kısırlaştırıcı bir çeviridir. Neden? Çünkü Türkçe’de zaten ‘quantitative’ sözcüğü için, ‘nicel’ yanında ‘sayısal’ da diyoruz. Örneğin, ‘öğrencilerin sayısal puanı’ dediğimizde bu, ‘quantitative’ sözcüğüne karşılık geliyor. ‘Digital’ için ‘sayısal’ denmesi, Türkçe’de ‘digital’ ile ‘quantitative’in karıştırılmasına yol açıyor. Ayrıca, sayısal olmayan ‘digital’ öğeler de var. ‘Digit’, basamak demektir. Bu nedenle, biz, ‘sayısal’ yerine, ‘basamaksal’ karşılığını öneriyor ve kullanıyoruz.

[2] Eniyileştirmek, optimizasyon anlamında.

[3] Bu vesileyle, Akdeniz Üniversitesi Gerontoloji Bölümü başkanı Doç.Dr. Özgür Arun’un yönetiminde çıkan gerontoloji dergisi Senex’i not edelim. Bkz. http://www.senexjournal.org/

[4] Kuşkusuz, bu durum, yalnızca beyaz yakalılar için geçerli olabilir. Ancak otomasyon kapitalizmi, Taylor’cı ‘bilimsel yönetim’ modelinden başlayarak zaten beyazlarla mavileri birlikte yıkıyor. Beyazların yaptığı işi standartlaştırarak onları mavilere yaklaştırıyor. Maviler de zaten rutin işler yapıyorlarsa, bu işler zamanla otomasyona devrediliyor. Maviler için geriye kalan, rutin olmayan kol emeği işleri oluyor, bunlar da eski kol emeği işlerine göre çok daha fazla ‘kafa’ gerektiriyor. Böylelikle, otomasyon kapitalizminde, kafa-kol emeği ayrımının silikleşmesiyle yakasız çalışanlar ya da burada ilk kez olarak ifade ettiğimiz üzere, açık mavi (mavi ve beyaz renk karışımı) çalışanlar kavramı ortaya çıkıyor. Eskiden mavi yakalılar, bilgisayar kullanmayı bilmeseler de olurdu; otomasyon kapitalizminde bilmek zorundalar, beyazlaşıyorlar.

Yapay Zeka ve Otomasyon: Nereye Gidiyoruz?

 

Yapay Zeka ve Otomasyon: Nereye Gidiyoruz?

 

Prof.Dr. Ulaş Başar Gezgin, ulasbasar@gmail.com

Twitter: ProfUlas

 

Son zamanların en çok konuşulan konularından biri yapay zeka. Yapay zekanın yükselişini ve yaygınlaşmasını olumlu açıdan değerlendirenler de var, olumsuz açıdan değerlendirenler de... Aslında bu tartışmalar, yapay zekanın geniş ve dar tanımlarına göre çeşitlilik gösteriyor. Geniş tanımlar, Google aramalarını bile yapay zekaya bağlarken, dar tanımlar, yalnızca insanların yapabildiği düşünülen zeka gösterilerinin ve göstergelerinin peşinden gidiyor. Bunun için ilk akla gelen örnek, elbette yapay zekanın satrançtaki başarısı olacaktır.

 

Otomasyon mu Yapay Zeka mı?

 

Yine bu tartışmaların dayandığı bir başka nokta ise, otomasyonun yapay zekaya dahil edilip edilmeyeceği noktasında. Gerçekte rutin hareketler gerektiren işlerin çok azı üstün bilişsel süreçleri gerektiriyor. Bu nedenle, otomasyon, örneğin bir arabanın yapımındaki rutin hareketleri hızlandıran, vasıfsız işgücünü devre dışı bırakan uygulamaların yapay zeka örnekleri olarak sunulmaları doğru değil. Tam da bu açıdan, hep dile getirilen yapay zekanın yaygın işsizliğe yol açacağı tezinin temeli çürümüş oluyor; çünkü işsizlik yaratan, yapay zeka değil otomasyon. Fakat otomasyon, başka istihdam alanları da yaratıyor. Bunun tarihte benzerlerini görüyoruz. Yapay zekanın çıkışına göre çok daha büyük bir gelişme olan sanayi devrimiyle birlikte devasa bir işsizliğin ortaya çıkması beklenebilirdi; oysa bunun yerine yeni iş alanları doğuyor. Aynısının yapay zeka (daha doğrusu otomasyon) tartışmalarında dikkate alınması gerekiyor.

 

Yapay Zeka ve Bilinç

 

Üçüncü bir ayrım noktası, yapay zeka ile bilinç ilişkisidir. Yapay zekaya olumsuz bakan kimi yazarlar, onun kontrolden çıkmasından korkmaktadırlar. Aslında bilim-kurgu anlatıları da bu kaygıları besleyen bir niteliktedir. Örneğin, bir filmde,[1] bütün bilgileri sindirmiş olan süper-bilgisayar, bütün sorunun insanlarda olduğu sonucuna varacak, dünyayı kurtarmak için insanlığın soyunu kurutacaktır. Ancak, bu tür filmlerin tersine, biz böyle bir yapay bilinçlenmenin çok uzağındayız. Kaygılar, bu nedenle, bu aşamada yersiz.

 

Zeka mı Yetenek mi?

 

Dördüncü bir sorun ise, insan zekasının niteliğine ilişkindir. Bir kere, zeka türümüze özgü müdür yoksa bireysel bir değişken midir? Elbette toplu (kolektif) zeka türünden de söz edebiliriz. Günlük hayatta kimi insanlar için kolaylıkla ‘zeki’ diyebilsek de, zekanın doğası oldukça karmaşıktır ve araştırmacılar arasında bir fikir birliği bulunmamaktadır. Tek bir zeka mı vardır, çok sayıda mı? Çok sayıda ise hangi zeka türleri? Duygusal zeka gibi kendi içinde çelişen bir ifade bir zeka türü müdür yetenek midir? Mozart zeki miydi yetenekli miydi? Sorular uzar gider. Dolayısıyla, insan zekasının kendisine ilişkin olarak da bir fikir birliği olmadığından, yapay zeka tartışması da kaygan ve muğlak bir zeminde ilerlemektedir.

 

Yapay Zeka ve Robotlar

 

Beşinci bir ayrım ise, yapay zeka ile robotlar arasında. Robotlar insan görünümüne daha yakın varlıklar olarak tarifleniyor. Buna ‘yapay zekaya yönelik insan-biçimci (antropomorfik) bakış’ adı veriliyor. Peki yapay bir zekanın bizim görüntümüzde olması zorunlu mu? Değil. Zaten birçok yapay zeka uygulamasının bedeni, cismi, elle tutulur bir maddesi de bulunmuyor... Fakat yapay zekanın insan yaşamına eklemlenmesi noktasında, bunun bedenli mi bedensiz mi olacağı ve olması gerektiği sorusu önemini koruyor.

 

Algoritmalar

 

İnsan zihni bir algoritmalar bütünü müdür? Temel sorulardan biri de budur. Alanda yapılan dikkat çekici bir benzetme bulunmaktadır: Matrix filmini dikkate alarak, tüm hayatın bir simülasyon olduğunu varsayalım. Bir bilgisayar oyunundaki kişilikler olduğumuzu bir anlığına düşünürsek, şöyle bir durum ortaya çıkıyor: Oyundaki kişilikler oyunda olduklarının farkında değil. Bu oyun benzetmesi dinsel bir yöne de çekilebilir; bilimsel bir yöne de: Göksel güçlerin denetiminde olan bir oyun da olabilir bu; henüz tümüyle keşfedemediğimiz doğa yasalarının bir ürünü de... İnsan yaratıcılığını tümüyle algoritmalar üzerinden açıklamaktan şu an uzağız; ancak bu konuda “hiç olamaz” denilen birçok uygulama gerçekleşti, şiir yazandan beste yapan programa kadar...  Dolayısıyla bu çabaların da bir sonu yok. Her defasında, “bu da yapılmış” dedirten gelişmelerle karşılaşıyoruz.

 

“Kriz Var Kriz Var Bunalım Var”

 

Bu, “yapay zeka devasa bir işsizlik oranı yaratacak” biçimindeki yanlış teze dönelim. Marksçı bir açıdan baktığımızda, anaakım tartışmalarda gözden kaçan bir çok noktayla karşılaşıyoruz: Örneğin, otomasyon sonucu verimin aşırı artması, bırakalım işsizlik iddiasını, tek başına sistemin çöküşüne yol açabilir. Neden? Çünkü verim aşırı artarsa gerektiğinden fazla üretim olacaktır. Sermaye sahipleri emekçilerin ürettiği malları yine emekçilere satar. Emekçilerin alım gücü ciddi oranda düşerse, bu yüksek verim dolayısıyla fazla üretilen mallar sermaye sahibinin elinde kalır. Bu da sistemi bunalıma sokar. Gerçi bunalım zaten sermaye düzeninin özündedir. Sermaye düzeni tarihinin herhangi bir anı ikiye ayrılır: Kriz zamanı ve krizden çıkış zamanı. Bu döngüsellik sermaye düzenine içkindir.

 

Bu tartışmada aslolan, daha fazla üretmek değil, daha düşük maliyette üretmek olmalıdır. Maliyet düşüşüyle gelen ek kazanç nereye gidecektir? Yeni yatırımlara mı ayrılacaktır? Sermaye sahibinin kârını mı katlayacaktır? Emekçilerin ücretlerinde ve çalışma koşullarında iyileşmeye mi yol açacaktır? İkinci olasılık, toplumsal adaletsizliği arttıracak ve çatışmalara yol açacaktır. Üçüncü olasılık, sosyal hakları gözeten bir toplumda olanaklıdır. Fakat bu tartışmalarda bunlar konuşulmuyor.

 

Diyelim ki şu işsizlik iddiası doğru; o durumda bir seçeneğin daha olanaklı olduğu unutuluyor: Çalışma sürelerinin kısalması. Çalışma günleri haftalık 5-6 günden 2 güne düşebilir. Diğer günlerde insanlar ailelerine, dostlarına ve spor, sanat, hobiler vb. gibi kişisel gelişim alanlarına odaklanırlar. Bu, toplumsal mücadele dinamiklerine ve devlet yapısına bağlıdır. Buna ek olarak, otomasyonun rutin işleri insanlardan almasıyla birlikte, insanlar daha yaratıcı, daha az sıkıcı işlerde çalışma olanağına kavuşacaklar belki de...

 

Sağlıkta Yapay Zeka

 

Yapay zekanın en başarılı olduğu alan sağlık oldu; fakat yine aynı sorun var. Bu uygulamalar gerçekten yapay zeka uygulaması mı otomasyon mu? Bu soru daha da önem kazanıyor, çünkü sağlıkta yapay zeka daha çok tedavide değil tanı koymada kullanılıyor. Bunların ne kadar zeka gerektirdiği tartışmalı; çünkü temel nokta, örüntü (pattern) tanıma. Fakat bunun için ne ölçüde zeka gerektiği de fikir birliğine varılmış bir konu değil.

 

İşinden Edici Değil Yardım Edici Yapay Zeka

 

Bize bu düzen, kullandığımız telefonları da ‘akıllı’ diye yutturmadı mı? Halbuki ‘akıl’ bile tartışmalı. “Aklın yolu birdir” denir, gerçekte öyle olmadığını çok iyi biliriz. Gerçek hayat bize eşit derecede mantıklı birçok seçenek sunar ve zorlanırız. Fakat bu ‘akıllı telefon’ konusundan yapay zekaya yönelerek şu sonucu çıkarabiliriz: İnsanın yerini alma hedefinin tersine, onun bilişsel özelliklerini ve yeteneklerini destekleyen teknolojilere ihtiyacımız var. Kullandığımız telefonlar, bizim yerimizi almak için değil, bize yardımcı olmak için tasarlandı. Yapay zeka da böyle bir anlayışla tasarlandığında, gerçekçi olsun gerçekdışı olsun birçok kaygı geçersiz olacak. Fakat uzun erimde sermaye düzeni ne tür bir yapay zeka anlayışına izin verecek, bunu hep birlikte göreceğiz...

 

Bu bize yardımcı olmak için tasarlanmış telefonlar, aynı zamanda her hareketimizi kaydedip veri merkezlerine iletiyor ve yine de kendilerini çağdaş yaşam için zorunlu kılmaya çalışıyor. Yapay zeka için de fazlasıyla iyimser olmamak gerekiyor: Sermaye düzeni ve onun şürekası olan devletler, yapay zekayı hangi çıkarları için kullanacak ve bize kullandıracaklarsa biz bu çağın ancak o kadarını deneyimleyebileceğiz...

 

Herşeye Karşın...

 

Yine de direnme ve alternatif üretme yolları hep açık olacak... Orantısız doğal zekalarımızla bir kez daha direniyor olacağız... Direniş hayatın değişmezi olmayı sürdüreceğinden, herşeye karşın iyimser olmaya devam edeceğiz...

 



[1] Terminatör (1984) filmindeki ‘Skynet’ adlı yapay zeka ağı.

Sinemada Zihin Felsefesi: Yapay Zekalar, Robotlar ve Siborglar

 

Sinemada Zihin Felsefesi: Yapay Zekalar, Robotlar ve Siborglar

 

Prof.Dr. Ulaş Başar Gezgin, ulasbasar@gmail.com

Twitter: @ProfUlas

 

Son zamanlarda, yapay zekayı, robotları, hibrid biçimsellikler olan siborgları ve klonlar ve androidler gibi türevlerini konu alan ya da bu öğelere yer veren filmlerin sayısı oldukça arttı. Önümüzdeki yıllarda bu sayının daha büyük bir hızla artacağını tahmin ediyoruz. Bu filmlerde zihin felsefesinin çeşitli kavramsallaştırmalarıyla karşılaşıyoruz. Klasik zihin-beden ikiliğinin beyin-beden, bellek-beden, kimlik-beden vb. biçimde yansıtıldığını görüyoruz.

 

Yapay zeka biçimsizdir; robot, bedenli yapay zekadır. Siborglar ise, ölü insanı üstün yeteneklerle diriltme ya da yaşayan bir insana yapay zeka yükleme gibi girişimlerle ortaya çıkan hibrid bir varlıktır. Siborg, var olan insan malzemesi üstünde çalışılarak oluşturulurken, robot tümüyle yapaydır. Siborglar çoğunlukla askeri amaçlı olarak geliştirilir. Onlar herkes gibi görünürler, oysa öyle değildirler.[1]

 

‘The Machine’ filmi, tam da böyle bir hibrid filmi. Film, aynı zamanda yaygın yapay zeka korkusuna bir örnek: Ya siborglar kontrolden çıkarsa... Siborglar, zombilerle benzeşir; üstün yetenekleri vardır, ancak bilinçli değildirler. Filmlerde siborglara bilinç de aşılanır. Fakat onların insanlaşması için bir başka eksik daha vardır: Duygular. Neyin etik olup olmadığının belirlenmesi de bilinç ve duyguları gerektirir. Filmde ünlü Turing testi anılır. Oysa bu test, yanıltıcıdır: Testi geçme koşulu, iletişim kurulan bilgisayarın insanlara insan sanılacak kadar insansı gelmesidir. Oysa bu pratik testi, insansı özellikler taşımayan bilgisayarlar da kuramsal olarak geçebilir. Film boyunca, bilim etiğinin ayaklar altına alındığı görürüz. İnsan hakları kavramsallaştırmasının insan dışındaki zeki ve/ya da bilinçli varlıklar için ne ölçüde geçerli olabileceği tartışması ortaya çıkar. Akıllı bir makine bir makine midir, yoksa hukuksal ve etik olarak bir özne statüsünde midir?.. Ya ölmüş insanların bilinçlerinin makinelere aktarıldığı durumlar? Örneğin, filmde başkişinin kızının bilinci...  

 

Bu yapay zeka-robot-siborg araştırmaları ve deneyleri, iki koldan gidiyor: Birincisi, devletlerin gizli güvenlik birimleri eliyle, ikincisi bu alanda etkin olan şirketler eliyle. Bir diğer üstün yetenekli siborg anlatısı, ‘Evrenin Askerleri’nde görülür. Gerçekten de, belki yakında değil ama uzak gelecekte, seri asker üretimi söz konusu olacaktır. Bu askerlerin, önceki filmdeki siborglar gibi özne ve kimlik sorunları olacaktır. Bellekleri silinmiş, yerlerine sahte anılar yerleştirilmiştir. Onları üretenlerin düşman bellediklerini yok etmek üzere programlanmışlardır; ancak üretenlerin kontrolünden çıkarlar. Bol vurdulu kırdılı olan bu anlatıda, alttan alta bir sistem eleştirisi de vardır. Serinin ilerleyen sekanslarında bu beyni yıkanmış askerler, devletin onlara oynadığı oyunu fark eder. ‘Ghost in the Shell’ filmi de, beyinlerin ele geçirilmesi üzerinden gelişiyor. Bedenler değişirken beyinler taşınıyor. Yine bellek ve robotlar sorunsalının ‘Total Recall’ filminde izlendiğini görüyoruz. Gerçek anılarla sahteleri ve düşle gerçek, anlatıda iç içe geçer. Psikografik, sosyografik ve holografik gerçeklik de öyle...

 

‘Ex Machina’da, ‘Humans’ dizisinde olduğu gibi bir başka izlekle karşılaşırız: Robot kadınlarla aşk. Fakat tersi ve diğer tür ilişkiler nadiren görülür; bu da ataerkil toplum yapısının bu filmlerin altyapısını oluşturduğunu gösterir. ‘Her’ filminde, aşık olunan yapay zeka ise bedensizdir. Üstelik çoklu sevgi kavramı söz konusudur; yapay zekanın sevgiyi bizim yaşadığımız gibi yaşaması beklenir; ancak bu, gerçekleşmez. Başka bir filmde ise (‘Uncanny’ filmi), cinsellik ve aşk, uysal bir robotu rayından çıkarıp kıskançlık ve intikamla dolduracaktır. Cinsellik ve aşkı konu alan robot ve yapay zeka filmleri, çoğunlukla ağlatı ya da dram içeriklidir. Uzun erimli mutlu karma çiftler görmeyiz.[2] Konudan güldürü çıkaran bir istisna, ‘Hot Bot’ (Seksi Robot) filmi...

 

‘Transcendence’ filminde ölümden sonra yaşamın bir yolu gösterilir: Bilincini bir bilgisayar programına dönüştürmek. Bunun bir benzerini ‘Stargate Universe’ dizisinde de görürüz. Ölüm artık yok olmak değildir; onun yerine bedensizleşmedir.

 

 ‘Ben, Robot’ta suç işleyen robotları görürüz. Robotlar ve yapay zeka, suç ve hukuk ekseninde sık sık anlatı konusu olur. ‘Azınlık Raporu’, ‘Person of Interest’ ve ‘Chappie’ ilk akla gelen örnekler. Bir diğer örnek ise, ‘Robocop’. Filmdeki akışı sağlayan, bu siborgun insani duygularıyla robotik programı arasında gidip gelmesidir.

 

Çok iyi bilinen 2001 yapımı ‘Yapay Zeka’ filminde başkişi bir robot-çocuktur. Onun gözünden hayatı gözlemler, ona sempati duyarız. Yine yaygın bir izlek olarak robotların duygu’lanmasını görürüz. Duygulandıklarında ne olacaktır, onları insan saymalı mıyız... ‘Bicentennial Man’de insanlardan uzun yaşayan bir robotun dramını görürüz ve robotların sonunda insanlarla eşit haklara sahip olmasını. Yine asıl konu, özneleşme sorunudur. ‘Morgan’ filminde de aynı konu gündeme gelir: Robotlarla insanlar aynı haklara sahip olmalıdır. Bir robotun yaşamına son vermek cinayet midir? ‘Automata’ filminde, robotlar, programlama ilkelerine uymaz, kendi başlarına buyruk hareket ederler ve hatta kendileri gibi robotlar yaparlar.

 

‘2036 Origin Unknown’ filmi, insanların yapay zekaya yönelik kuşkularına yaslanır. Ya yapay zeka bozulursa? Ya insanlık için bir tehdit haline gelirse? Fakat film, beklenmedik sonuyla benzer anlatılardan ayrılır. Bu anlatılarda yapay zeka genelde tekildir ya da ‘Her’ filmindeki gibi başka yapay zekalarla bağlı olarak yine de birdir. Oysa robotlar ve benzerleri çoğuldur ve bunların hak arama mücadelesi, örgütlü bir yeraltı direnişi gerektirecektir. Buna bir örnek ‘Blade Runner 2049’ filmindeki klonlara özgürlük hareketidir.[3] ‘Terminatör’ serisinde ise, direnmesi gereken bu kez insanlardır. Skynet adlı yapay zeka programı öylesine güçlüdür ki, direniş önderinin annesinin öldürülmesi, böylelikle önderin hiç doğmaması için, geçmişe zaman makinesiyle ajan gönderir. İnsanlık güç bela galip gelir, ama daha sonra bu yengi’nin geçici olduğunun farkına varırız. Aynı korkunç güçlü yapay zeka imgesi, bir insanın yapay zeka denetimindeki bir hücreden çıkma çabasını konu alan ‘Infinity Chamber’ filminde de görülür. Hepsinden öte, bir efsane film olarak ‘Matrix’ dizisi, yapay zekayla uzaylı anlatısını içiçe geçirir.

 

Bu tür filmlerin tersine, ‘Robot & Frank’ gibi filmlerde, ‘şirin robot’ izleği öne çıkar. Bu filmlerde, robotlar tehdit değil, tam tersine insanların en sadık dostudur; bu açıdan köpeklerin yerini almışlardır, bir farkla: Onlardan çok daha zekidirler. Buna bir diğer örnek, ‘Arkadaşım Robot’ (T.I.M.) filmidir. Robot, ‘Robot & Frank’ filminde bellek sorunlu bir yaşlının, ‘Arkadaşım Robot’ta ise sevgiye aç bir çocuğun can yoldaşıdır.  

 

Elbette burada andığımız filmler dışında da, yapay zekalar, robotlar ve siborglar gibi konuları işleyen filmler var. Ancak bunların da burada andığımız belli izlekler altında sınıflandırılabileceğini söyleyebiliriz.

 

Sonuç olarak, bu filmlerin çoğunlukla olumsuz olduğu, insanların konuyla ilgili kaygı ve korkularını yansıttığı, bunlardan beslendiği ve bunları beslediği görülüyor. Aslında birçok film, kuşkulu olmakta haklı, fakat asıl nedeni açıkça anmıyorlar. O da şudur: Sermaye düzeninde yapay zekalar, robotlar ve siborglar gibi teknolojik ilerlemelerin kamu yararına kullanılması çok düşük olasılık. Kâr amacı güden şirketler ve askeri-siyasi üstünlük peşindeki devletler, bu ilerlemeleri kendi çıkarları için kullanacaklardır ve onların çıkarları tarihin başından bu yana görüldüğü gibi, halkın (ya da daha çağdaş bir ifadeyle yurttaşların) çıkarlarıyla (yine daha anlamlı bir ifadeyle refahıyla ya da yaşam kalitesiyle) uyuşmayacaktır. İnsanlığın çoğu için geriye kalan tek seçenek direniş olacaktır. Bu direniş, kendini haklarlarda (hacker)[4] gösterecektir. Sokak direnişleri, kamu yararına kullanılmayan teknolojik ilerlemelerin işlerliğinin önüne geçemeyecektir. Bu nedenle, haklayıcı-eylemcilerin[5] önemi daha da artacaktır. Son zamanlarda, bu konularda da çok sayıda film çekildi. Bu filmler de başka bir çalışmanın konusu olsun...  

 

 

 

 



[1] ‘Transformers’ gibi filmler de yapay zeka konulu sayılabilirdi, oysa uzaylı zekasını konu alıyorlar. Uzaylı zekası, doğal da olabilir yapay da...  

[2] Benzer bir izleği Kemal Sunal’lı-Fatma Girik’li ‘Japon İşi’ (1987) filminde görürüz. Yine dram öne çıkar; robotlara mutlu son bahşedilmez.

[3] ‘Resident Evil’ gibi filmlerde artık Yapay Zeka ve robotların ötesinde klonlar söz konusudur. Bunlar asıllarıyla eşit görülmez.

[4] ‘Hacker’i, burada haklar, haklayıcı ya da bilgisayar korsanı olarak Türkçeleştiriyoruz.

[5]Hacktivist’in karşılığı olarak.