10 Pandemi Filmi: İnsan Doğası Üstüne Çeşitlemeler
Prof.Dr. Ulaş Başar Gezgin, ulasbasar@gmail.com ; Twitter: ProfUlas
ve
Burak Kerem Yalçın burakkerem@gmail.com
; Twitter: burakkerem
Bir virüs salgınını konu alan çok sayıda film var. Bu
yazıda bunlar içerisinde 10 tanesini ele alıyoruz. Bu filmler gerçekte insan
doğası üstüne varsayımlar ve çıkarsamalarla niteleniyor. Toplumun çöküşte
olduğu bir dünyada insanlar hayvanlaşıp en sert olanlar ayakta mı kalır yoksa
birbirleriyle dayanışanlar mı kazanır? Birinciler, devleti zorunlu kılar;
ikinciler ise insan doğasındaki iyiliğin galip geleceğini, devletin varlığının
zorunlu olmadığını ileri sürmüş olur. Gerçi devletten devlete fark vardır; her
devlet baskıcı olmadığı gibi her zaman eşitliği de gözetmeyecektir.
Dolayısıyla, gerçekte asıl soru, ne tür bir devletin salgınları
engelleyebileceğidir. Fakat bu, birçok felaket filminde yanıtsız bırakılır.
Devlete yönelik neo-liberal güvensizlik, bu filmlerde kendini gösterir. Bu
anlatılarda dünya vahşi bir yerdir... Ekoloji, uygarlık ve devlet-şirket
ilişkileri mercek altına alınır. Bu kısa girişten sonra 10 pandemi filmine (8
film, 1 film serisi, 1 dizi film) bakalım.(1)
Resident Evil (Ölümcül Deney, 2002-2016)
Bir video oyunu serisinin sinema uyarlaması olan bu 7
filmlik seri her ne kadar vurdu-kırdı sahneleri ve bilim kurgu öğeleriyle ön
plana çıksa da günümüz şirketlerinin tekelleşmesini ve devletler üzerindeki
gücünü anlatan bir yapım.
İlk film şirketin biyolojik araştırmalar yaptığı gizli
yeraltı laboratuvarıyla irtibatı kaybetmesi ve buraya bir araştırma grubu
göndermesiyle başlıyor. Burada ‘T virüs’ adında çok bulaşıcı bir virüsün
kontrolden çıktığını ve yapay zekanın önlem olarak bütün merkezi kilitlediğini
ve çalışanları yayılmayı önlemek için öldürdüğünü görüyoruz. Bol vurdu kırdı
sosuyla izlediğimiz filmin devam filmlerinde virüsün şehre yayılmasını ve
şehrin nükleer bombayla yok edilerek devlet tarafından olayın örtbas edilmesi,
günümüz tekellerinin devletler üzerindeki etkisi ve gücünü anımsatıyor. Bu
devam filmlerinde önceleri hayatta kalmaya çalışan kahramanlarımızı görüyor ve
sonrasında mücadele içinde oldukları şirket temsilcileriyle olan
mücadelelerinin bir laboratuvardan tüm dünyaya yayıldığını ve basit bir kazayla
yayılan virüsün aslında bir biyolojik silahın denemesi olduğunu anlıyoruz.
Enerjiden teknolojiye, gıdadan kimyasal ve ilaç
sanayisine kadar birçok konuda tekelleşen çok uluslu şirketlerin, devletlerle
halihazırda olan ilişkilerini, sahip oldukları lobilerle veya destekledikleri
politikacılarla dünya politikalarına gereksinimleri doğrultusunda ve
küreselleşme şemsiyesiyle nasıl yön verdiğini gözlemleyebiliyoruz. Sermayenin
büyüme arzusu günümüzde önlenemez bir şekilde devam ediyor. Gelişmiş ülke
şirketlerinin, IMF raporlarına göre 1980 yılından bu yana kâr oranları yüzde
43’lere ulaşmış görünmekte.(2) Ve bu sermaye birikimiyle süper şirketler olarak
tanımlanan bu yapıların gelişmeyi diğer şirketleri satın alarak devam
ettirdikleri anlaşılmakta. Ayrıca bu kadar çok büyük gücün birkaç firmanın
elinde toplanması neoliberalizm politikalarını sorgulatmaktadır. Hatta bizzat
yapının kendi içinde sorgulamaları ve endişeleri açığa çıkarmaktadır.
Filmin bir bölümünde daha gelişmiş başka bir yeraltı
laboratuvarında gelişmiş ülkelerin şehir modellerini görürüz (Amerika, Rusya ve
Japonya gibi). Kahramanlarımız durumu sorguladıklarında, burada biyolojik silah
denemeleri yapıldığını, deneylerin Ruslara silah satmak için Amerika
laboratuvarında, Amerika’ya satmak içinse Rusya laboratuvarında yapıldığını
görürüz. Birçok bilim-kurgu filminde veya dizisinde de göreceğimiz gibi,
gelecek, süper şirketlerin görünmektedir. Devletler ise sadece oy vererek
yönetildiklerini düşünen insanlar için bir kontrol mekanizması veya
illüzyondur. Komplo kuramlarına kapılmadan, neoliberalizm ile küreselleşmenin
büyüttüğü firmalara ve yer aldıkları sektörlere bakarsak, çok uzak olmayan bir
gelecekte bunların çok etkin olacaklarını öngörebiliriz.
Serinin tamamından çıkarsanabileceği gibi, teknolojiden
sağlığa ve biyolojik silahlara kadar birçok alanda büyüyen şirketin bütün
rakiplerini yok ederek artık fiilen dünyayı ele geçirerek, onu yeniden kurmak
için yaptığı planı veya komployu görürüz. Bu hususlar geri planda bize satır aralarında
verilerek, önplanda süper kahramana yakın özellikleriyle donanmış çekici
karakterler, bol vurdu kırdı ve bilimkurgu ayrıntılarıyla baskılanmış ve
birincil soru yeterince sorgulatılmamıştır: Bir şirket ne kadar daha büyür, bir
doyum noktası var mıdır ve en son nereye varacaktır?
Filmde insanlar kötü değildir şirketler ve onların yakın
dostları devletler kötüdür. Var olan değiştirilemiyorsa, bir yandan özgürlüğü
bir yandan eşitliği güvence altına alan bir devlet kurulmalıdır. Bu da merkezi
bir planlama ve yurttaş denetiminin birlikteliğiyle olanaklı olacaktır.
The Walking Dead (2010- )
Onuncu sezonu yayınlanan ve yine aynı evrende geçen
paralel dizisi (spin of) “Fear The Walking Dead” ile birlikte dizi, tüm dünyayı
saran pandemi sonrası hayatta kalanların mücadelesini anlatmaktadır. Havada
olduğu kabul edilen virüs insanlar öldükten sonra, insanları en ilkel
dürtüleriyle bilinçsiz olarak canlandırmakta ve bir nevi yaşayan ölüye
-filmdeki anlatımla yürüyen ölüye veya en bilinen tabirle zombiye- çevirmektedir.
Herkesin potansiyel taşıyıcı olduğu bu dünyada, virüs diğer yaşayan ölülerin
sıvılarıyla bulaştığı takdirde daha hızlı yayılmaktadır.
Hiçbir otoritenin kalmadığı dünyada insanlar komünler
halinde bir araya gelerek hayatta kalmaya çalışmaktadırlar. Bir anlamda
oluşturdukları sosyal topluluklarla hayatta kalma olasılıklarını arttırırken
diğer topluluklarla ilişkileri mesafeli ve hatta çekişmelidir. En sertlerin
hayatta kalabildiği bu dünyada filmde geçen bir diyalog bu durumu şöyle
açıklar: “Bizler iyi insanlar olduğumuz için değil, hayatta kalma güdülerimiz
güçlü ve kötü insanlar olduğumuzdan dolayı yaşıyoruz.” Burada film bize
evrimsel süreç içerisinde en iyi uyum sağlayanların hayatta kaldığı bir dünya
tarifliyor. Dizide dünya, sosyal Darwinist bir kurtlar sofrası. Dizinin
tamamında insanların vahşileşen dünya veya yürüyen ölülerle ile değil diğer
topluluklarla çatışmaları anlatılıyor. Burada iyi insan kavramının empati yapan
değil hayatta kalmayı başaran olarak evrimleştiğini de görüyoruz. Hatta yeri
geldiğinde tehlike yaratmayan veya yaratıp yaratmayacağı bilinmeyen grupların
bile Amerikan Pentagon söylemi olan “önleyici savaş” anlayışıyla yok edildiğini
görebiliyoruz.
Gruba katılmak isteyenlere değerlendirme için üç soru
soruluyor:
1. “Kaç
tane aylak (yürüyen ölü) öldürdün?”
Kişinin hayatta kalabilme ve diğer yeteneklerini
saptayabilme ve grup için değerli bir katkı olup olmayacağını anlamak için bu
soruyu soruyorlar. Çünkü hayatta kalan herkes mutlaka en az bir yürüyen ölü
öldürmüş olmalıdır. Ayrıca bunu hayatta kalmak için mi yoksa zevk için mi
yaptığı üzerinden psikolojisi hakkında bilgi sahibi olabiliyorlar.
2. “Kaç
tane insan öldürdün?
3. Neden?”
Yine bu evrende insanların insanları öldürmesi
kanıksanmıştır. Birisinin hayatta kalabilmek için yeri geldiğinde bir diğer
kişiyi öldürmesi gerekebilir. Bunu doğru yanıtlaması kişinin içtenliğinin ve
“Neden?” sorusuna vereceği cevap da bu durumun anlaşılır bir nedeni olup
olmadığının göstergesi olacaktır.
Dizinin ana karakterlerinden biri durumu şöyle izah
etmektedir: “Yaşamak için ne yapmamız gerekiyorsa onu yapıyoruz. Böylece
hayatta kalabiliriz. Aslında yürüyen ölüler biziz.” Bu söylem ‘uygarlık’
kavramını da sorgulatıyor.(3) Uygarlık, ihtiyaçlarımızın giderilmesi için
oluşturduğumuz yapılarsa, film, "dizide oluşturulan yaşama alanlarının
duvarları, dikenli telleri veya gerçek dünyada sınırların arkasındaki tutsaklık
bunun bedeli midir?" sorusunu sorduruyor.Yaşadığımız dünyada çepeçevre
etrafımızı saran sınırlar içinde hareket edememekten şikâyetçiyken,
sınırlarımızı aşıp gelen mültecilere yaklaşımımız bunun tam tersi.
Kaynaklarımızı paylaşmak istemiyor veya sadece katkıda bulunacak kişilere (bilim
insanı, mühendis, doktor vs. gibi ki o da ihtiyaç olan alanlarda) bu üç soruyu
soruyoruz.
World War Z (Dünya Savaşı Z, 2013)
Max Brooks’un aynı adlı romanından esinlenen filmde, Doğu
Asya’dan yayılan ve insanları vahşileştirerek zombi sürülerine çeviren bir
virüs sözkonusu. Film bunu araştırmak ve ilk hastayı bulmak üzere
görevlendirilen, Dünya Sağlık Örgütü’nde çalışan bir araştırmacının virüsün
izini sürmesini anlatıyor. Küresel Batı filmlerinde virüs sık sık ya Afrika’da
ya Doğu Asya’da çıkıyor.
Hızlı şekilde organize olan devletlerden bazıları
kendileri için en önemlileri (seçkinleri) ve faydalı olabilecekleri koruma
altına alırken bazı devletler de bütün toplumu koruma çabasıyla hareket eder.
Film günümüzdeki ekoloji tartışmalarına da bir başka açıdan yaklaşır.
Filmin bir sekansında araştırmacılar kendi aralarında
konuşurken doğayla ilgili şöyle bir konuşma geçer: “Doğa ana bir seri katildir.
Ondan daha iyisi yoktur. Veya daha yaratıcısı.” Virüs bir kesim tarafından
doğanın kendini dengelemesi olarak değerlendirilmiştir. Bir nevi doğal
seçilim... Doğanın kolektif bir bilinci olup olmadığı romantik platformlarda
tartışıla dursun, olaya ekolojik olarak bakıldığında, pandeminin insanların
kontrolsüz olarak yayılması ve kaynakları kirleterek veya tüketerek yok
etmesiyle diğer canlıların habitatlarına tecavüz etmesinin bir sonucu olarak
yaşandığı ileri sürülmektedir. Tarihteki birçok pandemi vakasının nedeni de
ekolojiyle ilişkilendirilmiştir. Kuşlardan yayılan grip, farelerden yayılan
veba, yarasa gibi hayvanlardan yayılan kuduz veya corona türevi virüslerin
kaynağına baktığımızda insan yerleşimlerinin kontrolsüzlüğü ve kaynak yönetimi
sorunlarını görüyoruz.
Filmde, yükselen çaresizlik, gerilim ama bir yandan da bu
musibetten doğan kardeşlik ve iş birliğiyle çözüme ulaşılabileceği mesajı
verilir.
Outbreak - Tehdit (1995)
Etik alanındaki en zor sorulardan biri, “çok kişi
öleceğine bir kişi ölecekse, o kişinin öl(dürül)mesine izin verilmeli midir?”
sorusudur. Hele o kişinin yaşamak istediği durumda ne yapılacaktır? Dustin
Hoffman'ın başrolde olduğu ‘Outbreak’ filminde, bu soru, salgın bağlamında
irdeleniyor. Eboladan esinlenilen film, sivil-asker ilişkisini de tartışmaya
açan yapımlardan. Virüsün yayılmasını önlemek için ilk çıktığı kasabayı insanlarıyla
birlikte yok etme kararı almış bir komutan ve ona karşı duranlar. Bu, anlatının
ana çatışmalarından biri. Ayrıca, virüsün çıktıktan sonra kontrol altına alınıp
biyolojik silah olarak kullanılma olasılığı da söz konusu. Sivil otorite OHAL
ve sokağa çıkma yasağı, askeri otorite ise sıkıyönetim ilan edebilir. Film “bir
salgın durumunda hangisi daha etkili olacaktır?” sorusunu da sorduruyor.
Salgının Afrika'da çıkıp ABD'ye yayılması, klasik Afrika
kalıpyargılarına karşılık geliyor. Covid 19'un ilk günlerinde, virüsün
Afrika'da can almamasına şaşıran alt metinli haberler söz konusuydu. Önceki
filmde de görüldüğü üzere, Hollywood sinemasında kötülükler genellikle
dışarıdan geliyor. Ayrıca, bu bir tıbbi felaket anlatısı. Gerçi, virüs,
laboratuvar kaynaklı değil, fakat filmin gerisi kamu sağlığını ilgilendiriyor.
I Am Legend (Ben Efsaneyim, 2007)
Filmde kanseri tedavi için geliştirilen bir virüs,
insanlığın neredeyse sonu olur. İnsanların çoğu ölür, gerisinin büyük bölümü
enfekte olur. Bağışıklık sayesinde son kalanlardan biri, bir virologdur. Bir
yandan enfekte olmuş mutantlara karşı savaşım verirken, bir yandan da virüse
karşı bir ilaç geliştirme çabasında. Başka ‘temiz’ insanın sağ kalıp
kalmadığını bilemez. Bir umutla onlara yönelik radyo yayını yapar. Bir yeniden
yapım (remake) filmi olan ‘I am Legend’in önceki sürümleri olan ‘The Omega Man’
(1971) (baş oyuncu Charlton Heston) ve ‘The Last Man on Earth’ (1964) (Baş
oyuncu Vincent Price) filmlerinde lasik beyaz büyük adam anlatısı baskın. Bu
sürümde ise başkişi Siyah; yine de film, aynı anlatının bir çeşitlemesi
niteliğinde. Filmde, başkişi, deva olacak ilacı bulur ve onun güvenli ellere
ulaşması için kendini feda eder, böylelikle ‘efsane’ olur. Film, salgına
oldukça bireysel düzeyde yaklaşıyor. Korona, mutantlar üretmiyor, insanlığın
kökünü kazıyacak bir salgın olmaktan da uzak. Bu açıdan film, korona
salgınından ayrılıyor. Önceki filmde etik bir sorunu anmıştık. Burada benzer
bir durum var: Bir kişi, başkaları yaşasın diye kendini feda ediyor. Beterin
beteri var. Neyse ki korona günlerinde böylesi açmazlarla karşı karşıya
değiliz. Ancak gerekli koruma olmadan işini yapan sağlık çalışanları, bu
riskleri her an alıyor.
28 Days Later (28 Gün Sonra, 2002)
Film, bir virüs salgınından sağ çıkan birkaç kişiyi konu
alan bir çöküş sonrası korku filmi. Önceki filmlerde olduğu gibi bu filmde de,
başkişilerin enfekte insanlara karşı sağ kalma mücadeleleri konu ediliyor. Bu
film, virüsün yayılmasını hayvan özgürlüğü hareketinin enfekte olan
şempanzeleri serbest bırakmasına bağlayarak bir ötekileştirme yapıyor, bu
hareketi kriminalize ediyor. Filmde enfekte olanlar zombileşeceklerinden
öldürülüyor. Hatta bunu en yakınlarının yapması gerekiyor. Kimileri ise
yaşamına son veriyor. Her sağkalan da dayanışma içinde değil. ‘Temiz bir yer’
hayaliyle diğer sağkalanları kandırabiliyorlar, birbirlerini öldürebiliyorlar.
Aslında bunun bir pandemi değil, yalnızca Britanya'da görülen bir epidemi
olduğu ise sonradan anlaşılıyor. Film, enfekte olanların açlıktan ölüşü ve bir
kurtarma uçağının gökyüzünde belirlemesiyle son bulurken, gerçekçi
inandırıcılık yara alıyor: Böyle bir salgın, küresel düzenimizde nasıl
Britanya’yla kısıtlı kalabilir ki... Salgının yayılmasını Brexit bile
durduramaz.
Cargo (2017)
Film, salgın günlerinde bir ebeveyn sorumluluğu anlatısı.
Bir bebeği enfekte olmuş zombilerin dünyasından güvenli limana çıkarma öyküsü.
Bir Avustralya yapımı olan film, Avustralya yerlilerine yer vermesiyle diğer
benzer filmlerden ayrılıyor. Hatta bebeği sonul olarak kurtaracak olan da yerli
bir genç kız. Bunun dışında film, olay ağırlıklı bir vurdu-kırdı filmi olarak
çekilmiş. Zombiler dünyasında yalnızca güçlü olanlar ayakta kalıyor; fakat bu
güç, her zaman bedensel güç değil beyin gücü de olabiliyor.
Andromeda Strain (Andromeda Esrarı, 1971)
Filmde salgın bu kez uzaydan gelecektir. Bir kasabaya
düşen uyduyla birlikte kasabanın iki sakini dışında herkes ölür. Ölenler neden
ölmüştür ve sağkalanlar nasıl olup da sağ kalabilmişlerdir?.. Ölümlere yol açan
uzaylı mikroorganizmaya ‘Andromeda’ adını verirler. Bu ve benzeri sorular,
bilim insanlarınca yanıtlanabilmeye başlanırken, mikroorganizma laboratuvardan
kaçacaktır. Bu, laboratuvarda nükleer patlamaya yol açacak; bu da Andromeda
için yeni bir besin kaynağı olacaktır. Andromeda, bilim insanlarının insan üstü
çabalarıyla ve biraz da şansla etkisiz duruma gelirken, bilim insanları uyarır:
“Bu kez üstesinden geldik ama bir dahakine gelemeyebiliriz”. Bu da aklımıza
koronayı getirir...
Right at Your Door (2006)
Filmde kente biyolojik bir saldırı gerçekleştirilir;
virüs tüm yaşayanları etkiler. Enfekte olmayanların evde kendilerini
yalıtmaları istenir. Başkişimiz de öyle yapar. Kendisini öylesine kaptırır ki,
önceleri dışarıda olan eşini aramak için olağanüstü bir çaba içine girse de,
sonunda o, eve geldiğinde, onu içeri almaz. Sonuçta biri enfekte, diğeri
‘temiz’dir. Bu filmle ilgili yorumlar genellikle ‘ucuz bir yapım’ olduğu
yönünde. Oysa asıl vurucu noktayı filmin sonunda görürüz: Roller tersine
dönecektir. Enfekte olan iyileşmiş, ‘temiz’ olduğunu sanıp da eşini içeri bile
almayan ise enfekte olmuştur. Salgın günlerinde kimse muaf değil. Film, belki
de, tedbirlilik adı altında bencilce hareket eden başkişiyi
cezalandırmaktadır.
Maze Runner: the Death Cure (Labirent: Son İsyan, 2018)
Filmde başkişiler, virüse karşı bağışıklık geliştirmiş
olanlardır. Kendileri gibi ‘bağışık’ları kurtarmak için harekete geçerler.
Bağışıklar, deneyler için yakalanıp bir merkeze götürülmektedir. Enfekte
olanlar başkalaşım geçirip saldırganlaşmaktadır. Başkişilerden biri de enfekte
olacak, başkalaşmadan önce arkadaşına kendisini öldürmesi için yalvaracaktır.
Zorlu seçimler kahramanlarımızı beklemektedir. Bağışıkların kanından bir serum
yapılacaktır. Olay ağırlıklı bir macera anlatısı. Bir bilgisayar oyununa benzer
bir kurgu söz konusu. Kahramanlarımızın başından birçok olay geçer. Ölen ölür,
kalan sağlar hedefe ulaşır.
Sonuç: Felaket Sonrası Dayanışma Filmlerinin Eksikliği
Bu yazıda 10 pandemi filmini ele aldık. Bu filmlerin
genellikle karamsar, distopik nitelikte olduğunu görüyoruz. Oysa insanlık
zorluklara karşı büyük dayanışma örnekleri de gösteriyor. Küresel Batılı
anlatılarda eksik olan tam da bu... Sözgelimi, depremlerden sonra
arama-kurtarma çalışmalarında insanlığın iyi taraflarını görüyoruz. Akla
madende mahsur kalmış madencileri konu alan X filmi geliyor. Özetin özeti:
Dayanışma yaşatır. Artık salgın filmleri, özellikle de zombi anlatıları
birbirlerine benzerlikleriyle sıkarken, yeterince ele alınmamış felaket sonrası
dayanışma filmleri çekilmeyi bekliyor.
Dipnotlar:
(1) ‘Salgın’ (Contagion) filmi için bkz. Gezgin, U.B. & Yalçın, B.K.
(2020). Filmlerle Pandeminin Sosyolojisi: Soderbergh'in 'Salgın'ı (2011)
Üstüne. Biamag, 28.03.2020
‘Salgın’ filmini ayrıca incelediğimiz bu seçkide yer
vermedik.
(2) IMF (2018). Chart of the Week: the Rise of Corporate Giants. IMF,
06.06.2018.
https://blogs.imf.org/2018/06/06/chart-of-the-week-the-rise-of-corporate-giants/
(3) Bkz. The Sociological Cinema (2016). The Civilizing Habitus of the Wlaking
Dead. The Sociological Cinema, 10.04.2016.
https://www.thesociologicalcinema.com/blog/the-civilizing-habitus-of-the-walking-dead
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder